- Boş ver tatava burjuvayı...
Bir beğeniyle, saygıyla dinliyorlardı. İçerde boşa yatmamıştı demek. Yooo, yanlış anlaşılmasın. 141-142'den yatmadı o.
(3 Ağustos 1974)
AYIP AYIP, SEN CİCİ KIZSIN!
Sinirlerin hayli gergin olduğu sıralarda hükümet içerde ve dışarda birçok pürüzü gidermenin rahatlığına kavuşmuştu. Siyasal yönden zincirlerinden kurtulmuş gibiydi. Olaylar, Türkiye'de asker-sivil ilişkilerine yeni bir çerçeve de getirdi. Başbakan sadece Anayasa gereği olarak Genelkurmay Başkanının âmiri değil, tüm askerlerin saygısını da kazanmış, bilgisine ve kafasına güvenilir kişi durumuna gelmiştir. Bu Ecevit'in yetenekleriyle de saptadığı, kabul ettirdiği bir nitelikti. Daha kısa bir süre önce, buyruğundaki bürokratlara söz dinletemeyen hükümet birdenbire, bütün kurullar üstünde otoritesini dinletir hale gelmiştir. Olaylar öylesine gelişmiştir ki Türkiye, taa vaktiyle İnönü'nün "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de yerini alır" dediği yerine gelmiş ve yerini almıştır. Şimdiye değin hep Türkiye'ye şu söylenegelmişti:
- Aman müdahale etmeyin...
Bu kez karşılık tek olmuştur:
- Niye müdahale etmeyelim...
İlk kez, Türkiye yakın dostları istediği yahut reddettiği için değil, haklı olduğu için "müdahale" etme olanağını bulmuştur.
Kıbrıs çıkartmasının üstünden neredeyse haftalar geçtiği halde, bütün ülkede konu tazeliğini yitirmemektedir. Başbakan Ecevit'e telgraflar mektuplar yağmaya devam etmekte. Son günlerde, muzip bir vatandaş, ahretten İnönü'nün ağzıyla da bir mektup yolladı. Ecevit'e. Atatürk'ün uzun süre beklettikten sonra, kabul ettiğini bildiriyor İnönü. Atatürk, "Ne iyi etmişim de gençliğe emanet etmişim" diyormuş. İnönü'nün de bir ricası var: "Bu mektubumu damadım görmesin, kullanmağa kalkar" diyesiymiş.
Genç bir kadın İstanbul'dan yolladığı mektubun içinde, nikâh yüzüğünü gönderdi yardım olarak. Bir bilezik, üç tane de yüz liralık. Ecevit, olduğu gibi Genelkurmay'a gönderdi ve gerçekten duygulandırdı olay onu. Genç kadın, aklımda kaldığına göre mektubunda şöyle diyordu:
"Elimizde olan bu. Ancak hatamızı bağışla. Sana söz veriyoruz, daha çok tasarruf yapacağız, böyle günler için..."
Koca bir ülke çalkalandı olup bitenlerden.
Yıllardır bir barut fıçısı durumuna getirilmiş Kıbrıs'ta uzmanlar ne derse desin, başarılı oldu harekât. Kısa sürede sonuç alınması ise, sorunun kangren olup gitmesini önledi. Bu yönden büyük başarı öncelikle güçlükleri bundan böyle de göğüsleyebilmek için kişisel hesapları bir yana bırakmak gerekiyor. Özellikle muhalefetin anlayışlı davranması akıllıca olur kendisi açısından da.
Kızılay'da dolaşırken, AP'nin ileri gelenlerine rastlamıştım. Şöyle bir selâmlaşıp geçmekti amacım. Onlar durdurdular beni yol üstünde...
- Sen söyle bakalım, bu bir zafer mi yoksa hezimet mi... anlamına gelecek biçimdeydi sorular. Varılan sonuçta herkesin payının bulunduğunu söyledim. O, bu sonucun hazırlanmasında kendilerinin büyük payı olduğunu söylüyordu. Devam etti:
- ... 1969'da bir baktık 600 paraşütümüz vardı. Karar verdik, bilmem kaç milyar liralık paraşüt satın aldık. Kıbrıs'a inen paraşütçülerimizin paraşütü bizim iktidarımız zamanında satın alındı.
- İyi işte aferin. Bak ne iyi olmuş. Fakat siz, neden bunları söylüyorsunuz da, hükümetin tutumunu desteklemediğinizi her fırsatta gösteriyorsunuz. TBMM'nin son toplantısını izledim, siz de oradaydınız. AP'lilerin ağzını bıçak açmıyordu, neden?
AP'li en can alıcı yerine dokunmuşum gibi inledi:
- Bak anlatayım, bu bir millî mesele tamam. Başbakan çıkıp açıklama yapıyor dinliyoruz. Fakat, hemen arkasından Erbakan çıkıyor aynı açıklamayı bir de o yapıyor. Eee, yani biz millî mesele diye, CHP ile MSP'nin ortaklığını pekiştirme zorunda mıyız? Hadi sen söyle...
*
Ayşe Hanım'ın sinirleri çoktandır hayli gergindi. Doktora gitti. Doktor da bayan. İyileşmenin biraz da dikkate bağlı olduğunu mu anlatmak istemişti doktor acaba? Bir ara pat diye Ayşe Hanım'a sordu:
- Sen kimsin?
- Hiiiç... diye karşılık verdi Ayşe Hanım.
- Hiçsin ya, diye sürdürdü konuşmasını bayan doktor. Ama sen hiç olduğunu kabul etmek istemiyorsun. Halinde "ben de ezerim, yok ederim." havası taşıyorsun... bak sana anlatayım da dinle...
Benim kocam da bu hastanededir. O da doktordur. Benim kadar bütün hastane de kocamın hemşirelerden biriyle kırıştırdığını bilir.
Bir gün evde oldukça kalabalık bir kokteyl verdik. Kocam, o hanımı da çağırmış kokteyle. Kokteyl sırasında elimde içki bardakları dolu tepsiyi konuklara dolaştırıyorum. O hanıma da tuttum, gözgözeydik. O, bardağı tepsiden aldı ve ... yere fırlattı...
Bayan doktor, Ayşe Hanım'a sordu:
- Ben ne yaptım, ne yapmam gerekirdi?
- Bu skandaldır, defol diye kovdunuz onu.
- Yoooo, hiç de öyle yapmadım. Yavaşça yaklaştım, kulağına eğildim:
"Ayıp ayıp, senin gibi bir cici kıza yakışmaz..." dedim.
.....................................
Olaydan ders: Ayıp ayıp yakışmıyor, muhalefete.
(6 Ağustos 1974
AP'Lİ KASABIN SATIRI...
Sait Çiltaş'la buluştuk. Mülkiyeliler Birliği'nde. Sonra birlikte Prof. Sadun Aren'e gittik. Uzun süre oturup konuştuk. Sait Çiltaş'ı da Sadun Aren'i de yıllardır ilk kez görüyordum. Cezaevi yaramış desem yeri Sadun Bey'e. Profesör değil asistan dinçliğinde. Konuşuyoruz.
- Doğrusu, zamanı nasıl değerlendireceğimi planlıyorum. Dışarı çıkıp gezsem mi, eşe dosta ziyarete mi gitsem. Herşeyi yapabilirim. Fakat, bu kadar şeyden hangi birini yapmalı?
Sonra evde de volta atılamıyormuş...
Bıyık bırakmış her biri...
Yavaş yavaş uyacaklar sanıyorum, eski yaşantılarına. Hüseyin Ergün içeri girerken açtığı "1971 kırtasiye" dükkânına dönüp başlamış bile. İçeri girerken değil de, bir ara serbest bırakıldıklarında mı açmıştı "1971 kitap kırtasiye evi"ni iyi kalmamış aklımda.
Bal gibi oluyormuş görüyorsunuz. Af çıkabiliyor, içerdekiler büyük çoğunluğu ile özgürlüklerine kavuşabiliyorlarmış. Hem öyle, McCarthycilerin öne sürdükleri gibi şeyler de olmuyormuş. İnsanlar daha bir rahat, huzur içinde olabiliyorlarmış.
İçerde, daha bir yetmiş seksen siyasal hükümlü ya da tutuklu kaldı, kalmadı. Kalanlar, ölesiye hapis cezasına çarptırılanlar hemen hemen. Ne yapılıp, edilip onları da özgürlüklerine kavuşturmanın çabasını göstermeli bence. Bunca olayın sorumlusu yıllarca dışarlarda gezdi, tozdu da, haksız yere yatırıldı bunca insan. Bazıları çıktı, geriye kalan yetmiş- seksen kişiye mi yüklenmiş olacak yani sorumluluklar. Süleyman Bey dışarda bir Nihat Bey dışarda, bir Çağlayangil dışarda da, örneğin İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi Kadriye Deniz Özen, bir İlkay Demir, bir Necmi Demir, daha adlarını bilmediğim birçok genç içeride. Yok böyle şey.
Ancak, günü, zamanı mıdır? Bir süre bekleyerek durmalı değil miyim bu konunun üstünde diye düşünüyorum kendi kendime. Fakat, "Hele biraz daha yatsınlar" demek, kolay mı?
Bu Meclisten bu af çıkar mı? Af denemesinin birinci bölümünün ne güçlükler çıkardığını görmedim mi?
Af çıkasıya, içerde kalanlar için bazı rahatlatıcı uygulamalara geçilebilir. Adalet Bakanlığı, içerdekileri bir cezaevine toplayıp yakınları ile görüşmelerini kolaylaştırabilir. Görüşme saatlerini uzatabilir. Mektuplarını zamanında iletebilir.
"Ankara Notları"nda Giresun'da yatan Kadriye Deniz Özen'le ilgili olarak yazdığıma, Giresun Cezaevi Müdürü karşılık verdi. Ben, Giresunluların götürdükleri kitapları hükümlüye vermesi gerektiğini yazmış, "Aydın bir genç kız Tahir ile Zühre'yi okuyacak değil ya" demiştim. Karşılık veriyor Cezaevi Müdürü:
- Yapılan incelemede, kitaplar arasında Tahir İle Zühre'ye rastlanmamıştır.
Bir akşam vakti, Kadriye Deniz Özen, Müdürlüğe çağrılmış. Bütün kitaplarını da getirmesi istenmiştir. Yazının yayınlandığı Yeniortam cezaevine sokulmadığından Kadriye Deniz Özen, yapılan işlemlerden birşey anlıyamamış olmalıdır. Tam kitapların tutanağı yapılıp, imza attırılacağı sırada yazıya nedense "bir şikâyetim yoktur" cümlesi eklenip imza öyle alınmıştır.
Cezaevi Müdürü bir devlet görevlisidir. Görevini yaparken, hükümlülere insanca davranma zorundadır. Yakınlarıyla görüştürürken, yangından mal kaçırır gibi davranmayacaktır. Hem, birşey söyleyeyim mi, dönem de değişmiştir. Öyle artık, Erim uygulamaları, Melen uygulamaları, Talu uygulamaları gerilerde kalmış, tarihe gömülmüştür.
*
İçerden çıkanlar da, içerde yatanlar da ilgilidirler Türkiye'nin içinde bulunduğu sorunlarla. Yaşlı Anadolu kadınları dağa ellerinde radyo ile gidiyorlar, biliyor musunuz? Kıbrıs'ta durum nedir, Cenevre'de neler olmaktadır? Kamuoyu, çok şeyi yeni yeni öğreniyor. Kimlerin Kıbrıs Çıkartması'na karşı olduğunu, neden birdenbire günümüzün elli yıl gerilere düşüverdiğini, yavaş yavaş satırların arasından bulup çıkaracak, anlayacaktı. Dışişleri Bakanı Prof. Turan Güneş'le "Canım o da ciddî değil ki" diye dalga geçmek isteyenler, hemen rota değiştireceklerdir. En başarılı biçimde yürütmekteydi gerçekte görüşmeleri Turan Güneş. Haluk Ülman'ın da bir uzman olarak Cenevre'de bulunuşunu azımsamamak, küçümsememek gerek.
Kıbrıs Çıkartması'ndan bir gece önce, televizyonda bir açık oturum yayınlanmıştı. Açık oturuma, CHP'den Haluk Ülman, AP'den Çağlayangil katılmışlar, açık oturumu Mehmet Barlas yönetmişti. Çağlayangil bir ara şöyle dedi:
- Halen bir buhranın içinde bulunmaktayız. (Kıta sahanlığı konusunu kastediyor herhalde) Kıbrıs Çıkartması da bir buhran yaratacaktır. Bir buhran ikinci buhranla halledilemez. Şimdiden masaya oturmak gerekir.
Süleyman Bey de, Bülent Bey'e "Amerika ne der, aman..." gibisine karşı çıkacaktı. Süleyman Bey'in başlka söylediklerini herhalde daha geniş yazacağız.
Galiba ertesi günü Kıbrıs Çıkartması başladı. İşte, bu olayı gazetelerde okuyan, Mersinli bir kasap eline satırı alıp bileğini gösterdi:
- Aslında, yıllarca AP'ye oy veren bu bileği kesmek gerek. Yıllarca adamı nelerle, nelerle suçladık. Onurumuzu o kurtardı...
Bence AP'li kasap kesmesin bileğini. Bilinçlenmiş olması, gerçekleri görmesi yeter...
(11 Ağustos 1974)
BİZ ÇIKMADIK
BÜLENT DE ÇIKMASIN...
Ferruh Bey, Turhan Bey, çıkartma yapmaktan yanaydılar. Bu konuda Karaoğlan'ı desteklediler. Süleyman Bey'le Nihat Bey, Kıbrıs'a çıkartma yapmanın bir çeşit "macera" olacağını söylediler.
Elbette, açık açık "Ben çıkartmaya karşıyım" demedi Süleyman Bey. Daha usturuplu söyledi bunu. Örneğin, "Amerika ne der, ona danıştınız mı? Dikkatli olun" gibilerden geveledi lâfı ağzında. Nihat Bey daha bir bilgiç bilgiç olmalı. Turhan Bey iplerde nasıl oynuyor, biliyor musunuz?
Süleyman Bey, neden karşı çıkmıştı, Kıbrıs Çıkartması'na? 1967'de biz çıkamadık, Bülent Bey de çıkmasın ki, tökezlensin ve yuvarlanıp gitsin diye mi?
Kıbrıs Çıkartması hesaplanırken, başta Altıncı Filo düşünülmüştü. Öyle yapılmalı davranmalı ki Altıncı Filo harekete geçip, Kıbrıs önlerine vardığında Türk birlikleri Girne'ye ulaşmış, iş işten geçmiş olsun. Altıncı Filo'nun olduğu yer, Kıbrıs'a iki günlük yoldu. Demek, ne yapılırsa ilk iki günde yapılmalıydı. Çıkartma yetkisi olarak, Meclislerin 1967'de Süleyman Bey Hükümeti'ne verdiği yetki kullanılacaktı. Meclislerden bu kez eski yetkilerin genişletilmesi kararı alınabilirdi. Böylece, herkes cumartesi saat 15.00'de Meclisler yetki verecek sanırken, cumartesi sabahı Türk Birlikleri Kıbrıs Çıkartması'na başlamışlardı bile.
Kişiler gibi uluslar da, yakın dostlarını dar zamanlarında tanır, öğrenirler. En yakın dostluğu Almanlardan değil belki gerçekte Libya'dan Devlet Başkanı Kaddafi'den görecektik. Pilot Albay Ahmet, Libya'ya uçmuş, Kaddafi'den silâh isteme mesajını götürmüştü. Kaddafi'nin karşılığı şu olmuştu:
- Başbakan Ecevit'e selâm ederim. İstediği malzemeden elimde ne kadar varsa uçaklarıma doldurup göndereceğim. Kendisinin bana araç göndermesine de gerek yok. Uçakları ben sağlayacağım.
Kıbrıs Çıkartması gerçekleştikten sonra, Başbakan Ecevit'in verdiği demeçte söylediği bu sözlerin ne anlama geldiğini, demeç yayınlanırken çok kimse anlamış mıydı?
- Türkiye, bağımsızlık savaşı veren, ulusların yanında olacaktır...
Nedense eski dost bilinenlerden Almanlar, böyle nazik bir zamanda istediğimiz silâhları vermeyeceklerini "nazikâne" anlatmışlardı.
İslâm Ülkeleri Maliye Bakanları Toplantısına uçan Maliye Bakanı Deniz Baykal'ın gezisi anlamlı sayılmalıdır.
Neden dışarda arıyoruz çok şeyi? Kıbrıs Çıkartması'nın başarılı olmamasını içten içe dileyen, bunu söyleyemeyip de, "Canım çıkmışken tümünü alıverelim, ya da taksim edelim" diyenleri unutuyor musunuz? Ne olur ne olmaz diye 90 imzayı toplayıp, öyle tatile gidenleri?
*
Hadım ilçesinin Keçimen köyünde, Kıbrıs için yardım toplanıyordu. Yaşlı, dul bir kadın bir tekeyi boynuzundan yakalayıp, Yardım Kurulu'nun önüne getirmişti. "Olmaz" dediler, eklediler:
- Sen bir dul kadınsın, tekeni kes, torunlarına yedir...
- Benim çocuklarımın yiyeceği var.
Dul kadının tekesi alındı. Alata köyünden bir kadın da tosununu verdi...
.....................................
Yeniortam Bürosu'na Kadriye Deniz Özen'in annesi geldi. Asteğmen olan oğlu Hayri Özen'i, Kıbrıs'a uğurlamıştı. Kadriye Deniz Özen'i, Yeniortam okurları bilirler, ölesiye hapis cezasıyla hükümlüdür. Giresun Cezaevi'nde yatmaktadır. Leylâ hanımın anlattıklarını, Giresun Cezaevi'ni daha sonra yazacağım, Ankara Notları'nda. Şunu demek istiyorum:
- Unuttunuz mu, kimler nerede?
(10 Ağustos 1974)
İNGİLİZLER KAÇ YAZAR?
Doğrusu İngiliz politikacıların çağı geçmiş anlayışları aklıma geldikçe, kendi kendime şaşıp kalıyorum.
Kıbrıs'ta Sampson darbesi olur olmaz, Türk Hükümeti oturup kararını aldı. Darbenin hemen arkasından hem de, Kıbrıs'a çıkarma yapılacaktı. Ancak karar, "gelişmelere göre" koşulunu taşıyordu. Gelişmelerin başında, Başbakan Ecevit'in Londra'ya giderek İngiliz Başbakanı Wilson'la konuşması "garantör" devlet olarak birlikte girişimde bulunmaları da vardı. Wİlson "hayır" dedi. Demek, kendine göre hesapları, ince düşünceleri de vardı. Belki de ilk ağızda düşünüyordu:
- Türkler, çıkarma yapamazlar. Çıkıyoruz, çıkaracağız derler fakat ı-ıh...
Ecevit, Türkiye'den kararlı gittiği için, İngiliz Başbakanının engellemelerini umursamadı.
İngilizler "evet" deselerdi ne olacaktı? Gayetle açık. Bir yandan Türkler Ada'ya çıkacaklar, İngilizler onları karşılayacaklar ve azından Türklerin topladığı puanları İngilizler de toplayacaklar ve herhalde, İngiliz yöneticileri "kararlı" olduklarını dünya kamuoyuna göstermiş olacaklardı. Wilson, kendisi "hayır" dediği gibi Amerika'nın da "hayır" diyeceğini düşündü ve Kissinger'i yardıma çağırdı. Gerçekte Kissinger de İngilizlerin garantör devlet olarak Kıbrıs'a asker yollamalarından yana değildi. İlk tutumu Kissinger'in öyleydi.
Türkler çıktı Kıbrıs'a... E, ondan sonra ne olacak? Ne olmalıydı? İngiliz politikacıları, bence büyük eziklik içine düştüler. Kissinger öyle yapmadı. Ecevit'e bir telefon konuşmasında, "Siz haklıymışsınız, yanlışı yapan biziz" demek dürüstlüğünü gösterdi.
Kissinger öyle "kurt" bir politikacı mıdır, belki öyle değil de "akıllı" demek daha doğru ne bileyim.
Herkes merak eder aslında. Kissinger, Ecevit'in nereden "hoca"sı oluyor diye. Kurstan. 1957'lerde Bülent Ecevit, Ulus'ta yazarken Amerika'ya gider. O, oradayken bir de seminer düzenlenir. Amerika'da bulunan Bülent Ecevit çağrılır seminere. Kurs hocaları arasında Kissinger de vardır. Kissinger o zaman daha yeni. Hem Amerikan Cumhubaşkanı'nın danışmanları arasında, hem de üniversitede öğretim üyesi. O zaman tanışırlar anlayacağınız.
Neyse konumuza gelelim biz. Anladığım kadarıyla gizli yürütüyorlar politikalarını İngilizler. Daha iki gün öncesine dek, piyasada var mıydılar? Bildiğimiz, Kıbrıs'ın uzun süre İngilizlerce sömürülmesi, sonra tereyağından kıl çeker gibi bir bir bırakma zorunda kalmaları sömürgelerini.
Kim istedi İngilizlerden "Kıbrıs'taki Fantomlarını çek diye? Hiç kimse. Kendisi "çekiyorum" dedi. Arkasından haberler, demeçler: "Çekmiyorum Fantomlarımı, daha da asker gönderiyorum" diye. Hem de paralı askerler.
İngilizlerin Kıbrıs'taki güçleri değil önemli olan. Mızmızlanması ya Birleşmiş Milletler'in arkasına geçiyor, çünkü Birleşmiş Milletler'e güç olarak asker veriyor, ve konuşuyor:
- Birleşmiş Milletler'deki İngiliz askerlerine ateş açılırsa karışmam ha...
Bak sen, Türk Silâhlı Kuvvetleri Kıbrıs'a çıkmıştır. Oradaki İngiliz askerleriyle çarpışmak değildir amaçları elbet. Fakat, öyle ki iki asker, iki ordu karşı karşıya. Bunlardan birinin politikacılarının akılsız, yahut deli olduklarını düşünün. Diyelim, biri öksürse, yahut da birinden ağır bir söz çıksa -bunlar iki kişi olsa yani- öbürü karşılık verir ister istemez. O zaman, başlayacak mı size çatışma üstüne çatışma.
Türkler yürürse ne olur?
Bence İngilizler yürüyüşü üstlerine alıp kolay karşı çıkamazlar. Paralı askerler, öyle haybeye -Tanrı aşkına- savaşmazlar çünkü.
İngiliz yöneticileri, Türkiye'yi kendi aleyhlerine çevirebilmek için ne denli uğraşsalar, bu başarıyı sağlayamazlardı. Kutlamak gerek kendilerini. Aşkolsun vallahi...
Türkiye'nin ise acele çözüm bekleyen sorunu vardır Kıbrıs'ta. Kıbrıs'a bilmem şu kadar bin askeri çıkarmıştır. Bu çıkan askerlerin güvenliği söz konusudur azından. Girne gibi daracık bir yere sığınıp kalamazlar. Çevrelerinin Türklerden oluştuğu kanısını tam anlamıyle verecek bir bölge, bir "otonom" yönetim zorunludur. Yoksa "bir yanımız İngilizler, bir yanımız Birleşmiş Milletler Barış Gücü..." diye yaslanıp, kalamazlar orada. Kimse, tuttuğu dalın elinde kalmasını istemez, kırılmasını istemez. Bir yanı düşman, bir yanı deniz yanlış mı?
İşte bizim Cenevre'de "öncelikle" çözüme bağlanmasını istediğimiz sorunların nedenleri bunlar. Genişçe bir bölge, bu bölgeye düşman ayağı, kalleş, oyuncu ayağı basamamalı. Böylece bir bölgeye ayağı bastıktan sonra mesele daha kolaylaşacak.
Ecevit'in başarısının sırrını söyleyeyim mi, bütün tutumunda açık oluşu. Gilli gişli, yanar döner politika gütmemesi. İlle de, "karşımdakini yeneceğim" demiyorsanız, önünde sonunda teslim bayrağını çekiyorsunuz açık söze ve açık politikaya.
Bundan dolayıdır ki, Türk kamuoyu çabuk anlamıştır, partili, partisiz herkes benimseyebilmiştir bu politikayı. Kissinger, Ecevit'e "evet, sen haklıymışsın, biz yanlış düşünmüşüz, yanlışımızı düzelteceğiz. Fakat, ne olur bunu dallandırıp budaklandırma. Sovyetler'i de işe karıştırma." diyebilmiştir. Sovyetler gerçekte, Türk politikasına Ecevit'e güçlük çıkarmamışlardır, ancak öyle gazetelerin bazılarında yayımlandığı gibi, "siz çıkın Kıbrıs'a, elli bin kişiyle arkanızdayız" da dememişlerdir. Sovyetler'in bütün endişeleri Türkler Kıbrıs'a çıktıktan, Yunanistan'da cunta devrildikten sonra ortaya çıktı. Kıbrıs'ın bölüneceğinden, bağımsızlığını yitireceğinden korkan Sovyetler buranın Amerika'nın ya da NATO'nun egemenliğinde Sovyetler'e karşı kullanılacak bir üs durumuna gelmesinden kuşkulanmışlardır. Böyle bir şey yoktu. Kim soktu Sovyetler'in kafasına bu kuşkuyu bilmiyorum. Belki de, Amerikalıların Kıbrıs konusuna -bu kez- çok dikkatli karışmalarından huylanmışlardı. Gazetelerde okuyordum, Amerikan elçisi dışişlerine gelse, yahut Ecevit'in Kissinger'le konuştuğu söylentileri çıksa, Sovyet elçisi oraya koşuyordu.
- Acaba ne oldu?... diye.
Bence gereksiz kuşkuydu bu da.
Ecevit'in yadsınamayacak başarısı bir yerde de, Amerika ile Sovyetler'in -kıl payı- birleştikleri noktada at oynatmasıydı. Belki de "ince politika" dedikleri şey, budur. İngiliz politikası olsa, halk deyimiyle "at yerine eşek bağlar"dı. Bu politika ise çoktan tarihe gömülmüştü.
Açılmışken, günün önemli konusunu sürdüreceğim yeri geldikçe.
(14 Ağustos 1974)
AZ MI, ORTA MI?
"İngilizler Kaç Yazar?" başlıklı Ankara Notları'nı dikkatlice okumuş muydunuz, satırların arasını örneğin...
Başbakan Ecevit'in telefon çağrısı üzerine yabancı konuklar köşküne gittim. Sordu:
- İsterseniz, dışarda oturalım, serin...
- Olur.
Sonra bir görevli geldi. Ecevit sordu:
- Ne içersiniz, çay mı kahve mi?
Biraz kurumuş muydu ne ağzım. Kendi sesimi kendim duyamadım, iyi mi yavaşça:
- Çay... dedim.
- Nasıl olsun?
Ha, demek kahve anladı Başbakan. Eh ne yapalım...
- Az şekerli...
- Peki, Mustafa Bey'e orta şekerli bir kahve...
Yutkundum, boğazımı "ı-ı" diye temizledim.
"Göreceğim gelmişti" dedi Başbakan. "Uzun zaman görüşemedik..."
Belki de lâf olsun diye sordum ilk soruyu:
- Bülent Bey, şöyle bir yurt gezisi düşünüyor musunuz?
Tam o sırada, telefon çaldı. Bülent Bey gitti, geldi:
- Cenevre...dedi. Turan Güneş, "Daha gelmediler" diyor. Ha, yurt gezisine niye çıkmıyorsunuz diye sormuştunuz. Gördünüz işte, kâh Cenevre, kâh Washington...
Ağzımı açıp bir soru daha soracağım, yine bir telefon. Bir bakıma iyi de oluyordu. Başbakan gelene kadar ben, balkondaki çoğunun adlarını bilmediğim renk renk çiçeklere bakıyorum, "Ne güzel şeyler, ben niye bilmiyorum bu çiçeklerin adlarını?" diyorum içimden.
Bülent Bey dönünce soruyorum:
- Bizim Kıbrıs çıkarmamız karşısında devletlerin tutumları nasıl oldu?
Konuşuyoruz. Büyük açıklıkla anlatıyor Başbakan.
- Askerlerin tutumu, durumu nasıl?
- Hükümetle, hükümetin emrinde tam bir birlik halindeyiz.
- Koalisyon...
- Başlarda biraz sıkıntılarımız olmadı değil, şimdi iyi...
- İyi...
Yunan Başbakanı Karamanlis'e Ecevit karşılıklı görüşme ve sorunları çözme önerisinde bulunmuştu. Karamanlis, görüşme yürekliliğini gösteremedi. İyi mi? Karamanlis, de zor durumda mı ne? Niye öyle otelde motelde çalışıyor. Şimdi, Başbakan Ecevit, yabancı konuklar köşkünde, yahut başbakanlıkta değil de örneğin Ankara Oteli'nde çalışsa ne düşünür herkes.
Ne sorsam diye düşünürken, Bülent Bey'i yine telefondan çağırıyorlar. Kısa sürüyor telefon görüşmeleri.
Sovyetler, gerçekte o kadar büyük güçlük filân çıkarmamışlardır Türkiye'ye. Türkiye'nin tutumunu -kendi görüşleri içinde- desteklemişlerdir. Ancak, Yunanistan'da cunta yıkılıp da Yunanlıların komünist partilere izin verme hazırlığına geçmeleri üzerine, daha endişeli gibi bir tutum takınır olmuşlardır. Kendi kendime sesli düşünüyorum sanki:
- Sovyetler öyle istiyor, demeseler kurmalı Türkiye'de de komünist partisini... gitsin.
Amerikalılar, örneğin Kissinger, yanlışından dönmüş gibiydi. Daha akıllıcaydı tutumu, sezdiğim.
Bülent Bey'le konuşurken, bir şeylere kararlı olduğunu sezmiştim. Başladığı işi sonuna dek, taaa gerçek barış kurulana kadar sürdüreceği izlenimi uyandı bende.
Başbakanla konuşan gazeteci arkadaşlarım, hep onun uykusuzluğuna acımış bir haldeydiler. Uykusuzluk ne ki, onca uykusuz kaldıktan sonra birkaç saat uyumamız yetermiş aslında.
Siyasal soru ve görüşmeleri yumuşatmak, havayı değiştirmek için soruyorum:
- Burada televizyon var değil mi?
- Evet var. Hem biz televizyon aldık. Yerli bir Philips. Siz almadınız mı?
- Hayır.
- Ben başlarda televizyona prensip yönünden karşıydım. İnsanı çok meşgul ediyor, çalıştırmıyor diye. Fakat zorunlu oldu artık.
- Savaşla uğraşalı şiir yazamıyorsunuz galiba. Sizin şiirleriniz güzelmiş gerçekten. Zaman zaman gazetelerde konu yapılıyor da görüyorum.
Daha yayınlanmamış çok şiiri olduğunu söylüyor.
Soruyorum:
- Türkiye Kıbrıs'a harekete geçerse, buna İngilizler karşı çıkabilir mi?
- Zannetmiyorum.
Hükümetteki hava da buydu. İngilizlerin karşı çıkmayacağı yolundaydı? Fakat çıkarsa İngilizler var diye, giriştiğimiz hareketi durduracak değildik.
Ayrıldıktan sonra, kafamda "Ankara Notları"nın çatısını kurmaya çalışıyordum:
- Kaç yazar?
(15 Ağustos 1974)
PÜF NOKTASI...
Birkaç yıl önce, Kıbrıs'ta bayraktar olan bir Türk subayı, bir gün Kıbrıs'ta faşist yönetime kaş kavga veren solcu Rumların liderine haber gönderdi:
- Başları sıkıştığı zaman, bize gelip sığınabilirler. Kapım onlara açıktır.
Solcu Kıbrıs Rumları, doğrusu bundan çok hoşlandılar. Kıbrıs'ta ezilen Türkler kadar kendileri de ezilmekteydiler. Bayraktar albaya haber gönderip kendisini bir uygun zamanda kahve içmeğe de çağırdılar, bayraktar gitmedi ama, solculara böylesine haber yolladığı için başına işler de gelmedi değil. Azından sorgu sual açıldı hakkında. Sordular:
Dostları ilə paylaş: |