Risaletin İlânı Sırasında Ali (a.s)
Uyarı Günü Olayı:
Uyarı günü olayı, Peygamberimizin (s.a.a) kendi aşiretini davet edip toplaması sırasında yaşanan bir olaydır. Peygamber'imiz (s.a.a) aşiretini kendisine biat etmeye ve kendisinin yardımcı vezirleri olmalarını sağlamak maksadıyla onları davet etmişti. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabalarından davet ettiği kimseler içinde Peygamber'in (s.a.a) davetini kabul eden ilk kişi, Ali b. Ebu Talib oldu. Müfessirler, tarihçiler, bu arada Taberî hem tarihinde, hem de tefsirinde bu olayı anlatmaktadır: "En yakın aşiretin uyar." ayeti Resulullah'a (s.a.a) nazil olunca, Kureyş'in inatçılığını ve kıskançlığını bildiği için bu emri yerine getirme hususunda bir sıkıntı çekti. Bunun üzerine uyarı ve tebliğ hususunda kendisine yardımcı olması için Ali'yi çağırdı.
İmam Ali (a.s) şöyle anlatır: "Resulullah (s.a.a) beni çağırdı ve bana dedi ki: Ey Ali! Allah bana en yakın aşiretimi uyarmamı emretti. Ama bu emri yerine getirme hususunda sıkıntı içindeyim. Çünkü biliyorum ki, onlara bunu anlatmaya başladığım anda, onlardan hoşlanmadığım davranışlar göreceğim. Bu yüzden bir süre bir şey yapmadan bekledim. Daha sonra Cebrail geldi ve dedi ki: Ey Muhammed! Eğer sana emredileni yapmazsan, rabbin sana azap eder."
"Sen şimdi bizim için bir kazan yemek pişir ve bu yemeğin üzerine bir koyun budu koy. Bizim için bir maşrapaya da süt koy. Sonra Abdulmuttaliboğulları'nı benim için topla. Onlarla konuşayım, bana emredilen hususu tebliğ edeyim."
Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) kendisine emrettiklerini yapar ve onları çağırır. O gün kırk kişiden bir fazla veya bir eksiktiler. Aralarında amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Hep beraber yemek yediler. Ali der ki: "Herkes yemeğini yedi. Hiç kimse bir şey istemez oldu. Ama yemekte ellerini daldırdıkları yerden başka bir boşluk görmüyordum. Ali'nin nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, onların tümünün yediği yemeği bir tek kişi yiyebilirdi."
Sonra Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Topluluğa içecek ver." Onlara süt dolu maşrapayı getirdim. Hepsi ondan içti. Tümü de iyice kandı. Allah'a yemin ederim ki, onlardan bir tanesi, tümünün içtiği sütü içebilirdi. Peygamber'imiz (s.a.a) onlarla konuşmak isteyince, Ebu Leheb atıldı: Arkadaşınız sizi büyüledi. Bunun üzerine topluluk dağıldı ve Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla konuşma fırsatını bulamadı. Ertesi gün Ali'ye, dünküne benzer bir hazırlık yapmasını emretti. Toplantıya katılanlar yiyip içtikten sonra Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi: "Ey Abdulmuttaliboğulları'! Allah'a yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim size getirdiğim gibi bir şey getiren bir genç daha bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah bana, sizi buna davet etmemi istedi. İçinizde kim, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olmak üzere benim vezirim olacak?" Ali'den başka hiç kimseden ses çıkmadı. Ali coşkulu ve heyecanlı bir sesle haykırdı: "Ben, ey Resulallah! Senin vezirin olurum." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali'nin omzuna elini attı ve şöyle dedi: "Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda benim halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin." Oradakiler gülerek ayağa kalktılar. Bir yandan da Ebu Talib'e şöyle diyorlardı: Oğlunu dinlemeni, ona itaat etmeni emretti, duydun mu![97]
Buna göre, "Ev Günü", gerek Peygamber'in (s.a.a) hayatında, gerekse İslâmî davetin hayatında yeni bir aşamanın başladığının açık bir ilânıydı. Bu aşamanın belirgin özelliği karşılıklı meydan okumaların yaşanmasıydı. İslâm ve şirk arasındaki doğrudan yüzleşmeler bu aşamaya damgasını vurdu.
Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatını inceleyenler, onun yaşadığı olaylara ilişkin bilgileri en ayrıntılı şekilde edinenler, ilâhî emirler doğrultusunda İslâmî hükümetin oluşumundan, hükümlerin yasalaştırılmasından ve toplumsal düzenin rayına konulmasından itibaren Ali'nin (a.s) her işte Peygamber'in (s.a.a) veziri olduğunu, düşmanlarına karşı ona arka çıktığını, ona yardım ettiğini, mübarek ömürlerinin sonuna kadar, onun uğruna vuruştuğunu, onun yanından ayrılmadığını göreceklerdir. Ev günü, diğer bir ifadeyle uyarı günü, bir start alma, harekete geçme günüydü ki, bilinç, cihad ve fedakârlık bakımından Ali b. Ebu Talib gibi başka bir sembol şahsiyete de tanık olmadı o gün.
Risaletin İlânından Hicrete Kadar Ali (a.s)
Kureyş, İslâmî davetin yayılmasını durdurma, Peygamber'in (s.a.a) tebliğ etmesini ve yol göstericilik yapmasını engelleme hususunda çaresizdi. Bütün stratejileri ve komploları boşa çıkıyordu, sonuçsuz kalıyordu. Suçlamaları ve tehditleri bir işe yaramıyordu. Çünkü Ebu Talib Resulullah (s.a.a) için sağlam ve aşılmaz bir sığınaktı. Ona yönelen Kureyş eziyetlerini ve baskılarını geri püskürtüyordu. Sonunda Kureyş, kindarlığını ve acizliğini ele veren korkakça bir yönteme baş vurdu. Çocukları kışkırtarak Peygamber'e (s.a.a) taş atmalarını sağladı. Bu noktada Ali b. Ebu Talib'in (a.s) rolü devreye girdi. Çünkü -Haşimîlerin yaşlısı ve lideri- Ebu Talib'in çocukları muhatap alması yaşına uygun düşmezdi. Ali, Peygamber'in (s.a.a) yoluna, onu taşa tutmak için pusu kuran çocukları kovalıyor, onları Peygamber'den (s.a.a) uzaklaştırıyordu.[98]
Şi'b-i Ebu Talib'de (Ebu Talib Vadisinde) Ali (a.s)
İslâm büyük bir hızla yayılıyordu. Artık Mekke'de Kureyşlilerin uykularını kaçıran bir yapı olmuştu. Çıkarlarını tehdit eden büyük bir tehlikeydi İslâm. Bunun üzerine müşrikler İslâmî davetin sesini bastırmak için şiddet ve baskı yöntemini devreye soktular. Düşmanlık ve azgınlık kılıçlarını sıyırdılar. Ebu Talib, Resulullah (s.a.a) için güvenilir bir koruyucu kalkan olma hususunda Kureyş'in tuzağına düşmedi. Kureyşliler, Kureyş liderlerinin nezdinde onurlu ve saygın bir yere sahip olan bu heybetli adamı aşamadılar. Peygamber'e (s.a.a) ilişemediler. Çünkü doğrudan Peygamber'e (s.a.a) saldırmak Ebu Talib'le birlikte bütün Haşimoğulları'nı karşılarına almak anlamına gelirdi. Kureyş'in de böylesine zor ve pahalı bir adımı atacak hâli yoktu.
Bunun yerine, kölelerden ve yoksullardan oluşan müstazaf Müslümanlara yöneldiler. Onları dinlerinden döndürmek, Peygamber'e (s.a.a) bağlılıktan vazgeçirmek için akıllara durgunluk veren işkence, baskı ve şiddet yöntemlerine başvurdular. Kureyş bu girişiminde, kaya gibi sarsılmaz bir dirençten, İslâm'a ısrarla bağlılıktan, İslâm'ın nebevî yönteminden ayrılmama kararlılığından başka bir şeyle karşılaşmadı. Resulullah (s.a.a) müstazaf Müslümanların kurtulmalarının tek yolunun Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a hicret etmeleri olduğunu gördü.[99]
Mekke'de Müslüman olarak seçkin ve gözde şahsiyetlerden başka kimse kalmadığına göre, kanlı bir yüzleşme ihtimallerin en uzağıydı. Bu durumda bütün alternatifler birer birer ortadan kalkıyordu. Bu durumda Kureyş'in elinde savaşa gerek duymadan Peygamber'i (s.a.a) zayıflatacak yöntemleri geliştirmekten başka bir alternatif kalmıyordu. Aldıkları karar, Haşimoğulları'nı ve onlarla beraber olanları, Peygamber'i (s.a.a) Kureyş'in baskılarından koruduklarını, himaye etmelerini bahane ederek sosyal ve ekonomik bir ambargoyla kuşatmaktı. Böylece Kureyş'in Haşimoğulları'na karşı pasif savaşı başlamış oldu.
Müslümanlar ve Haşimoğulları savunma ve himaye yöntemlerini en güzel şekilde uygulama fırsatını bulabilecekleri için Ebu Talib vadisinde toplandılar. Kureyş'in kalkışacağı herhangi bir fiili saldırı durumunda da daha rahat savunma yapmak mümkün olduğu için belli bir yerde toplu hâlde bulunmaları en uygun çözümdü.[100]
Peygamber'in (s.a.a) can güvenliğini sağlamaya dönük ek tedbir olarak Ebu Talib oğlu Ali'den, geceleri Peygamber'in (s.a.a) bulunduğu yerde nöbet tutmasını, vadi dışından gelip Peygamber'e suikast düzenleyebilecek kimselere karşı tetikte olmasını istedi.[101] Ali (a.s) babasının emir ve uyarılarını dikkate alarak, risalet ve risaletin taşıyıcısı uğruna canını hiçe sayarak Peygamber'in (s.a.a) yatağında geceliyordu.
Ali (a.s) canını tehlikeye atma hususunda bu kadarıyla da yetinmedi. Bazen ambargo altındakilere yiyecek getirmek için gizlice Mekke'ye gidiyordu.[102] Çünkü vadidekiler kimi zaman yerde biten otları yemek zorunda kalıyorlardı.
Böyle bir dönemde bu tür bir eylemi ancak sarsılmaz bir kalbe, yiğit bir yüreğe ve nebevî bir bilince sahip, Resul'ün sevgisinde kaybolan bir kimse göze alabilirdi. O da Ali b. Ebu Talip'ti. Gençliğinin taze baharının bir dönemini bu vadide geçirmişti. Vadiye on yedi yaşında girmiş, yirmi yaşında çıkmıştı. Bu onun hayatında yeni bir deneyimdi. Bu deneyim, tehlikelere aldırmamayı öğretmişti. Büyük felâketleri ve yıkımları metanetle karşılamasını sağlamıştı. Peygamber'e (s.a.a) bağlılığı daha da artmış, Allah'ın zatı ve Peygamber'in (s.a.a) sevgisi uğruna kendinden geçip fena bulurcasına sabır ve itaat üzere hareket edecek bir kişiliğe kavuşturmuştu.
Dostları ilə paylaş: |