TAYYARE ŞEHİTLERİ ANITI
Fatih Ilçesi'nde, Saraçhanebaşı'nda(-»), Fatih Parkı'ndadır. Mimarı Vedat Tek(->) olan anıt beyaz mermer ve bronzdan yapılmıştır.
Anıt Türk havacılık tarihinin ilk şehitleri Fethi, Sadık ve Nuri beyler için dikilmiştir. İki uçakla İstanbul'dan Kahire'ye 2.500 km'lik bir uçuş gerçekleştirmeyi planlayan pilotlardan Fethi Bey ile Sadık Bey 27 Şubat 19l4'te Şam-Kudüs arasında, öbür uçağın pilotu Nuri Bey ise 11 Mart 19l4'te Yafa'dan kalkarken şehit olmuşlardır.
Tayyare Şehitleri Anıtı Cumhuriyet öncesi alan anıtlarının iki örneğinden biri olup temeli 2 Nisan 19l4'te atılmış ve yapımı 19l6'da tamamlanmıştır. Diğeri Abi-de-i Hürriyet'tir(->).
Geleneksel Selçuklu-Osmanlı mimarisinin süsleme öğelerinin kullanıldığı mermer kaide üzerinde yükselen, kırık bir sütundan oluşan anıt, havacıların yarım kalan yolculuklarım simgelemektedir. Yaklaşık 7,50 m yüksekliğindeki anıtın, kaidesinin iki yanında madalyonlar içerisinde bronz bir kitabe ve bronz bir rölyef, sütun üzerinde ise bronz bir defne dalı yer almaktadır.
Bugün Fatih Belediye Başkanlığı binası olarak kullanılan eski kaymakamlık binası önündeki parka yerleştirilen anıt, yalın anlatımı, biçim ve boyutuyla çevresi ile uyumlu ilk anıt örneklerinden biridir.
NİLÜFER ERGİN
Tayyare Apartmanları' mn birinci kat planı. yıldırım- Yavuz
Tayyare Şehitleri Anıtı
Ertan Uca, 1994/TETTVArşivi
TAYYARZADE HİKÂYESİ
Olayları IV. Murad döneminde (1623-1640) yaşanılan "kitabi, mensur, realist" İstanbul halk hikâyelerinden biridir. Bu hikâyeyi, İsmail Habib (Sevük) "aşklı hikâyeler", P. N. Boratav "realist halk hikâyesi" başlığı altında vermektedir. Ö. Nutku ise, Boratav'ın "Tıflî Hikâye çemberi" içine almadığı bu hikâyeye meddahların kaynakları arasında yer vermemiştir. Ş. Elçin, hikâyeyi bütün özelliklerini bir araya getirecek şekilde değerlendirip "kitabi, mensur, realist İstanbul halk hikâyesi" adı altında vermiştir. Çevri Çelebi Hikâyesi^), Hançerli Hanım Hikâyesi(->) ve bunun varyantı olarak kabul edilen Letâifna-me(->), Sansar Mustafa Hikâyesi^), Tıf-lî ile iki Biraderler Hikâyesi(->) ve Kanlı Bektaş Hikâyesi'nde olduğu gibi, IV. Murad burada da ikinci derece kahramanlar arasındadır. Bu tür hikâyelerde sultanla beraber nedimi Tıflî de yer almaktadır.
Tayyarzade Hikâyesi, türünün en şanslı örneğidir. Hikâye konusuna yer veren bütün eserlerde özetinin verilmiş olmasının yanında birkaç kez de basılmıştır. Tayyarzade Hikâyesi adıyla iki defa basılmış olup ikincisinin tarihi belli değildir (1290; 46 s.). Elçin'in Hikâye-i Tay-yarzade adıyla verdiği nüsha bir yıl daha öncedir (1289, 48 s.). Tayyarzade Yahud Binbirdirek Vak'ası adıyla da basılan hikâye (1324, 27 s.), Tayyarzade Binbirdirek Batakhanesi adıyla da iki defa basılmıştır (1328, 1341, 32'şer s.). Bu nüshanın değişik bir basımı, Tosun Paşazade Mehmed Sedad tarafından ifade ve şekli değiştirilerek ve resimli olarak yapılmıştır (1328, 40 s.). Yazma nüshasına tesadüf edilemeyen hikâyenin özetine yer veren kaynakların kullandıkları ifadeler, farklı nüshalardan faydalanıldığını göstermektedir.
Hikâyenin özeti şöyledir: IV. Murad döneminde defterdarlık görevinde bulunan Hüseyin Efendi, açıkta kaldıktan sonra, bütün mal varlığı ve zenginliğine rağmen evinde yalnızlık çekmektedir. Dostu
TEBDİL GEZMEK
230
231
TEBHİRHAJVELER
Tosun Paşazade Mehmed Sedad'ın kaleme aldığı Tayyarzade Binbirdirek Batakhanesi (1328) adlı kitabın kapağı. Nuri Akbayar koleksiyonu
Derviş Mahmud'un bulduğu Tayyarzade adında, Arapça ve Farsça bilen, musikiden anlayıp tanbur çalan bir delikanlıyı evlatlık edinir. Bayram iznine giden Tayyarza-de'ye, yanlışlıkla bir uşak için hazırlanan bohça verilince buna alınan delikanlı geri dönmeyeceğine dair yemin eder. Musahibini aramak için kıyafet değiştirerek evinden ayrılan Hüseyin Efendi'den bir süre haber alınamaz. Bir hafta sonra, onun mühürlü kâğıdını getiren biri 1.000 altın alıp gider. Olay tekrarlanınca Tayyarza-de'den şüphelenilir; onu dövmek için giden karısı ve cariyeleri Hüseyin Efendi'nin orada olmadığını anlarlar. Ancak Tayyarza-de'nin de içine kurt düşmüştür. Tekrar para istemeye gelen adam takip edilince Hüseyin Efendi'nin batakhaneye düştüğü anlaşılır. Yer, Sultanahmet'te Fazlı Paşa Sa-rayı'dır. Paşanın kızı Cevherli Hanım, üç tuğlu birkaç paşadan dul kaldıktan sonra sarayı batakhaneye çevirmiştir. Yeterince soyulan zenginler daha sonra öldürülüp ortadan kaldırılmaktadır.
Sarayın önünde ne yapacağını düşünürken içeriden, arkasında birkaç cariye olduğu halde güzel bir kızın çıktığım gören Tayyarzade, onunla konuşur ve birlikte saraya girerler, içeride, pek çok kimseye bahşiş verilerek Cevherli Hanım'ın yanına çıkarılır. Aslında bu güzel kızlar çarşıya çıkıp peşlerine takılan zenginleri 40 odalı batakhaneye düşürmektedir. Ancak Tay-yarzade'ye âşık olan cariye Sahba Kalfa, sarayda dönenleri anlatır ve delikanlıya bir zararın gelmeyeceğini söyler. Tayyarzade, Hüseyin Efendi'den alınan yüzükleri yapan dervişi bulmak üzere 4 saatlik bir izin alır. Dışarı çıkınca, yanında Tıflî olduğu halde derviş kıyafetinde gezmekte olan IV. Murad'a rastlar ve durumu anlatır.
Padişah da kurbanlardan biri sanılarak özel odaya alınmak istenilirse de duruma kızan IV. Murad, Cevherli Hanım'ı hançerleyerek öldürür. Hüseyin Efendi de diğerleri gibi kurtarılır, yeniden defterdar yapılır. Tayyarzade ise Sahba Kalfa ile nikahlanır ve kendisine Cevherli Hanım'ın bütün mallarıyla 20 cariye bağışlanır. Ayrıca sultana musahip olur.
Hikâyede, Sevük'ün de belirttiği gibi, beşeri aşk odak noktası olarak ele alınmıştır. Eserden söz edenler, Hüseyin Efendi'nin Tayyarzade'ye karşı olan ilgisini evlatlıktan "gulamperestlik" sınırına kadar uzatmaktadırlar. IV. Murad, hikâyedeki kötülerin cezalandırılmasında fiilen rol alır ve Cevherli Hanım'ı hançerleyerek öldürür. Hikâyenin önemli kahramanlarından biri olan Hüseyin Efendi, benzer hikâyelerde gördüğümüz kahramanların aksine kitap meraklısıdır.
Tayyarzade, Cevherli Hanım ve Sahba Kalfa üçlüsünün bağlantısını, Hançerli Hanım Hikâyesi'nde de benzer şekilde Süleyman, Hançerli Hanım ve Kamer arasında görülür. Bu hikâye, aynı meddah hikâyelerinden olan ve Meddah Hakkı'nın^ anlattığı İstanbul Batakhaneleri adlı hikâyenin de kaynaklarından biridir; ayrıca, kitap haline gelmeden önce halk hikâyeleri gibi sözlü gelenekte yaşamıştır.
Hikâyede istanbul'u Yenibahçe, Sultanahmet, Topkapı, Şehremini, Şehzadebaşı, Beyazıt, Buğdaycılar Kapısı, Divanyolu, Irgat Pazarı, Binbirhane Sokağı vb Fazlı Paşa Konağı, Şükoğlu Mehmed Paşa Camii, Kemani Osman Dede Kahvesi gibi çeşitli semtleri ve mekanlarıyla da görebilmekteyiz.
Bibi. Ş. Elçin, "Kitabî, Mensur, Realist istanbul Halk Hikâyeleri", Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, I, S. l (Mart 1969), s. 74-106; M. N. Ozon, Türkçede Roman Hakkında Bir Deneme, îst., 1937, s. 106-108; İsmail Habib (Sevük), Edebiyat Bilgileri, îst., 1942, s. 302-303; P. N. Boratav, Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliğimiz, Ankara, 1946, s. 122-125; Nutku, Meddahlık, 99-100, 108-111.
SAlM SAKAOĞLU
TEBDİL GEZMEK
"Tebdil çıkmak" da denmiştir. Padişahların kıyafet değiştirip istanbul'da halk arasına karışmaları, gözlem ve denetimlerde bulunmalarıydı. Kentte işlerin nasıl gittiği, buyrukların uygulanıp uygulanmadığı konusunda, tebdil çıkışlarda saptamalarda bulunan padişah, saraya dönünce ilgililere yeni emirler verirdi. Tebdil gezen padişahın, hem bir ihsanda bulunması hem de ceza uygulatması yerleşmiş bir gelenekti. Padişahların yine tanınmayacakları kıyafetlerle çıktıkları gayriresmi gezilere de "tebdil binişi" deniyordu.
I. Süleyman'dan (Kanuni) (hd 1520-1566) önceki padişahların tebdil gezdiklerine ilişkin bilgi yoktur. Tarihçi Âli'nin yazdığına göre Kanuni, Vezirazam Makbul ibrahim Paşa ile kapıkulu süvarisi üniforması giyerek istanbul'da tebdil çıkardı. Uzun bir aradan sonra 17. yy'da, padişahların tebdil gezmeleri daha sık yine-
lenmeye başlandı. Bunun bir nedeni, tahta çıkan padişahların, şehzadeliklerini sarayda kafes hapsinde geçirdiklerinden özgürlüğü özlemeleriydi. Çocuk denecek yaşta tahta çıkan II. Osman (hd 1618-1622) bostancı giysisi ile saraydan çıkıp kenti dolaşırdı. IV. Murad (hd 1623-1640) daha çok geceleri, yanında bostancıbaşı ile cellatlar olduğu halde, ara sokaklara dalarak kaçak işletilen meyhaneleri, bozahaneleri, bekâr odalarını basar; içki ve tütün kullananları idam ettirirdi. IV. Murad bazen kardeşi Şehzade Süleyman'la tebdil gezerdi. Bir kez de sefere çıkmak üzere Üsküdar ordugâhında hazırlıklar yapan Vezirazam Tabanıyassı Mehmed Paşa'mn çalışmalarını, askerin disiplinini izlemek üzere Üsküdar'a geçmiş, kıyafet tebdili ile ordugâhı dolaşmıştı. Ordu Maltepe menzilinde iken bir daha tebdil çıkan padişah, kimi vezirlerin birlikleri başında olmadıklarını saptayarak bunları Kıbrıs'a sürgün etmişti. Genellikle Edirne'de oturan IV. Mehmed (hd 1648-1687) ile ardılları II. Süleyman (hd 1687-169D, II. Ahmed (hd 1691-1695) ve II. Mustafa (hd 1695-1703) çoğu zaman bu kentte tebdil çıkmaktaydılar.
Tebdil gezmeyi, padişahlığın başlıca gereklerinden sayan ve sıklaştıran sonraki padişahlar I. Mahmud (hd 1730-1754), III. Osman (hd 1754-1757), III. Mustafa (hd 1757-1774), L Abdülhamid (hd 1774-1789) ve son olarak da III. Selim'dir (hd 1789-1807). Daha sonraki padişahların ise tebdil gezdiklerine ilişkin tarihlerde bir kayda rastlanmamaktadır. III. Osman, 50 yılı aşkın kafes hayatından sonra tahta oturunca hemen her gün istanbul'da tebdil çıkmaya başlamıştı. Onun tebdilen bir at üstünde gezişi, çarşılarda gözleme, leblebi, kebap, muhallebi yemesi, hapisten kurtulan bir insanın psikolojisini düşündürmektedir. III. Mustafa ise, genellikle erkenden kalkar, bazen bir derviş kıyafetiyle Ayasofya'ya giderek burada sabah namazını kılıp daha sonra da kentte dolaşırdı. Mür'it-Tevarib'te "padişahların tebdile çıkmasındaki" yarardan söz edilirken III. Mustafa'nın bir gün Kara-ağaç'tan, tebdil ile Dolmabahçe'ye geldiği, rastladığı emektar saray aşçısını ödüllendirdiği ve sakal bırakması için izin verdiği, bir başka gün ise Topkapı Sarayı'nda Orta Kapı'dan çıktığı sırada 600 kişilik kapıcı kadrosuna karşın nöbette kimsenin bulunmadığını saptadığı, 10 kadar kapıcıyı Yedikule'de hapsettirdiği, yine bir başka gün "bir tercüman keferesinin peşine takılıp halini tefahhus buyurdukda" devlet adamlarının konaklarına girip çıkıp devlet sırrı öğrendiğini saptadığı, bu tercümanı Yalı Köşkü'nde huzuruna getirtip katlettirdiği vb örnekler verilmektedir. I. Abdülhamid de uzun bir kafes yaşamından sonra padişah olunca tebdil gezmeye ve tebdil binişlerine ilgi duymuştu. Bir risale yazarı, bu padişahı bir gün Atmey-dam'nda, başında din bilginlerine mahsus kavuk ve üzerine sarılı yeşil destar ile gördüğünü, merak edip peşine takıldığını, kulluk yeniçerilerine altınlar dağıttığını gördüğünü anlatmıştır. L Abdülhamid, ço-
ğu zaman, seyit, şerif ve derviş kıyafetleriyle tebdil gezmekte, çarşıları, meydanları dolaşmakta, edindiği izlenimlere dayalı olarak sadrazama veya sadaret kaymakamına hatt-ı hümayunlar yazmaktaydı. Örneğin bir seferinde, Aksaray'da bir çeşmenin musluğunun söküldüğünü görmüş, bunun için dahi ilgilileri uyarmıştı. Yine çok saygı duyduğu, Galata Sarayı Oca-ğı(-») hocası Geredeli Hacı Halil Efendi'nin Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazına da tebdilen katılmıştır.
III. Selim, tebdil gezmeyi bilinçli ve programlı sürdüren tek padişah olmuştur. O, genellikle öngördüğü yeniliklerin ve uygulamaya konulan projelerin ne ölçüde gerçekleştirildiğini görmek için tebdil gezmekteydi. Tophane'ye, Baruthane'ye, Tersane'ye, Tüfenkhane'ye, Levent Çiftli-ği'ne, kışlalara tebdil gezmelerinde saptadıklarını sadrazama veya sadaret kaymakamına yazarak yeni direktifler vermekteydi. Örneğin, Arabacılar Kârhanesi'nde gördüklerini, sadaret kaymakamına "Kaymakam paşa! Şimdi tebdilen Arabacılar Kâr-hanesi'ne gitdim, toplara baktım, bana on dokuz top deyu yazdınız, anda on dört top var, o dahi ufakdır, beşer okkalık yokdur, öyle küçük top neye yarar?" veya Barutha-ne'de gördüklerini "Dünkü gün tebdilen Baruthane'ye vardım, beni bilmediler, ni-çün bunda az barut tabh olunur, deyu sual eyledim, ağam, bizim gündelik altışar paradır, altı para ile adam günde olunabilir mü, dediler" diye yazdığı gibi; kentteki günlük yaşamı da tebdillerinde izleyerek emirler veriyordu. Bir seferinde dilencilerin çokluğu dikkatini çekmiş ve "Kaymakam paşa! Cumalarda, tebdillerde görüyorum, miskinler sâillik ediyorlar, anlar gelmek âdet değildir, tenbih edesin öyle yaralıları meskenlere göndertesin, ve-sair el ve ayağı ve gözleri sağ olub kâr ü kisbe gücü yetenler sâillik etmesünler ve külhani çocukları külhanlara komasunlar" yollu bir hatt-ı hümayun yazmıştı. Yine, Üsküdar'da tebdil gezerken, Kalyoncular Çarşısı'nda "ehl-i arz" kadınları, kalyon-
Tophane (sol) ve Üsküdar tebhirhaneleri, 1991.
Nuran Yıldırım fotoğraf arşivi
cuların kaldırıp götürmek istediklerine bizzat tanık olduğunu, yanına tebdil hasekileri alıp peşlerinden gittiğini, fakat dağılıp kaçtıklarını sadaret kaymakamına yazdığı gibi, bir başka sefer Divanyolu'ndan tebdilen geçerken fırın önündeki kalabalıktan bir kişinin "Bir dahi yiyecek ekmek bulamıyoruz" diye bağırdığını duyduğunu, bundan çok üzüldüğünü, ramazan-ı şerifte halkın sıkıntı çekmesine izninin olmadığını yazdığı saptanmaktadır.
Padişahların tebdil gezişlerinde, tebdil hasekisi denen 12 bostancının, hem koruma görevlisi hem de padişahın ayaküstü verdiği emirlerin uygulayıcıları olarak kendisini izledikleri, bunların da tanınmayacak tarzda giyindikleri bilinmektedir. Tebdil gezen padişahı tanıyanların, bunu belli etmeleri, arzuhal vermeye kalkışmaları iyi karşılanmazdı. Örneğin, Çorum alaybeyi iken azledilen ve istanbul'a gelen Feyzullah, tebdil gezen III. Mustafa'nın önüne birkaç kez çıkıp durumunu anlatmış, hattâ bir seferinde, Üsküdar çarşısında "Ya ekmeğimi ver, ya beni katleyle!" demiş, padişah ise bunun işini halledersem, herkes bu yola başvurur diye adı geçeni idam ettirmişti.
Tebdil gezen padişahların, halktan birkaç kişiyi doğrudan veya dolaylı ihsanlarla mutlu kılmaları da bir gelenekti. Cezanın ve iyiliğin her tebdilde uygulanması, halkın padişahtan hem korkup hem de ona dua etmesi içindi.
Tebdil binişi denen gayriresmi gezilere çıkan padişahlar ise çoğu zaman suyo-lunu tercih etmekteydiler. Tebdil piyadesi denen ve küreklerini tebdil hamlacılarının çektiği kayıklarla genellikle Boğaz köylerine ve bahçelerine gidiliyordu.
II. Mahmud'un (hd 1808-1839) günlüğünü tutan Hızır İlyas Ağa'nın Vekayi-i Le-taif-i Enderun adlı eserinde, bu padişahın tebdil çıktığına ya da tebdil binişi düzenlediğine ilişkin bir açıklamaya rastlanmaması, bu padişahtan başlayarak son Osmanlı hükümdarlarının tebdil geleneğini bıraktıklarına bir kanıttır. Buna karşılık,
Ahmed Vefik Paşa'nın(^), 1878'deki kısa başvekilliğinde istanbul'da tebdil gezdiği, karaborsacıları, kaçak öteberi satanları cezalandırdığı bilinmektedir.
İstanbul'da şehremaneti(-») kurulduktan sonra zabıta memurlarından seçilen bir grup "tebdil" adı altında, kentte dolaşır ve saptadıkları yolsuzlukları amirlerine duyururlardı.
Bibi. Tarih-i Peçevî, II, 348-349; Kâtip Çelebi, Fezleke, İst., 1268, II, s. 9; Tarih-i Vâsıf, I, 96; Vekayi-i Letaif-i Enderun, İst., 1276; Tayyarzade Ata, Tarih-i Ata, I, İst., ty, s. 214, 293; Mür'i't-Tevarih, II/A, 19, 35-37; E. Z. Karal, Selim IlI'ün Hatt-ı Hümayunları, Ankara, 1988, s. 62 vd; Uzunçarşıh, Saray, 59-62; Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 428-429.
NECDET SAKAOĞLU
TEBHİRHANELER
Kolera, çiçek, suçiçeği, veba, kızıl, kızamık, tifo, tifüs, dizanteri, difteri, verem, lo-husa humması ve boğmaca gibi bulaşıcı hastalıklardan birine yakalanan kişilerin giysi ve eşyalarım basınçlı su buharı ile, bu hastalıkların görüldüğü mekânları, kimyasal maddeler ile dezenfekte etmekle görevli sağlık kurumları.
1893'te istanbul'da görülen kolera salgınında Fransa'dan gelen Dr. Andre Chan-temesse'in şehirdeki incelemelerinden sonra verdiği rapor üzerine istanbul'da üç tebhirhane açılması kararlaştırılmış, Paris Tebhirhaneleri Müfettişi Eugene Mondra-gon da dezenfektör olarak tebhirhaneler muallimliğine getirilmiştir. Mondragon 1908'e kadar bu görevi yürütmüştür.
ilk olarak 17 Aralık 1893'te Gedikpaşa Tebhirhanesi açılmış, onu Tophane (Bat-pazarı) ve Üsküdar (Açıktürbe) tebhirha-neleri izlemiştir. Üç tebhirhane binası da aynı sistemde inşa edilmişti, sadece dış görünüşlerinde bazı değişiklikler vardı.
Tebhirhanelerde, bulaşık ve temiz olmak üzere iki bölüm bulunuyordu. Bu iki bölümü ayıran duvara büyük bir etüv makinesi monte edilmişti. Etüvün bulaşık ve temiz bölümlere açılan iki kapağı vardı. İki bölümde de birer kapı, meydanlık, ara-
TEK, VEDAT
232
233
TEKFUR SARAYI
balık, ahır, müstahdem odası ve samanlık bulunmaktaydı. Bulaşık ve temiz bölümlerin personeli ile kullandıkları araç ve gereç ayrıydı. Bulaşık tarafın görevlileri, kendilerine ait özel arabalarla belediye görevlilerinin bildirdiği, hastalık görülen yerlere gitmekte, burayı dezenfekte ettikten sonra topladıkları eşyayı büyük çuvallar içinde tebhirhanenin bulaşık bölümüne getirmekteydiler. Etüvün bulaşık tarafa bakan kapağı açılarak eşya ve giysiler demir raflara yerleştirilmekte ve etüv çalıştırılmaktaydı, içindekiler, 110 derece basınçlı su buharı ile dezenfekte edildikten sonra bu kez, temiz bölümün görevlileri kendi taraflarına bakan kapağı açarak mikroptan arındırılmış eşya ve giysileri alıp bir süre kuruttuktan sonra, arabalar ile alındığı yere iade etmekteydiler.
Kolera salgınları sırasında tebhirhane-lerden çok yararlanılmış, salgın olmadığı zamanlarda da koruyucu olarak umumi yerler ve bekâr odaları dezenfekte edilmiştir. 1910'da İstanbul'da baş gösteren kolera salgını, tebhirhanelerin Fındıklı ve Ba-lat gibi enfeksiyon odaklarındaki başarılı dezenfeksiyon uygulamaları ile kısa zamanda söndürülmüştür. Aynı yıl İstanbul'da okul, dükkân, tramvay, tünel, kayık ve vapurların da bulunduğu 89.970 yer temizlenmiş ve 182.631 parça eşya etüvden geçirilmiştir.
Tebhirhaneler 1911'de Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyeti'ne devredilmiş, bu tarihten sonra onarılıp yenilenmiştir. 1930'da yürürlüğe giren Umumi Hıfzıs-sıhha Kanunu'nun 85. maddesi ile kullanılmış elbise ve eşyalann tathir edilmeden satılması yasaklanmıştır. Böylece Cumhuriyet döneminde tebhirhaneler bulaşıcı hastalıklar yanında, kullanılmış eşya ve giysileri de dezenfekte etmeye başlamışlardır. Araç ve gereçleri yenilenmeyen tebhirhaneler ihtiyacı karşılayamaz olmuş, ancak buna rağmen 1975-1976 yıllarında, 1.988 hasta, evinde muayene edilerek bu hastaların giysileri ile kullandıkları eşya ve araç gereç ayrıca satışa çıkarılan kullanılmış eşyalardan ibaret toplam 122.867 parça dezenfekte edilmiştir.
Tophane Tebhirhanesi 1980'den önce kapanmış ve geçirdiği bir yangınla binası harabeye dönmüştür. 1991'de, büyükşe-hir belediyesi tarafından onarılıp yeniden düzenlenerek semt konağı olarak kullanılması planlanmıştır. Gedikpaşa Tebhirhanesi de aynı yıllarda kapanmış, binasında bir süre bakırcı esnafı barınmış ve Bedrettin Dalan'ın belediye başkanlığı sırasında (1984-1989) yıktırılarak arsa karşılığı bir müteahhide verilmiş ve işhanı yaptırılmıştır. Daha sonra belediye buradaki hissesini satmıştır. Bugün Belediye İşhanı adıyla kullanılmaktadır.
Doğancılar Caddesi ile Tebhirhane So-kağı'na bakan, Üsküdar Tebhirhanesi onanma muhtaç olmakla birlikte sobası, etüv makinesi ve bütün mekânları ile günümüze kadar ulaşmıştır. Halen kuruluş amacına uygun olarak Anadolu yakası ilaçlama ve dezenfeksiyon ünitelerini barındırmaktadır. Motorlu ilaçlama servisi
vardır, başvuru halinde evlere ücretli ilaçlama yapılmakta ve okullar ücretsiz olarak dezenfekte edilmektedir. Veteriner Müdür-lüğü'ne bağlı köpek itlaf üniteleri de burada bulunmaktadır.
NURAN YILDIRIM
TEK, VEDAT
(1873, İstanbul -1942, İstanbul) Mimar.
Osmanlı vezirlerinden, Giritli Sırrı Paşa ile şair ve bestekâr Leyla Saz'ın(-») oğludur. İlk eğitiminden sonra girdiği Mek-teb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) onuncu sınıftayken 1889'da babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin desteğiyle, eğitimini sürdürmek üzere Paris'e gitti. Lise eğitimini burada, Ecole Monge'da tamamladıktan sonra Academie Julien'de resim, Ecole Centrale'da mühendislik okumuş, 1895'te katıldığı bir yarışma sonucunda ilk 9 kişi arasına girerek Ecole National deş Beaux Arts'da mimarlık tahsili yapmaya hak kazanmıştır. Mimarlık eğitimini tamamladıktan sonra, 1898'de İstanbul'a dönmüş, özel bir büro açarak ilk yapıtlarım vermeye başlamıştır. İlk ününü Kastamonu Hükümet Konağı'nın projelerini hazırlayarak yapmıştır. 1899'da şehremaneti heyet-i fenniye başkanlığına atanmış, bu görevinin yamsıra Sanayi-i Nefise Mek-tebi'nde(->) de fenn-i mimari dersleri vermiştir. 1905'te Posta ve Telgraf Nezareti başmimarlığına atanmıştır. Bu görevi sırasında en ünlü yapıtı olan, Sirkeci'deki Posta ve Telgraf Nezareti binasmı(->) 1909' da tamamlamıştır. Bu binanın arkasındaki küçük mescit Tek'in tasarladığı tek dini amaçlı yapı olarak bilinmektedir (bak. Hobyar Mescidi).
1909'da V. Mehmed (Reşad) tarafından saray başmimarlığına atanan Tek, çeşitli saraylardaki onarım ve ek inşaat işleriyle uğraşırken, 1909-1910'da ününü pekiştiren ikinci önemli yapısını, Sultanahmet'teki, Tapu ve Kadastro binasını tamamlamıştır. 1913'te Enver Paşa tarafından Harbiye Nezareti başmimarlığına atanan Tek, 3 yıl süren bu görevi sırasında Enver Paşa'nm Kuruçeşme'deki köşkünü de inşa etmiştir. Aynı yıllarda, konut bölgesi olarak gelişmeye başlayan Nişantaşı ile Harbiye arasındaki yeni Valikonağı Caddesi üzerinde iki arsa alarak kendisine iki ayrı ev yapan Tek'in 1913'te tamamlanan ve Nişantaşı Palas adıyla bilinen ilk konağı 19öO'lı yıllarda yıkılmıştır. Bunun bitişiğindeki kö-
Vedat Tek
Cengiz Kahraman arşi.
şe arsa üzerinde inşa edilmiş olan ikinci konak ise mimarın sanatını en iyi yansıtan yapılardan biri olarak günümüze kadar gelmiştir.
Seyr-i Sefain Idaresi(-0 adına, 1915-1917'de Haydarpaşa İskelesi(->) ve Moda IskelesiO) ile Karaköy'de, Ziraat Bankası karşısındaki Seyr-i Sefain Acentesi de Tek tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiştir. İskeleler bugün de durmalarına karşılık, acente binası 1950'lerdeki kent içi düzenlemeler sırasında yıktırılmıştır.
Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte 1924'te Atatürk tarafından Ankara'ya çağrılan Tek, burada ilk olarak Çankaya'da, Gazi Köşkü adıyla tanınan bağ evini tadil etmiş ve buna bir sekizgen kule eklemiştir. Ankara'da, 1924-1925 arasında yaptığı en önemli yapı ise Cumhuriyet Halk Fırkası merkezi olarak tasarlanıp bittikten sonra ikinci TBMM binası olarak kullanılan binadır. Bunun karşısında yer alan Ankara Palas, yapıyı projelendiren mimarın temeli attıktan sonra anlaşmazlıklar nedeniyle İstanbul'a dönmesiyle yarım kalmış ve daha sonra Kemaleddin Bey(->) tarafından tamamlanmıştır.
1927'de Mimar Kemaleddin Bey'in ölümünden sonra Ankara'ya gelen yabancı mimarların da etkisiyle Ulusal Mimarlık anlayışı gücünü yitirmiş ve yerini giderek daha uluslararası bir anlayışa bırakmış, 1930'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde(-»), ulusal mimarlık ilkelerine göre eğitim veren Tek'in ve G. Mongeri'nin(->) atölyelerinin kapatılmasıyla da Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi sona ermiştir.
1930'dan sonra gelişen uluslararası mimari biçimleme yöntemlerine ayak uydurmaya çalışan Tek'in bu yıllardaki çalışmaları genellikle İstanbul'da yeni görülmeye başlayan apartman yapıları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunların arasında, 1930'la-rm başlarında inşa edilmiş olan Valikonağı Caddesi'ndeki Yayla Apartmanı, Maçka Caddesi üzerindeki Azim Apartmanı ve Teşvikiye Caddesi'ndeki Güneş Apartmanı, geçiş dönemi mimari biçimleme anlayışım yansıttıkları için ilginçtirler.
Tek'in İstanbul'daki öbür yapıları arasında Eminönü'ndeki Liman Hanı (Mesa-det Hanı) (1912), Karaköy'deki Muradiye Ham (1915), Üsküdar'daki Nemlizade Tütün Deposu (1925), Karaköy'deki Tahir Hanı (1935), Fatih'teki Tayyare Şehitleri Anıtı(->) sayılabilir.
Bibi. Y. R. Demirbel, "Prof. M. Vedat Tek", Ar-kilekt, S. 9-10 (1941-1942); N. Emre, "Mimar Vedat Tek'in Sanat Hayatı", ae, S. 9-10 (1941-1942); S. N. İleri, "Mimarlarımızdan M. Vedad", Yapı, S. 15 (1942); S. Özkan, "Mimar Vedat Tek 1873-1942", Mimarlık, S. 121-122 (1973). YILDIRIM YAVUZ
Dostları ilə paylaş: |