Halkbilimi, insan davranışları ve geleneklerini çalışarak objesi olan insanı daha iyi anlamaya ve onun hakkında daha derin bilgiye kavuşmak amacıyla 19. yy başlarında bağımsız olarak ortaya çıkmıştır



Yüklə 0,66 Mb.
səhifə6/14
tarix27.10.2017
ölçüsü0,66 Mb.
#16229
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14

Max Müller’in milletlerin mitolojik bir evreden geçtikleri tezine de karşı çıkar. Eğer öyle olsaydı bütün ilkel toplumların mitlere sahip olacaklarını düşünmektedir. Örnek olarak bazı araştırmacıların işaret ettiği mitsiz ritüellere sahip toplulukların varlığını gösterir. Metinlerden hareketle Romalıların ritüellere sahip olmakla birlikte mitlere sahip olmamalarını söz konusu ritüellerin mitlerini kaybetmiş olabileceklerine yorar. Bu tür mitlerini kaybetmiş ritlerin zaman içinde tekrar ve başka mitlere de sahip olabileceklerini düşünmektedir.

“…Genel ve yaygın bir kanı da, her topluluk veya halkın belli bir mit yaratma sürecinden geçtiği yönündedir. Fakat, bu durumda en ilkel toplumların dahi bir mitolojisi ya da mitolojilerine dair izler olmalıydı; ve eğer H. J. Rose haklıysa bu durum gerçekten de böyle değildir. Rose'un bize göstermeye çalıştığı, erken Romalıların mitolojisi olmadığı ve daha sonra Romalı yazarların tanrılarını anlatan mitleri Yunanlılardan ödünç alınmış olduğudur.(Romalıların ritleri vardı fakat bu ritler mitlerle ilişkili değildi; çünkü tanrılar tamamıyla kişileştirilmemişti ve tam manasıyla bir kişileştirme yapılmazsa mitolojinin oluşması zordur. Fakat, eğer Romalıların bir mitolojisi yok idiyse, komşuları ve akrabaları olan Yunanlıların böylesine incelikli bir mitolojileri nasıl olmuş olabilir?) Klasik bilginler arasında pek popüler olmamasına karşın Heredot'tan Sir Arthur Evans'a kadar birçok yazar tarafından üzerinde durulan, bu mitlerin Mısır, Suriye ve Mezopotamya kökenli olduğudur. Ünlü Heredot, Yunan mitolojisi ve dinine ait birçok öğenin kaynağının Mısır olduğunu belirtmiştir; Hooke, Perseus'u Kenan ülkesi tanrısı Res-heph'le bir tutmuştur; Evans da, Minota-ur"un izini Euphrates'te sürmüştür. Bu bağlantı bağlamında Hooke şunları söylemiştir: "hem Minatour hem de Perseus miti, insan kurban etme ritüel modelinin temelini oluşturarak bizi tekrar mitle ritin birleştiği noktaya taşırlar…



Lord Raglan söz konusu çelişki için Roma ritlerinin büyüsel olduğunu belirtir. Frazer’la takipçilerinin büyüyü ilkel din olarak kabul etmelerinin yanlış olduğunu düşünür. Reglan “The Origins of Religion”da (1949) büyülerin din olmaktan çok dinin dejenere olmuş hali olduğunu ortaya koymuştur. Ona göre büyü, din değil, dinin bozulup dejenere olarak halkın icra etmeye devam etmekle beraber niçin ve neden kaynaklandığını bilemedikleri ritüellerdir. Bu durumda da sadece ritüellerin mitlerden daha eski olduğu sonucuna varılabileceğini ve Frazer’ın tezinin yine kanıtlanmış olmayacağını düşünmektedir.

“…Şimdi de Rose'un sözünü ettiği, hiçbir mitle bağlantısı olmayan erken dönem Romalıların ritüellerini ele alalım. Erken dönem Romalılar mitlerini kayıp mı etmişlerdi yoksa gerçekte hiç mi mitleri olmamış mıydı? Roma ritüellerinin büyük kısmı, büyülü dediğimiz türdendi. Frazer ve onun takipçileri, büyüyü kısaca ilkel bir din türü olarak göstermişlerdi; büyüye dayalı ritü-ellerin çoğunun mitik bir kökeninin olmadığı doğru kabul edildiğinde, ritüellerin mitlerden daha eskiye dayandığını kanıtlayabiliriz. Fakat daha önce de sebeplerini belirttiğim gibi Frazer'ın yanıldığını söylemek mümkün ve büyü ilkel bir din olmaktan öte dönüşmüş bir din biçimidir. Büyüye dayalı ritüeller, açıkça söylemek gerekirse, insanların ritüelleri uyguladıkları ama nedenini unuttukları bir din biçimidir. (19) Ayrıca sanırım, Avrupa'da ve Amerika'da insanlar, böbürlendikten sonra tahtaya vururlar, bir saksağanı selamlamak için onu gördüklerinde sol omuzlarının üzerine üç tutam tuz serperler ya da, yeni ayı gördüklerinde ceplerindeki parayı tersine çevirirler. Bunları neden yaptıklarını bilmezler ama yapmadıklarında kötü şansın kendilerini bulacaklarına inanırlar. Ritüellerin böylesine saçma ve üstü kapalı bir neden yüzünden ortaya çıktıklarına inanmak güçtür ancak, bu tür adetlerin bir zamanlar bazı tanrılarla ya da kahramanlarla ilişkisi bulunması olasıdır…”

Asıl ele aldığı konu olan mitlerle ritler arasındaki ilişki konusunda elde bulunan bazı mitlerin çeşitli nedenlerle zaman içinde ritlerden ayrılmış olabileceklerini düşünmektedir.

Mitlerin dereceli olarak zaman içinde dört aşama geçirerek masala dönüşeceğini ileri süren W.J.Gruffydd ‘un :

1. aşamada mitoloji durumundadırlar,

2. aşamada mitoloji tarihe dönüşür,

3.aşamada mitolojik tarih, folklora dönüşür,

4. aşamada folklor, edebi masalların ortaya çıkışında kullanılır,

şeklindeki fikrinden hareketle Raglan bazı mitlerin, ilişkili oldukları ritlerle bu süreç içinde ayrılmış olabileceklerini düşünmektedir. Söz konusu anlatıların mahiyet ve form değişikliklerinin aynı zamanda bir insanın kurban edilmesinden zamanla bir insanın kurban edilirmiş gibi yapıldığı ritlere, netice itibariyle de insan yerine hayvanların kurban edilmesine dönüşümünün de izlenebileceğini ileri sürmektedir.

“…Şimdi sanırım en önemli ve ilginç sorumuz olan her mitin bir zamanlar bir ritü-elle ilişkisi olup olmadığı sorusuna geldik. Gördüğümüz gibi, modern ya da eski birçok mitin ritüellerle bir ilişkisi var, ancak acaba hiçbir ritle ilişkisi olmayan ya da şimdiye kadar hiç bu tür bir ilişkisi olmamış bir mit var mıdır? Elbette ki bu şekildeki mitlerin varlığı açıkça görülmektedir; ancak bence, bu mitler bir zamanlar bazı ritüellerle ilişkili olmalarına karşın mit unutulduktan ve ritüel olarak uygulamasına son verildikten sonra bile hikâye biçiminde yaşamaya devam etmiştir. Ve bu tür mitler ritüellerinden ayrıldıktan ve diğer nedenlerle tekrarlanmaya devam ettikten sonra aşama aşama karakterlerini değiştirmişlerdir. Bu durumun nasıl oluştuğunu W. J. Gruffyd tartışmıştır. Gruffyd Mabino-gion'daki bir hikâye için şöyle söyler: "masalın, oluşurken geçirdiği dört evre şöyle sıralanabilir: 1. Mitoloji: bu tanrı Lugh-Leu buna kanıt olarak gösterilebilir. 2. Mitolojinin tarih oluşu. 3. Mitolojik tarihin folklora dönüşmesi. 4. Folklorun edebi hikâyelerde kullanılması." (22) Açıkça söylemek gerekirse, bir tanrı ya da ritüel figürü, ardıllık içinde, sahte bir tarihî karaktere, bir peri prense, roman ya da destan kahramanına dönüşmüş olabilir; ve bilimsellikten uzak araştırmacılar, bu dört önemli karakterin her birine farklı bir köken belirlemişlerdir. Bu akla yatkın görünüyor, ne var ki, bu tür anlatıları tarihî-benzeri ya da kur-maca-benzeri olarak görmek ritüelin kökeni olarak önermektir. Şimdi de bu tür mitleri değerlendireceğiz.



İnsan kurban edilmesi, gerçek ya da sembolik olarak, birçok dinin en göze çarpan özelliklerindendir. Hiç kimse bunu açıklamakta başarılı olamamıştır; ben de böyle bir çabaya girmeyeceğim, ne var ki, bu âdetin evrimini dört ana aşamaya ayırmak mümkün görünüyor. İlk başta mutat olarak kurban edilen tanrı kraldı; ikinci aşamada tanrı kralı temsilen bir başkası kurban edildi; medeniyetin aşama kaydet-mesiyle birlikte üçüncü aşamaya gelindi, bu aşamada insan kurban edilmesi ancak acil durumlarda uygulanır oldu; acil durumlar dışında ise, gene kralı temsilen bir başkası kurban ediliyordu. Dördüncü aşamada kurban hiçbir zaman insan olmuyordu ancak bir zamanlar yapılan rütüele gönderme yapacak biçimde davramlıyordu…”

Bu dönüşüm sürecinin mitten masala kadar uzanan anlatı tür ve şekliyle geliştiğini de kabul eder. Bunu ortaya koyabilmek için de mit, masal, destani tarihi anlatıların (saga) en azından giriş ve mevsimlik ritüellerle ilişkili olduğunun gerekli olduğunu belirtir. Bunun için daha önce yapılan kalıp çalışmalarından hareketle kendisi de “geleneksel batı halk kahramanı modeli” ni geliştirir. Bu modelin söz konusu anlatıların ritüelistik karakterini ortaya koyduğunu düşünmektedir.

“Benzer nedenler benzer sonuçları ortaya çıkarır.” prensibinden hareketle Reglan mitler, benzer mitlerle olan ilişkilerinden kaynaklandıkları için birbirlerine benzerler, der. Ritüel, çoğu zaman ve çoğu yerde dünyanın en önemli şeyidir. Müzik, dans, heykeltıraşlık gibi güzel sanatlar ritüellerden kaynaklanmaktadır. Reglan’a göre bunlar düşünüldüğünde ritüellerin din dışı olmalarının çok öncesinde dinsel ve kutsal olduklarına inanmamamız için hiçbir neden yoktur. Aynı süreç ve nedenlerin tamamı hikaye anlatımı için de geçerlidir.

Böylece Reglan, mitlerde ve diğer halkbilimi türlerinde yer alan kahramanların ritüellerden kaynaklandığını ve söz konusu kahramanların tarihsel birer kişilik olmadıkları genellemesine ulaşır.

Lord Reglan pek çok halkbilimci tarafından şiddetle eleştirilir ve kabul edilmez. Francis Lee Utley bu görüşlerin tutarsızlığını ortaya koymak için Reglan’ın “geleneksel batı halk kahramanı” modelinden yola çıkarak yaptığı çalışmada Abraham Lincoln’ün hiçbir zaman yaşamamış bir ritüel kahramanı olduğunu ortaya koyar. Bu da bir bakıma Mit- Ritüel Kuram’ın sonu olmuştur.

F.) Tarihi-Kültürel Halkbilimi Okulu

Guiseppe Cochiara’nın tespitlerine göre Tarihi-Kültürel Okul, iki temel postulat (ön kabul) üzerine kurulmuştur:



  1. Tarihsel çözümlemenin zaman ve mekân içinde gerçeklerini nedensel olarak belirlemek,

  2. Evrimsel Halkbilimi Kuramı ve Okulu’nun daha önce ele alınan yaklaşımının yıkılması.

Bu postulatların ilk formülasyonlarından birisi Alman bilim adamı Friedrich Ratzel tarafından yapılmıştır. O, halkbiliminin hedefini insanın yeryüzündeki hareketleri olarak belirler. Çevresel faktörlerin insan üzerinde, insan varlığından kaynaklanan faktörlerin de çevre üzerinde etkili olduğu gerçeğine dikkat çeker. Bu tema üzerine yaptığı çalışmada Evrimsel Halkbilimi Kuramı’nın mensuplarının tarih öncesine ittikleri insanlığın “ilkel dönemi” ile ilgili yaklaşımlarını eleştirir. Tarih ile coğrafyanın birleştirilerek halkbilimi çalışmalarının ikisinin kılavuzluğunda yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ratzel ve takipçileri farklı kültürler arasındaki benzerlikleri sosyal, maddi ve mitolojik elementlerle açıklanabilen, topyekun kompleks kültürel olguların yer aldığı tarihsel bir ilişkiye bağlamışlardır.

Ratzel, ulusların tamamının tarihsel bir karakter taşıdığını ileri sürmüş ve kültür unsurlarının, daha doğrusu kültürün tümünün göçlere dayandığını kabul etmiştir. Ona göre uluslar ve kültürler bu göçler sayesinde temasa geçmişler ve birbirlerinin karşılıklı olarak etkilemişlerdir. Kültürün kaynağı konusunda, insanın yaratıcı gücünün çok fazla olmadığını ve insanların yeni bir şey yaratmaktansa bir yerde gördüğü bir şeyi taklit etmeyi tercih ettiğini düşünmektedir. Yani, kültür değişikliğinin ve kültür yaratıcılığının ana nedenini, göçler vasıtasıyla birbiriyle temasa geçen ulusların ve kültürlerin büyük ölçüde birbirlerini etkilemelerinde aramaktadır. Bu ilişkiyi ortaya koymaya yönelik kabul ettiği kriter tamamen dış görünüşle ilgili “biçimsel” veya “şekilsel benzerlik” ölçütüdür. Buna yönelik olarak belli kültür unsurlarının yeryüzündeki dağılışlarının doğru bir biçimde tespiti için bir haritacılık sistemi geliştirir. Bu sistemle belirli ve benzer kültür unsurlarının yeryüzüne rastgele bir biçimde dağılmadıklarını, belirli ve benzer kültür unsurlarının birbirlerine bağlı olarak bir arada göründüklerini ortaya koymuştur.

Ratzel’in öğrencisi Leo Frobenius onun fikirlerini daha da geliştirmiştir. Çeşitli kültürler arasındaki benzerlikleri bir tek kültür unsuruna bağlamanın ötesinde, pek çok kültür unsurunu ve kurumlar gibi karmaşık kültürel kompleksleri, hatta kültür çevrelerini dahi içerebileceğini ortaya koymuştur. Göçler yoluyla bir kültür çevresinin bir başka yere göç edebileceğini ileri sürmüştür. Ona göre tipik bir kültür unsurunun çevresinde toplanan diğer kültür unsurlarının birbiriyle ilişkisi vardır. Bu, onun sun derece ünlü “kültür çevresi” kavramının temelini oluşturmaktadır. O, böylece hocasının “benzerlik ölçütü” nün yanı sıra “ilişki” ve “kemiyet” (nicelik; sayılabilir, ölçülebilir yan) ölçütlerini de kullanmaya başlamıştır. Daha sonraları kültürün; insanlara bağlı olmaksızın kendi başına ve kendi kanunlarına göre gelişen “biyolojik” bir varlık gibi; canlı yaratıklardaki çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık denilen gelişme evrelerinden geçtiğini ileri sürer. Bu fikre bağlı olarak oluşturduğu ve adına “kültür morfolojisi” dediği; kültürün şekli, dünya görüşü ve ruhunun araştırılmasını öngören yaklaşımı halkbilimi çalışmaları tarihinde yeterince yankı bulmamıştır.

Tarihi-Kültürel Okul’un asıl kurucusu Fritz Graebner’dir. Çalışmalarına bu kuramsal temel üzerinde başlar. Toplumun yığınsallığı içinde bireyin ihmal edildiğini; oysa bireyin sadece toplumu meydana getiren değil, aynı zamanda tarihi de meydana getiren olduğu gerçeğini ileri sürer. Evrim Kuramı’na ve Fransız Sosyoloji Okulu’nun problem merkezli eğilimine karşı çıkar. Dahası, insan ruhunun araştırılmasını amaçlayan halkbilimi çalışmalarında doğa bilimlerinin takip edecekleri yöntem konusunda farklı olmalarının bir gereklilik olduğunu söyler. Bu nedenle bir bireyin tamamen kendi tercihlerinin de olgu ve olayların oluşup yönlendirilmesinde ne denli önemli olabileceğine dikkat çeker. F.Graebner’in yaklaşımına göre insanlığın daima daha aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme çizdiği varsayımı yanlıştır.

F.Graebner’göre neyin yüksek ve neyin alçak bir değer olduğu tamamen tarihçinin bilgisine dayalı sübjektif bir değerlendirmedir. İnsanlığı tek çizgili bir gelişme ve uygarlık anlayışıyla yorumlamanın doğruluğu konusunda şüphelidir ve şu soruları sorar:

-Evrimcilerin ileri sürdüğü “ilkel dönem” gerçekten onların ileri sürdüğü gibi midir?


-Aynı şekilde onları “ilkel” ve “en aşağı seviye” olarak kabul etmek doğru mudur?
-İlkeller pekâlâ farklı bir uygarlık gelişme çizgisi olarak kabul edilemezler mi?

F.Graebner:


- İlkellerin dünyası da incelendiğinde kendi içinde değişik gelişme çizgileri bulunabileceğini, -Aynı şekilde eski olarak nitelendirilen bir inanç veya objenin değişik formlarının bulunabileceğini
-Bunların birbirine göre “göreceli” olduğunu ortaya koymuştur.

F.Graebner değişik karakterli iki kültürel sınır karşılaştığında birbirleriyle ilişki kurdukları alanda birbirleriyle benzeşen kültürel elementler ortaya çıktığını söyler. Bunun dışında birbirleriyle ilişkiye girmemiş kültürler arasında söz konusu benzer kültürel elementlerin bulunmadığına belirtir. Bundan hareketle kültür dairelerinin coğrafik olarak yayılmalarının araştırılıp tespit edilebileceğini ileri sürer. “Kültür çevresi” olarak adlandırılan bu anlayışa göre şu yöntem takip edilmelidir:


- Çeşitli uygarlıkları ayırt edip onları coğrafi mekan içinde bölümlere, yani kültür katlarına ayırmak ,
- Göçler, karışımlar ve alıntılar yoluyla bölünen, dağılan kültür unsurlarını ve kültür komplekslerini eldeki müspet ip uçlarına göre tarihsel olarak zaman içinde yerine koymak,
- Böylece bir anlamda kültür kronolojisi yapmak,
- Olabildiğince ilk kaynağa ulaşmak suretiyle her kültür unsurunun şekillenişini açıklamak.

Graebner’in bu yaklaşımı dikkatle irdelendiğinde, esasen müzeci olduğu ve çalışmalarının büyük bir kısmının Köln Müzesi’ndeki maddi kültür malzemesine dayandığı görülür. Yaklaşım bu yönüyle, sözlü kültür unsurları ve özellikle de masallar üzerine yoğunlaşan Tarihi-Coğrafi Fin Yöntemi’ni maddi kültür unsurlarına adapte etmekten başka bir özgün paradigmayı içermez.

Graebner, etnolojinin de halkbiliminin tarihsel perspektifler içinde kurulmuş çevresi içinde çalışmasının ve çalışırken halkbiliminin bunun için geliştirmiş olduğu araçları örnek almasının gerekli olduğu kanaatindedir. Ayrıca “eşit olguya eşit anlam” verilmesini halkbilimcilerin ele aldığı konuya ön yargılarla yaklaşmamasının gereği olarak kabul eder.

Wilhelm Schmidt bu okulun diğer bir temsilcisidir. Schmidh hemen hemen tüm çalışmalarında halkbilimi ile tarih biliminin birbiriyle olan ayrılmaz ilişkisine dikkat çeker. Bu ilişki halkbiliminin yöntem yönünden tarih gibi bir kesinliğe kavuşmasının vazgeçilmez bir gereğidir. Halkbilimi tarih yöntemlerini kullanmak zorundadır. Cochiara’ya göre bununla, Evrimsel Halkbilimi Kuramı’nın yıkılmasının ikinci nedeni saydıkları “evrim” paradigmasından kaynaklanan açıklaması yerine, ilkel kültürlerin tarihsel oluşumunun olabildiğince objektif değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Schmidh’in on iki ciltlik eseri “Tanrı Fikrinin İlk Kaynağı” nda bütün ilkel topluluklarda da “yaratıcı” veya “tanrı” inancının olduğunu ortaya koyar. Bu, ilkel kültürlere o güne kadar var olan tek gelişme çizgili bakışı etkileyecek güçte bir yaklaşımdır. Tanrı inancının insanlığın başlangıcından beri varlığını ortaya koyması, daha önce E.Tylor, G.Frazer, E.Durkheim gibi teorisyenlerin dinin kaynağına dair ileri sürdükleri fikirleri sarsıcı niteliktedir. Tarihi-Kültürel Okul’un en büyük entelektüel başarıları arasında yer alır.

Bu okula en sert eleştiriler doğal olarak yıkmak istedikleri Evrimsel Halkbilimi Okulu’ndan, özellikle de bu okulun daha sonraları İşlevse Kuram’ı ileri sürerek tamamen bağımsızlaşan mensuplarından gelmiştir. Malinovski Tarihi-Kültürel Okul’u bir etnoğrafya müzesinin tozu toprağı ve karmaşıklığı içinde ortaya çıkmakla ve sonuçları itibariyle yıkıcı olmakla suçlar. “Maddi nesneler bir kültür içinde çok önemli yer tutarlar. Bir zanaat ürününü bir kültürel öğenin modeli olarak almak son derece tehlikelidir.” diyerek kuramsal yönlerini eleştirir. “Kültür çevresi” doktrinine yapılan başlıca eleştiriler” bir zanaatsal ürünün fiziksel biçimini bir kültürel belirlemenin temel ya da tek indeksi olarak almak” yanılgısına yöneliktir.

Malinovski’ye göre; Graebner ve Ankermann gibi bazı “müze köstebekleri”nin etkileriyle yayılmacılığın temeli eski bir binanın vitrin ve kilerlerine düzensizce ve iyi betimlenmeden doldurulmuş nesnelerin, işaretlerle yerleştirilmiş kültürel gerçekliklere ilişkin doğru bir kimlik belirlime işi olması gerekir. Bu durumda biçim ve kitleyle ilgili ünlü ölçütlerden çıkarılan yanlış kimlik belirlemeleri, aslında başka koşullar altında kabul edilebilir bir eğilimin sağlamca gelişmesine çok zarar vermektedir.

Malinovski bu kuramı:


- Kültürü cansız ve inorganik bir şeymiş gibi görmeleri,
- Soğuk hava deposunda yüzyıllarca korunabilecek,
- Okyanuslar ve kıtalar ötesine taşınabilecek,
- Mekanik olarak parçalara bölünüp yeniden birleştirilebilecek bir şeymiş gibi ele almaları açısından da eleştirir.

G.) Biyolojik Halkbilimi Kuramı

Arnold Van Gennep (1873-1957) yetişme dönemi halkbilimi çalışmalarına neredeyse egemen olan Tarihi-Kültürel Okul ve Evrimsel Halkbilimi Okulu başta olmak üzere Tarihi- Coğrafi Fin Okulu, Benfeyist ve Güneş-Mitolojistlerin tamamının kuramsal yaklaşımlarına başkaldırarak Biyolojik Halkbilimi Okulu’nu oluşturmuştur. (Bu başkaldırı nedeniyle Fransa’da hiçbir üniversiteye kabul edilmemiş, Fransız Akademisi’nden ihraç edilmiştir.) Dorsonvari bir söyleyişle Van Gennep ve takipçileri aslında halkbilimi çalışmaları tarihinde birinci kuşak “Genç Türkler” hareketini oluşturmaktadır. Bu benzetme sadece tüm yaklaşımlara başkaldırarak yerlerine kendi paradigmalarını hâkim kılmalarından kaynaklanmaz. Her iki kuşak halkbilimci grubu arasında halkbiliminin kaynağı olarak insanı görmeleri, tarihsel malzemeden önce içinde yaşanılan sosyo-kültürel çevrede yaşamakta olan halk kültürü unsurlarını icra edildikleri bağlamla birlikte değerlendirmeleri gibi kavramsal yakınlıklar da vardır.

Van Gennep’in karşı çıktığı kuramların neredeyse tamamı tarihi ön planda tutar, geçmişe yönelik malzemenin peşindedir, yaşanılan döneme ait malzemeyi sadece geçmişi yeniden kurmak için ele alır. Bu bağlamda Gennep halkbilimini biyolojiye benzer bir hale getirmek istemiştir. Ona göre halkbilimci yaşamakta olan bir olguyu incelemektedir. Bu nedenle ölü malzemeyi çalışan tarihçinin yöntemini benimseyemez.

Van Gennep 1924’te yayımladığı “Halkbilimi” adlı çalışmasında “Halkbilimi yaşayan olguları incelediği için ağırlıklı olarak gözlem yöntemini kullanmalıdır” der. Hâlihazırdaki bu durumun, geçmişe ait unsurların varlığı nedeniyle tarihsel- kültürel yöntemle çalışılamayacağını belirtir. Ona göre, halkbiliminin bir kısmı tarih olmadığı gibi, tarihin de bir bölümü halkbilimi değildir. (Andrew Lang ve Gomme’a eleştiri)

Halkbilimi, 19.yy’ın hastalığı olan “tarih mania” saplantısından Gennep’le kurtulmaya başlar. Gennep’e göre halkbilimi çalışmak isteyen bir kişi önce Tarihi-Kültürel Okul’u terk etmelidir ve bir zoolojist veya biyolojist gibi davranabilmek için biyolojik yöntemi benimsemelidir.

Van Gennep’e göre halkbiliminin en iyi tanımı; gelenekler ve yaşam tarzlarının metodolojik, dolayısıyla bilimsel olarak çalışılmasıdır. “Gelenekler için “popular” kelimesinin eklenmesi gereksiz, faydasız ve anlamsızdır. Çünkü, zaten gelenekler ve yaşam tarzları genel olarak toplumsal olgulardır. Irk, uygarlık tipi, sosyal sınıf, ülke ve iş kolu gibi unsurlara bağımlı olmaksızın bunların farkına varılabilir.” Bu düşünceleriyle bir bakıma çağının ilerisindedir.

Van Gennep halkbiliminin “insan” kaynağını ön plana çıkartır. “Her birey pek çok sosyal ilişkilere sahiptir ve aynı zamanda bu geleneğin sabit sınırları içinde daima serbesttir. Aile içinde eşini ve çocuklarının sayısını seçmede, bir asker olarak kahramanlık yapmada ve oy kullanmada hürdür. Bir başka ifadeyle küresel sosyal hayatı anlamak isteyen bireyden başlayarak yola çıkmalıdır, toplumdan değil. Toplum bir bakıma bir soyutlama veya havadan çekilmiş bir fotoğrafın perspektifidir.”der.

Van Gennep’in geleneklerin kanunları üzerine yaptığı çalışma biyoloji ile halkbilimi arasında kurduğu denklikten kaynaklanır. Biyolojinin halkbilimciye, etrafını çevreleyen kaotik malzemeler yığını ve detayını bir düzene oturtacak bazı genel kanunları formüle etmeyi sağlayacağını düşünür. Bugün sadece halkbilimi çalışmalarında değil, neredeyse bütün sosyal ve beşeri bilimlerin kullandığı “geçiş töreni” onun çalışmaları sonunda formüle ettiği halkbilimi kanunlarıdır.

Van Gennep’e göre bireyin durumunu değiştiren her değişiklik, kutsal ve din dışı arasında, etkisel ve tepkisel hareketler oluşturur. “Bu etkisel ve tepkisel hareketler düzenli hale getirilmeli ve kontrol altında tutulmalıdır ki, genel olarak toplum rahatsızlık duymasın veya zarar görmesin. Toplumlarda bir sosyal durumdan başka bir sosyal duruma geçiş ile ilgili çeşitli ve başarılı uygulamalar vardır. Böylece bir insanın hayatı, başlangıç ve bitişleri benzeyen geçiş dönemleriyle belirginleşmiş hale gelir. Bu geçiş dönemleri:

- Doğum,
- Sosyal erginlik,


- Evlilik,
- Babalık/analık,
- Sosyal gelişme,
- Mesleki uzmanlaşma ve
- Ölümdür.

Bu olayların her biri için törenler vardır. Bu törenlerin temel görevi veya işlevi bireye tanımlanmış, belirgin bir durumdan bir başkasına geçişte yardımcı olmaktır. Bunların hepsinin amacı aynı olduğuna göre yerine getirdikleri işlerin anlamı da aynı olmalıdır. Bu ayniyet detayda bire bir aynı olmasa da en azından kıyasla bir benzerlik durumundadır. Çünkü birey de değişikliğe yavaşça ilerlerken arkasında bıraktığı birkaç geçiş ile önündeki birkaç geçiş, bir bakıma aynı yapı içinde onu beklemektedir. Bu durum doğum, çocukluk, sosyal erginlik, nişan, evlilik, hamilelik, babalık, dini derneklere giriş ve cenaze törenleri arasındaki benzerlikleri açıklamaktadır. Dahası ne bireyler, ne de toplum, tabiat veya kâinatın belirli bir periyodik düzenle insan üzerindeki akislerine rağmen ondan bağımsız hareket etmezler. Kâinatta da ileri yönelmeler veya göreceli olarak duraklamalar içeren dönemler ve geçişler vardır. Ayrıca bir aydan diğerine, bir mevsimden diğerine, bir yıldan diğerine geçiş şeklinde takvime bağlı ve insanların ritlerle karşıladığı geçiş törenleri vardır. Bütün bu geçiş törenlerini bir grup olarak detaylı bir şemada toplayarak çalışmak bana mantıklı görünüyor.”(Gennep, The Rites of Passage)

Van Gennep anket formları düzenlemiş, inanılmaz büyüklükte malzeme derlemiştir. Derlemeyi bir son olarak değil, daima yorumlayıp değerlendirme aşamasına bir başlangıç olarak görmüştür. Çalışmalarında hazırladığı haritaları da “yaşayan kalıntılar” ı göstermek için değil, milleti oluşturan küçük topluluklarda yaşamakta olan gelenekleri veya geçiş törenlerini göstermek için kullanmıştır.

Fransız gelenekleriyle ilgili araştırmalarında, yaşamakta olan geleneklerin biyolojisinin yanında, geçmişe doğru belgeleri de toplayarak “insan ruhu” nun araştırılmasını sağlamaya çalışmıştır. Öte yandan bu derlenmiş malzemeyi değerlendirip çalışma metodu, diğer bilimlerin yanı sıra tarihi de içine alacak şekilde genişlemiştir.

Gennep, Fransız halkbilimi çalışmak isteyen birinin, bu milleti meydana getiren karmaşık etkenlerin üretilip şekillendiği süreci bilmek zorunda olduğunu söyler. Yine aynı nedenle bir halkbilimcinin bir milletin gelenekleri üzerinde uzmanlaşmasının nedeninin de belli olduğunu düşünür. Gennep’e göre onları ve onların yansıttığı “insan ruhu” nu daha iyi anlayabilmek için diğer sosyokültürel verilerin yanı sıra, bizzat tarihin içine de girmek zorundadır.


Yüklə 0,66 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   14




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin