Haberin sıhhati ve kabul edilebilirliğiyle, onun doğruluğunun kesinliği aynı şey değildir. Bundan dolayı özellikle haber-i vâhidin kabulü ve onunla amel edilebilmesi için öngörülen sıhhat şartlarını tamamlamış haber, doğruluğu yani Hz. Peygamber (sav)’e nisbeti kesinleşmiş haber değil; ekollerin amel edilebilirlik bakımından ön gördükleri sıhhat şartlarını taşıdığından, onlar açısından hüccet olma hüviyetini kazanmış haberdir.
İslâm hukukçuları, prensip olarak haber-i vâhidlerin hüccet olduğunu; yani şer‘î kaynak değeri taşıdığını kabul etmektedirler. Ancak onların birçok hadisle amel etmedikleri de bilinen bir husustur. Mesela, İbn Hazm, Hanefîlerin ve Mâlikîlerin amel etmeyerek terk ettikleri hadis sayısının 2000’den fazla olduğunu söyler136. Şu halde İslâm hukukçularının hadisleri kabul ve red hususunda dayandıkları bir takım gerekçeleri olmalıdır. İslâm hukukçuları ve hukuk ekolleri, haber-i vâhidin kabulü ve onunla amel edilmesi konusunda bulundukları çevreye, sahip oldukları hukûkî anlayışa veya hukuk mantığına göre çeşitli şartlar ileri sürmüş ve bu yönde bir takım prensipler ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte hukuk ekolleri şu durumlarda haber-i vâhidin reddedilmesi gerektiği görüşünde birleşirler:137
1. Aklın muktezâsına aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez, çünkü şeriat, aklın mümkün gördüğü şeyleri getirir.
2. Kitap ve mütevâtir sünnetin muktezâsına, birinin isbât ettiğini diğeri nefy edecek biçimde aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez; zira bu durum, onun ya mensuh ya da asılsız olduğunu gösterir.
3. İcma'a aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih iken, aksi yönde ümmetin icma' etmesi câiz değildir.
4. Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi, sadece bir kişinin rivâyet etmesi veya tevâtür ehlince rivâyet edilecek türden bir olayı, bir kişinin rivâyet etmesi makbûl değildir138.
Kaynağını ashab dönemindeki uygulamalardan alan (mesela Hz. Ebû Bekir Muğire’nin, Hz. Ömer de Ebû Musa’nın rivâyette bulundukları hadisler için şâhit istemiş, İbn Abbas Ebû Hureyre’den gelen bir rivâyeti Kur'ân-ı Kerim’de açıkça beyan edilen hükümlere ters düştüğü iddiasıyla reddetmişlerdir)139 daha sonraki dönemlerde kategorize edilerek geliştirilen ve sistemleştirilen bu şartların bir kısmı haber-i vâhidi teşkil eden lafızlarla, bir kısmı haber-i vâhidi rivâyet eden kişi (râvî) ile, bir kısmı da haber-i vâhidin anlamı (muhtevâsı) ile ilgilidir.
1. Şeklî Şartlar a) Rivâyette Kullanılan Lafızlar
Bunlardan ilk kısmı oluşturan şartların, yani sadece lafızlarla ilgili olanların tespiti için rivâyette kullanılan ifadeler değerlendirilmiş ve rivâyetlerin sıhhatine işaret etmesi açısından incelenmiştir. Bir takım derecelendirmelerde (mertebe belirlemelerinde) ölçü kabul edilen bu lafızlarla, daha çok hadis usûlü bilginleri meşgul olmuşlardır. Başında yer aldığı rivâyetin sıhhatini tespitte bir ölçü olarak görülen bu lafızlar, en kuvvetliden en zayıfa doğru sırasıyla şöyledir:
1. Rasûlüllah (sav)’ı duydum,
2. Rasûlüllah (sav), şöyle dedi,
3. Rasûlüllah (sav), şunu emretti,
4. Şu şekilde emrolunduk,
5. (Bu konuda) Sünnet şöyledir,
6. Rasûlüllah (sav)’dan şöyle bildirilmektedir,
7. Rasûlüllah (sav) döneminde şöyle yapardık140.
b) Mürsel Hadis
Hz. Peygamber (sav)’e yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyla sahabenin, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbet eden tabiînin, hadis rivâyet ederken, kendilerinden hadis işittikleri sahabileri atlayarak; yahut onların isimlerini zikretmeksizin قال رسول الله diyerek rivâyet ettikleri hadislere mürsel denilmiştir.141 Buna göre mürsel hadis, isnâdında sahabisi düşmüş olan hadistir ve mürselle ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, bize hadisçilerin üzerinde ittifak ettikleri ıstılah manasındaki mürseli tanıtır. Zira bazı ulucülerle fıkıh ulemâsı, kelimenin lüfat manasını ele alarak, onunla munkatı‘; hatta mu‘dal denilen hadis çeşitleri arasında hiçbir ayırım yapmamışlardır142. Aynı görüşe sahip olanlardan biri de, el-Hatib el-Bağdâdî’dir143.
Üçüncü asırdan sonraki ulemânın çoğunluğu mürseli, tâbiînin Peygamber (sav)’den rivâyet ettiği haber; munkatı‘ ise, tâbiînin dışında, isnâdından bir râvî düşmüş olan haber olarak tanımlamışlardır144.
Netice itibariyle, mürselin hadisçilere ve fıkıhçılara göre iki tanımı ortaya çıkmıştır. Hadisçilerin ıstılahında, “Mürsel, tâbiînin قال رسول الله diyerek rivâyet ettiği hadistir.”145 Buna göre, tâbiînden önceki bir râvîsi düşen haber munkatı‘, daha fazla râvîsi düşen haber ise mu‘daldır. Usûlcülere göre ise bu hadis çeşitlerinin tamamı, mürsel olarak kabul edilir146.
Hanefî usûlcüleri de mürseli bu son anlamıyla kullanmışlar ve bütün munkatı‘ haberleri, mürsel adı altında toplamışlardır147.
Hanefîler’e göre mürsel haberler, hüccettir. Serahsî, bunu şöyle açıklar: “Haber-i vâhidin hüccet olduğuna, kitap ve sünnetten delâlet eden her şey, mürsel haberlerin hüccet olduğuna da delâlet eder. Çünkü sahabeden ve onlardan sonrakilerden birçok irsal ortaya çıkmıştır ki; bunu ancak muannitler inkâr edebilir.” Serahsî, daha sonra mürsel haberin hüccet olması konusunda, sahabe ve tâbiînden birçok delil serd eder148.
Hanefîler’de mürsel, dört kısımda mütalaa edilir:
1. Sahabenin mürseli,
2. İkinci neslin (tâbiîn) mürseli,
3. Her asırdaki âdil kimselerin mürseli,
4. Bir yönden mürsel, diğer yönden muttasıl olan haberler149.
Sahabenin mürseli, icma'en makbûldür. İkinci ve üçüncü asrın mürselleri de Hanefelerde hüccettir. Hatta İsa b. Eban’a göre mürsel, müsnedden daha kuvvetlidir. Bu kısma giren mürselleri, İmam Mâlik, kabul ettiği halde, İmam Şâfiî böyle bir haberi, başka bir yönden ittisali sâbit olmadıkça; bir âyet, meşhur bir sünnet ya da selefin ameli ile te’yîd edilmedikçe kabul etmez150.
İbn Cerîr ise, bu konuda şu görüşü ileri sürmüştür: Tâbiûn mürsellerinin kabulü hususunda Mâlik ve Ebû Hanîfe ittifak etmişlerdir. Ne onlardan ve ne de daha sonraki imamlardan hiçbirinden mürselin inkârı ile ilgili söz gelmemiştir151. İbn-i Abdi’l-Berr’e göre, İbn Cerir bu sözü ile ikinci asrın başlarında mürsele karşı ilk muhalefetin İmam-ı Şâfiî’den gelmiş olduğuna ve ondan sonra şiddet kazandığına işaret etmiş olacaktır152. Bununla beraber Şâfiî’nin mürsel hadisleri, külliyen reddetmediği de bir gerçektir. Nitekim Risale’deki ifadesine göre, bazı şartlara bağlı olarak kibâr-ı tâbiînin mürsel hadisleri kabul edilebilir.
Bu şartlardan biri: Eğer mürsel hadis, hâfız ve güvenilir kimseler tarafından bir başka tarîktan ve fakat müsned olarak rivâyet edilmiş ise, o zaman mürselin sıhhatine hükmedilir.
Diğer bir şart: Eğer mürsel rivâyeti takviye eden ikinci tarîk de mürsel ise, bu takdirde ikinci tarîkin mürselinin, kendisinden hadis alınan kimselerden ve birinci tarîkin mürselinden başka bir kimse olması lazımdır. Böyle olduğu zaman, ikinci tarîk mürsel de olsa, birincisini takviye eder. Şu var ki; müsned olarak rivâyet edilen ilk şekle nisbetle daha zayıftır.
Bir başka şart: Mürsel hadisi takviye eden ne müsned ve ne de mürsel, birbaşka tarîkle gelmiş bir rivâyet bulunmaz, fakat Hz. Peygamber (sav)’den ashabı tarafından rivâyet edelin haberler arasında mürsel hadise uygun bir söz bulunursa, râvînin mürselini sahih olan bir asıldan aldığına hükmedilir.
Diğer bir şart: Mürsel hadisin, ilim ehlinin fetvalarına uygun olmasıdır.
Şâfiî’nin kibâr-ı tâbiînden mürsel olarak rivâyet edilen hadislerin kabul edilebilmesi için ileri sürdüğü bu şartların her birinde, hadislerin mahreçlerinin sıhhatini gösteren delâletler bulunduğunu ve bunlara istinaden onların kabul edileceğini söylemiş; bu şartları ihtivâ etmeyen mürsel hadislerin ise, kabule şâyân olmadıklarını ileri sürmüştür153.
Hz. Peygamber (sav)’in bazı ashabıyla uzun müddet beraber bulunan kibar-ı tâbiînden sonrakilerin; yani siğâr-ı tâbiînin, mürselleri hakkında ise Şâfiî, herhangi bir şart ileri sürmeksizin “bunlardan mürseli kabul edilen hiç kimse bilmiyorum” demekle yetinmiştir154.
Üçüncü grup mürsele gelince, bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bazı Hanefî âlimleri, her âdil kimsenin irsali kabul edilir demişler, bazıları da, bunu kabul etmemişlerdir. İkincilerin izahı şöyledir: “Zamanımız fısk zamanıdır. İrsal yapanın, sika kimselerden rivâyet ettiğini açıklaması zarûrîdir. Ancak sika kimselerin, müsnedlerini rivâyet ettikleri gibi, müsnedlerini de rivâyet ettikleri Muhammed b. Hasan ve benzeri güvenilir kimselerin irsali bundan müstesnâdır.”155
Ebû’l-Hasen el-Kerhî, âdil olmak şartıyla her asırdaki râvînin irsalini kabul eder. Çünkü ona göre, ilk üç asrın irsalinin kabul gerekçesi olan adâlet ve zabt unsurları, her devir için geçerli bir illettir. Bu yüzden müsned rivâyeti kabul edilen kimsenin, mürsel rivâyeti de kabul olunur156.
İsa b. Eban ise, üç neslin dışındaki mürsel râvîlerinin, ilim ehli kimseler olmasını şart koşar. Ona göre, insanlar içinde ilim neşriyle şöhret bulmuş kimselerin rivâyeti, ister müsned olsun, ister mürsel olsun kabul edilir.
Serahsî, İsa b. Eban’ın bununla İmam Muhammed gibi ilmiyle şöhrete ulaşmış kimseleri kasdettiğini belirtmektedir. İlim neşriyle değil de sadece rivâyet yönünden şöhrete ulaşmış kimseye gelince, bunun müsnedi hüccettir; mürseli ise, ilimde şöhrete ulaşmış kimseye arzedilir157.
Cessâs’ın bu konudaki görüşü ise şöyledir: “Râvî, âdil ve güvenilir olmayan kimseden rivâyetiyle tanınmış biri olmadıkça, ilk üç asrın mürseli hücettir. Ondan sonrakilerin mürseline gelince, ancak âdil ve sika kimselerin dışındakilerden rivâyet almamakla meşhur olmuş kimselerin mürseli kabul edilir. Zira Hz. Peygamber (sav), ilk üç neslin hayır ve doğruluğu, ondan sonrakilerin ise yalancılığı üzerine şahadette bulunmuştur.”158
Serahsî de, “Bu konudaki görüşlerin en sağlamı” diye nitelediği, Cessâs’ın bu görüşünü benimsemektedir159.
Son kısım mürsellere; yani bir yönüyle munkatı‘, diğer yönüyle muttasıl olan mürsellere gelince, bazı hadisçiler, bunu reddetmiş, çoğunluğu ise, inkıta‘ın diğer yönden gelen muttasıl rivâyetle ortadan kalkacağını söylemişlerdir160.
Hanefîler’e göre, mürsel haberlerle nesh câiz değildir. Hadis rivâyetlerinin birçoğunun mürsel olması ve özellikle Hanefî Mezhebi’nde yaygın olarak kullanılması yüzünden meşhur haberler gibi mütalaa edilmesi; hatta zaman zaman müsned haberden üstün tutulması karşısında kendilerine yöneltilebilecek “meşhur haberle neshin câiz olması gerekir” şeklindeki bir itiraza şöyle cevap vermektedir: “Bu, câiz değildir. Çünkü onun kuvveti, kıyasla sâbit olmuş şeyin kuvvetine benzer. Bununla da nesih câiz olmaz161. Mürsel haberlerle Kur'ân-ı Kerim’e ziyâde yapılması da aynı gerekçelerle câiz değildir162.
Mürsel haberi delil alma konusu, mezhepler arasında ihtilafılıdır. Biz Hanefî Mezhebi’nin habere dayanarak hükme bağladığı bir iki meseleyi örnek olarak zikretmekle yetineceğiz:
Namazda kahkaha ile gülmek, Hanefîler’e göre namazı bozduğu gibi abdesti de bozar. Bu konuda onlar, Hz. Peygamber (sav)’in, namazda kahkaha ile gülen birisinden hem abdestini hem de namazını iâde etmesini istemesini delil gösterirler163.
Şâfiî ve cumhur ise, namazda kahkahanın abdesti bozmayacağını belirtirler ve söz konusu hadisle, mürsel olduğu için amel etmezler164.
Bu konuda diğer bir örnek de, mahremi olmayan kadına dokunmakla abdestin bozulması hakkındadır. Hanefîler, bu durumda abdestin bozulmayacağına şu hadisi delil getirerek savundular: İbrahim Teymî, Hz. Aişe’den, “Nebi (sav)’in onu öptüğünü fakat bunun için abdest almadığını” rivâyet etti165.
Bu hadisi rivâyet eden Ebû Davud, bunun mürsel olduğunu söylemektedir. Çünkü İbrahim Teymî, Hz. Aişe’den bizzat duymamıştır166.
c) Mana ile Rivâyet
Hadisi, lafzıyla değil de, manası ile nakletmek, hitabın vâki oluş yerlerini ve lafızların inceliklerini bilmeyen kişilere haramdır. Muhtemel ile muhtemel olmayan; zâhir ile daha zâhir ve genel ile daha genel arasındaki farkı bilenlere gelince, Şâfiî, Mâlik, Ebû Hanîfe ve fakîhlerin çoğunluğu, eğer anlamışsa hadisi manaen nakletmesini câiz görmüşlerdir. Kimileri de ancak, bir lafzı mürâdifiyle ve anlam bakımından kendisine eşit bir lafızla değiştirmesini câiz görmüşlerdir. Bu da قعود yerine جلوس, علم yerine معرفة, استطاعة yerine قدرة, إبصار yerine إحصاص بالبصر, حزر yerine حرام lafızlarını kullanmak gibi, kendisinde kuşku bulunmayan eş anlamlı lafızları kullanmakla olur.
Özetle söylemek gerekirse, istinbât ve anlama bakımından farklılık söz konusu olmayacak biçimde mana ile nakil yapılabilir. Ancak mana olarak nakil, sadece kesin olarak değil de, araştırıcılar arasında farklılığın olabileceği bir istidlâl türüyle anladıkları hususlarda ise manaen nakil câiz değildir. Manaen naklin âlim için acizliğine delâlet eden hususlardan biri, yabancılara şer‘i kendi dilleriyle anlatmanın câizliğindeki icma'dır. Arapça’nın yabancı bir dile çevrilmesi câiz olunca, Arapça bir lafzın kendine mürâdif ve denk başka bir lafızla değiştirilmesi haydi haydi câiz olur.
Aynı şekilde Hz. Peygamber (sav)’in elçileri, Hz. Peygamber (sav)’in emirlerini gittikleri bölgede konuşulan dille tebliğ ediyorlardı. Yine Hz. Peygamber (sav)’in şahadetini işiten biri, Hz. Peygamber (sav)’in şahadeti üzerine başka bir dilde şahadet edebilir.167
Manaen naklin câizliğinin bir başka delili şudur:
Biz biliyoruz ki; lafızda herhangi bir taabbüd yoktur ve amaç mananın anlaşılması ve bunun insanlara ulaştırılmasıdır. Bu husus, teşehhüd, tekbir vs.. gibi lafızla taabbüd olunan şeyler değildir168.
d) Ziyâde Bir Lafızla Rivâyet
Sika bir râvînin, hadisi rivâyet eden topluluktan farklı olarak bir ziyâdeyi tek başına rivâyet etmesi; bu ziyâde ister hadisin lafzında, isterse anlamında olsun, çoğunluk nezdinde makbûldür. Çünkü sika râvî, diğer lafızların nakletmediği bir hadisi tek başına rivâyet ettiğinde bu rivâyet, makbûl olmaktadır. Öyleyse tek kaldığı ziyâde de bunun gibidir. Çünkü âdil kişi, mümkün mertebe, töhmetten uzak tutulur. Mustasfa’nın müellifi Gazâlî, konunun devamında şöyle der: “Denirse ki; Herkesin dikkat kesilip dinlediği bir durumda, ziyâdeyi yalnızca bir kişinin; tek başına hıfz etmiş olması, uzak ihtimaldir. Biz deriz ki; eğer mümkünse, bu bir kişi dışındakilerin tasdiki daha evlâdır. Bu bir kişi, duyduğundan emindir; diğerleri ise, kesinlikle böyle bir ziyâdenin olduğunu söylememişlerdir. Belki de Hz. Peygamber (sav), söz konusu hadisi iki ayrı mecliste zikretmiş; ziyâdeyi zikrettiği yerde de sadece bu kişi bulunmuş olabilir. Belki de hadisi bir mecliste iki kere tekrar etmiş; ikinci tekrarında sadece bu bir kişi bulunmuş olabilir. Hadisi noksan rivâyet eden râvînin, meclise sonradan gelip hadisin tamamen duymamış olması da ihtimal dâhilindedir. Belki de mecliste hepsi aynı anda bulunmuşlar; fakat bir kişi dışındakiler, bu ziyâdeyi unutmuşlardır. Yine dinleyicilerden bir kısmında ziyâdeden alıkoyan bir düşünce ârız olmuş olabilir. Yine bir kısımının başına, meclisten kalkıp gitmesini gerektiren rahatsız edici bir durum gelmiş olabilir. Bütün bu ihtimaller varken âdil kişi, mümkün mertebe yalanlanamaz.”169 Bir grup râvî, “Hz. Peygamber (sav), eve girdi” diye rivâyette bulunurken, bir râvînin de “ve namaz kıldı” şeklinde ilave bilgi vermesi bu kabildendir.
Şayet ilave bilgi, sika râvîlerce rivâyet edilen hadislere ters düşüyorsa, ehl-i hadise göre bu ziyâde de reddedilir170.
Dostları ilə paylaş: |