GENÇ İSYANI: Karşı – Devrimci “İrticai” Ayaklanma
İsyan, 13 Şubat’ta Genç Vilayetine (Bingöl) bağlı Piran’da Şeyh Sait ve taraftarları ile jandarma arasında çıkan silahlı çatışma ile başlamıştır. Silahlı çatışma, Hükümete muhalif kişilerle iletişime geçmek üzere Piran’a geldiği iddia edilen Şeyh Sait ile O’nu tutuklamak isteyen jandarma arasında meydana gelmiştir. Şeyh Sait, 1924 yılında çıkan Nasturi ayaklanması ile yakından ya da uzaktan ilgisi olduğu düşünüldüğünden Bitlis Harp Divanı’nda ayaklanmada rol alanlar hakkında açılan davadan dolayı aranmaktadır. Çatışma sonunda, jandarma birlikleri Şeyh Sait taraftarları tarafından esir alınmış; Genç hapishanesine ve Jandarma Dairesine tecavüz edilmiş; Çapakçur’da Hükümet konağı zapt olunmuştur. Aynı gece, Şeyh Sait telefon tellerini kopararak hükümete isyan ettiğini ilan etmiştir.
İsyan, kısa sürede Genç ili merkezine, Hani, Lice ve Palu’ya yayılmıştır. İsmet İnönü’nün anlatımı ile müfrezeler Şeyh Sait’i yakalamak için hem Piran’a hem Hani’ye baskına gitmiştir. Ne var ki, bölge askeri birlikleri isyanı bastırmada yetersiz kalarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Hatta daha sonra Elâziz’e (Elazığ) geçen Şeyh Sait’in peşinden giden müfreze de geri çekilmek zorunda kalmıştır (ZC C.17 İ.96 s. 150-151). Diyarbakır’da rüzgar tersine döner ve Mürsel Paşa komutasındaki müfreze, Şeyh Sait birliklerini dağıtır. 26 Mart’a gelindiğinde, Şeyh Sait’in birlikleri, Varto, Elâzığ ve Diyarbakır taraflarından sarılmıştır (AKSCK s. 210; ATCK s. 433). Nisan ayında Lice ve Silvan askeri birlikler tarafından ele geçirilmiştir ve 15 Nisan’da Şeyh Sait ile bir takım elebaşları yakalanıp Şark İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edilir. Mayıs ayında Şeyh Sait ve diğer sanıklar, Diyarbakır’a getirilir ve 14 Mayıs’da Şark İstiklâl Mahkemesi Genç isyanı sanıklarını yargılamak üzere duruşmalara başlar. 27 Haziran’da Şark İstiklâl Mahkemesi'nde Savcı Süreyya (Örgeevren) Şeyh Sait ve diğer sanıklar hakkındaki iddianamesini hazırlar ve 28 Haziran’da Mahkeme Şeyh Sait ve diğer sanıklar hakkında idam kararı alır. Şeyh Sait ve 47 sanık hakkındaki idam hükmü, 2 Temmuz’da Diyarbakır'da infaz edilir (HM, 2 Temmuz 1925).
27 Haziran'da İstiklal Mahkemesi’nde okunan savcının iddianamesine göre, isyan "Peygamber dininin yükselmesi perdesi altında olmuştur. Oysa asıl amaç, Türk vatanının belirli bir kısmını Anadolu'dan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozup, dağıtmaktan ibarettir." Şeyh Sait yaptığı savunmada, isyanın planlı olmadığını, amaçlarının "Hükümete Şeriat meselelerini anlatmak" olduğunu, Kürdistan kurmak gibi bir amaçlarının olmadığını ve içerden ya da dışardan herhangi bir teşvik ya da destek almadığını belirtmiştir. Mahkeme kararında, "din ve şeriat araç yapılarak, gerçekte bağımsız bir Kürdistan kurmak amacına yönelik" isyanda Şeyh Sait ve diğer elebaşlarını idama, diğerlerini hapse mahkum etmiştir ve bir kısmının da "ademi mesuliyet"ten beraatine karar vermiştir (HM, 29 Haziran 1925; Aybars, s.243-252).
İsyan’ın önemi ve bir an önce bastırılması gerekliliğine dair Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) hükümet (CHF) ile muhalefet (TCF) arasında görüş ayrılığı yoktur. Bölgede sıkıyönetim ilan edilmesine dair tezkere oybirliği ile kabul edilmiştir (ZC C.14 İ.64). Muhalefet Partisi temsilcisi olarak konuşan Kazım Karabekir de isyan bölgesindeki tedbirler için kendilerinin de destek vereceklerini belirtmiştir: “dini âlet ittihaz ederek, mevcudiyeti milliyemizi tehlikeye koyanlar, her türlü lânete layıktır. Hükümetimizin kanunî olan icraatına biz de bütün mevcudiyetimizle müzahiriz. Dahilî ve haricî herhangi bir tehlike karşısında, bütün cihan bilmelidir ki, bu vatanın yekvücut evlâtları her zaman, her fedakârlığa âmadedir. (Şiddetli alkışlar)” (ZC C.17 İ.96 s. 309).
Görüş ayrılığı isyanın din maskesi altında etnik içerikli bölgesel bir isyan mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti ve devrimlerine karşı siyasetin, karşı-devrimciliğin ürünü olan yayılması olası ulusal nitelikli bir ayaklanma mı olduğu noktasındadır.
İsyan döneminde başbakan olan Ali Fethi Bey, Arnavutluk isyanı ile 31 Mart vakasında olduğu gibi, Şeyh Sait isyanında da dinin siyasete alet edildiğini savunmaktadır (ZC C.17 İ.96 s.308). Kürdistan’da hükümet teşkil edilecek, Piran merkez olacak ve İslamiyet yeniden ihya edilecektir. Şeyh Sait de mehdi olarak başa geçecektir. Sonuç olarak, isyan, din elden gidiyor adı altında başlatılmıştır ama Kürdistan’da bir hükümet kurma amacını taşımaktadır (ZC C.17 İ.96 s.150-151). Sivas mebusu Halis Turgut Bey de, Cumhuriyetin Türk ve Kürt kardeşliğini yaşattığını ve Teşkilâtı Esasiye’de “bu cumhuriyetin hududu dahilinde bulunan aksam[ın] hepsi[nin] Türk” olduğuna ve bu olayın, Kürtlük peşinde koşan bir azınlık tarafından başlatıldığına inanmaktadır (ZC C.15 İ.69 s. 136).
Diğer taraftan, Mustafa Kemal, Genç isyanının “din maskesi altında” Hükümet ve Cumhuriyetin zayıflaması için bir müddetten beridir devam eden faaliyetlerin bir ürünü olduğunu iddia etmektedir (HM, 7 Mart 1925). Diğer bir deyişle, Genç isyanı karşı-devrimciliğin isyanıdır ve bu isyan, irticai bir görünüme sahiptir; fakat ideolojiktir ve tüm ulusu tehdit etmektedir.
Bu görüş ayrılığında Ali Fethi Bey hükümeti azınlıkta kalarak istifa etmiş yerine İsmet Paşa başbakanlığa getirilmiştir. İsyanın, karşı-devrimci karakter taşıdığına inanan Hükümet, isyan bölgelerinde sıkıyönetim ilan edilmekle yetinmeyecek, ulusal çapta karşı-devrimci olarak nitelenen tüm odaklara, kişilere, kurumlara karşı Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri ile savaş açacaktır.
Dinin Siyasete Alet Edilmesinin Önlenmesi: İrtica vatan hainliğidir
Karşı devrimcilerin, dini siyasete alet ederek yükseldiği tezinden yola çıkan Hükümet, öncelikle dinin siyasete alet edilmesini önlemeye çalışacaktır.
Teşkilatı Esasiye Kanunu 2. Maddesinde devletin dini olarak İslam benimsenmiştir: “Türkiye devletinin dini dini islâmdır, resmi dili türkçedir, makam Ankara şehridir.” Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti kurucu kadrosu, istiklal savaşı sırasında en çok dinin siyasete alet edilerek halkın kendilerine karşı ayaklandırılmasından şikayet etmektedir:
“Beşeriyete kâfili saadet olmak üzere vaz ve neşrolunan mukaddes dinler, tarihin seyrinde muhteriz [sakınan], nahak ve zalimane emellerin terviç [değerini artırmak] ve tatminine vasıta edilmek gibi gayeler ile tamamen zıt ve makûs bir akıbete dûçar edildiler [zıt bir sona yakalanmıştır]… safahati pek canlı bir surette yaşayan Türk vatanı ve Türk Milliyeti, istiklâl muharebatında matrut hanedanı hilâfet, ahkâmı diniye namına mücahitlerin katline fetva çıkartacak kadar, Türk tarihinin asla affedemeyeceği haine cüretlerde bulundu… Inkılâbımıza ve bunun en yümünlü eseri olan Türk Milletinin içtimaî ve siyasî rüştünü müsbit cumhuriyetimize karşı son günlerde irticakâr suikastlarla hareket edenlerin, gene ahkâmı mukaddesei diniye ile yer bir kısım halkı iğfal ve izlâl etmekte oldukları tahakkuk etmiştir.
Vicdan ile Allah arasında bir vasıtai telâki olan dinler, vasıtai siyaset ve binnetice vasıtai ihtiras oldukça harimi nezahetlerinin müteessir olacağında şüphe yoktur.” (Hıyaneti Vataniye Kanunun Tadili Hakkındaki Kanun Genel Gerekçe, ZC C.14 İ.64 s.309).
Karesi mebusu Vehbi Bey’in tabiriyle “Her başına iki arşın sarık saran kimse, hocayım diye milletin arasında dolaşmasın. (Bravo sesleri)… Yarın bendeniz başıma iki arşın sarık sararak çıksam milletin arasına, dilimin tatlılığına, fesahatime, belâgatime güvensem de, bu Cumhuriyet bu islâmiyete mugayirdir diye hezeyan savursam, mani yoktur” (21.2.1341 C.14 İ.61 s. 213-214).
Başbakan Ali Fethi Bey de tespite katılmakta ve bu yönde önlem alınacağını beyan etmektedir: “İlmi kisve altına girmiş olan bazı adamların din namı altında bir takım saçma sapan propogandalarla halkın efkârını tesvil ettikleri vardır. Bu itibarla bir tedbir almak behemahâl lâzımdır” (ZC C.14 İ.61 s. 218).
Şubat ayında ortaya çıkan Şeyh Sait isyanı tarihi tecrübeye eklenince, 25 Şubat’ta Meclis’de hiç tartışılmadan 556 sayılı “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na eklenen bir madde ile "dinin siyasete alet edilemeyeceği, bu suçun vatan ihaneti sayılacağı" kabul edilmiştir (RG: 26.2.1341/85):
“Madde 1: Dini veya mukaddesatı diniyeyi siyasî gayelere esas ve âlet ittihazı maksadıyle cemiyetler teşkili memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar haini vatan addolunur. Dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek, şekli devleti tebdil ve tağyir veya emniyeti devleti ihlâl veya dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali arasına fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müştemian kavli veya tahriri veyahut fiilî bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bunanlar kezalik haini vatan addolunur.”
Bu düzenleme ile din, kişinin vicdani alanına hapsedilmekte; dinin toplumsal alandaki rolleri tasfiye edilmektedir.
1925 senesi içerisinde, dinin siyasete alet edilmesini önlemeye yönelik başka tedbirler de alınmıştır.1 Örneğin, 30 Kasım’da kabul edilen 676 sayılı “Ceza Kanununun 131nci Maddesini Muaddil Kanun” ile Diyanet İşleri Reisliği tarafından belirlenen ve kendi mensuplarına verilen dini kıyafetlerin başkaları tarafından kullanılması yasaklanmıştır (ZC C.19 İ.17):
"Türkiye Devleti tarafından mail ve mezun olmadığı nişanı takan ve kendi rütbesinin mafevkinde elbisei resmiye veyahut hiçbir rütbe ve memuriyeti olmadığı halde üniforma telebbüs eyleyen ve Diyanet İşleri Reisliğine merbut dinî memurlara Hükümetçe tesbit edilen kıyafeti hilâfı salâhiyet ve mezuniyet iktisa eden eşhas üç aydan bir seneye kadar hapsolunur."
Bu düzenlemeye, dini kıyafetleri giyerek resmi memur kılığı ile halka seslenen kimselerin var olduğuna dair istihbaratlar neden olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |