NETÎCE
Yüzyıllar boyunca insan aklını işgal eden soruların başında şüphesizdir ki hürriyet ve irâde probleminin ihtiva etiği sorular gelmektedir. İnsanlar kendi yaptıkları işlerde hür mü yoksa mecbur mu oldukların; hep düşünmüşlerdir.
Eğer hijir iseler bu hürriyet sonsuz mudur, yoksa sınırlı mıdır?
Hür değil iseler onları baskı altında tutan güç Allah-mıdir, psikolojik, midir, tabiat kanunlarının gereği midir?
Yoksa, ansan, irâdesinde Allah ile beraber midir, tek başına nııdır| İrâde ve ihtiyar insanın, fiil Allah'ın mıdır?
İşte hep bu ve benzeri soruların cevaplarını aramışlarar.
Kimileri tutmuş, sırf kendi aklının erebildiği kadar düşünüp halletmeğe çalışmış, kimi de inandığı naklî deliller çerçevesinde kalmayı tercih etmiş. Bütün bunların hepsi de kendilerine; göre vardıkları noktaları meselenin çözüm noktası olarak kabul etmişler, başkalarının yanıldıklarını söylemişlerdir. Oysa ki o başkalarına göre de onlar hata içindedirler ve gerçeği görememişlerdir.
İşte yüzyıllar bu reddütsüz kabul edebil! tır.
iakaşalarla geçmiş ve herkesin te-ıği sabit bir gerçeğe ulaşılamamıştır.
«En salim ve tehlikesiz» yolu tutanlar ise meseleyi mutlak îman çerçevesinde ele alıp, araştırmaya ve münakaşalara girmeyenler olmuştur. Ne gariptir ki bu gurup ile diğerleri arasında da zaman zaman, meseleye dalıp dalmama hususunda karşılıklı ağır ithamlar görülmemiş değildir.
Biz tezimizde tarihî gelişim içinde problemin nasıl ele alındığını, kimlerin neler söylediğini ve hangi noktaya vardıklarını arzetmeye çalıştık.
Birinci bölümde hürriyet ve irâde probleminin felsefe ve psikolojide nasıl ele alındığım, meseleye hangi açılardan yaklaşıldığını göstermeye gayret ettik. Ve şu neticelere vardık:
İl k ç a ğ d a filozoflar hürriyet ve irâde problemini sırf aklın rehberliğinde, metafizik bir anlayışla ele almışlardır. Neticede kendilerini umumiyetle determinist düşünceden kurtaramamışlardır. Bu ise gerçek manada hürriyetin inkârı demektir. Hürriyeti kabul eder görünenler de, probleme insanı esas hareket noktası alarak bakmışlar ve hürriyeti insanın dışında değil, içinde görmüşler ve dış âlemde bu gerçeği temellendirecek bir esas bulamamışlardır.
Hristiyan ortaçağ düşüncesinde ise zaman zaman koyu bir kadercilik (fatalizm) hakim olmuş ve zaman zaman da dînî kayıtlardan uzak serbest düşünce devirleri görülmüştür. İşte ortaçağın tarihi seyri içinde, ister koyu kadercilik devirleri olsun, isterse insana sınırlı veya sınırsız hür irâde tanımağa çabalayan serbest düşünce devirleri olsun, düşünürler, problemin çözümünde ya inkâra ya da fikrî tenakuzlara düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır. İnsanın dışında gerçek bir temele dayanıp dayanmadığı açısından hürriyet probleminin çözümünde. ortaçağın da tıpkı ilk çağ gibi bir açmaz içinde bulunduğunu görmüşüzdür.
Yeni ve yakınçağda ise ortaçağın katı skolastiğinden kurtulan ve hatta bütün dîni bağlardan da sıyrılan birçok filozof ve bilim adamı insan hürriyetiyle ilgilenmiş ve beyinlerini çatlatırcasma uğraşmışlardır. Bunlardan Descartes (1596-1650), Spinoza (1632-1677), Locke (1632-1704), gibi düşünürler, hürriyeti insanın yaşadığı bir vakıa olarak ele almışlardır. Leibniz (1646-1716), Hume (1711-1776), ise mutlak determinist bir görüş içinde izahlar ile uğraşırlarken Kant (1724-1801.4.) ve Jean Paul Sartre (1905-1980) de içinden çıkılmaz karmaşık izahlardan sonra neticede hürriyetin bir iman olduğunu ifade etmişlerdir. Bütün bunların açıklamalarından anlamışladır ki yeni ve yakınçağ düşüncesi, ne ölçüde maddeci ve inkarcı görüşleri temsil etmiş olursa olsun, ilk ve ortaçağların düştüğü açmazdan çıkamamıştır. Bu çağların düşünce sözcüleri, gerçek ve mutlak hürriyetin insan dışındaki gerçeklerle temellendirilmesinin akim gücü ve sınırı dışında olduğunu, konunun bir sır olarak devam edip gideceğini itirafa mecbur kalmışlardır.
Psikoloji.de ise insan hürriyeti bir irâde hürriyeti olarak ele alınmıştır. Bu ilim dalının konusu itibariyle içe dönük, insana dönük bir açıdan işlenen irâde hürriyeti bir şuur hali olarak değerlendirildiği zaman yapılacak bir itiraz kalmamakta, ve fakat bu şuur halinin biyolojik temellerini : araştırmağa kalktığında birbirlerini nakzeden ve asla çözüm getirmeyen sonuçlara ulaşılmaktadır. Hele mü'minler için mutlak ve ezelî, ilim, irâde, kudret sahibi Allah'a inanan insanlar için, varılan bu sonuçlar daha da büyük bir açmaz doğurmaktadır.
Tezimizin ikinci bölümünde İslâm dünyasında hicri dördüncü asra kadar hürriyet ve irâde probleminde ne gibi anlayışlar bulunduğunu arzetmeye çalıştık ve neticede dedik ki: .
İslâm dünyasında problem, münhasıran Allah'ın sıfatları ve bu sıfatların insan irâde ve fiiline taallûku yönünden ele alınmakta ve kaza-kader inancının ışığında değerlendirilmektedir.
Selef tarafından «cebir de yoktur, tefviz de; İkisinin arasında bir orta yol vardır.» formülüyle hürriyet ve irâde problemi dile getirilmiş, bunu hiç münakaşasız, tereddütsüz, mutlak îman. çerçevesinde kabullenmiştir. Hele kaza ve kader konusunda münakaşayı caiz görmemiş, aksi hareket edenleri lanetlemiştir.
Yukarıda «en salim ve tehlikesiz» bir tutum olarak vasıflandırdığımız bu selefi tutumu, problemin çözümü ile uğraşan bir gurubu temsil etmediği gerekçesiyle istisna olarak kabul edip diğer guruplara geçtiğimiz zaman, görünürdeki durum netice itibariyle birinci bölümdeki durumdan farklı değildir.
Evvelâf insan hürriyetini kabul eden ve etmeyen iki sivri gurup görülmüştür. Bir tarafta insana sınırsız ve mutlak bir irâde ve fiil hürriyeti tanımak istiyen Kaderiyye-Mu'te-zile, 'diğer tarafta Allah'ın sınırsız, mutlak irâde ve kudreti karşısında insanı robotlaştıran Cebriyye. Her ikisi de görüşlerini savunurken tutarsizlklar içinde. Vardıkları sonuçlar, biraz eleştirildiğinde her ikisinin de açmaza düştükleri apaçık ortaya çıkmakta.
M u ' t e z i 1 e, insanı hareketlerinden tam sorumlu tutmak, Cenâb-ı Hakkın «'adi» ini. ve «va'd ve va'îd» ini gerçekleştirmek için, insan irâde ve fiilleri konusunda «tefviz-i mutlak» denilen mutlak hürriyetçi görüşünü ortaya koymuştur. Onlara göre Allah insanı fiil yapabilir güçte yaratmış ve serbest bırakmıştır. Artık hiç bir müdahalede bulunmamaktadır. Kişi hür irâdesini istediği şekilde kullanabilir. Sahip olduğu kudretle mümkün olan her çeşit hareketi yapabilir. Yaptığı hareketlerin iyiliği veya kötülüğü nisbetin-de Allah tarafmdan ya mükafatlandırılır veya cezalandırılır. Bu Allah'ın adaletinin icabıdır. Buraya kadar tam hürriyetçi izah. yapan Mu'tezile bu görüşü desteklemek için «önceden takdir» manasmdaki «kader» i de inkâr etmiş ve fakat kadere bağlı, dalâlet-hidayet ve bilhassa ecel konularında yaptığı izahlarla, salah-aslah, tevlid-tevellüd, meselelerindeki görüşleriyle tutarsızlığa düşmüştür. Bir yandan insana mutlak bir irâde ve fiil hürriyeti tanırken diğer taraftan geniş planda hürriyetin inkârına yol açan tevlid-tevellüd görüşüyle determinizme inanmaları; bir yandan insanların fayda ve menfaatine olan (salah-aslah) ı yapmak Allah için gereklidir derken, fiilden hemen önce olan ve şer için de geçerli bulunan kudretin Allah tarafından niçin verildiğinin izahını açık bırakmaktadırlar. Hele insan için bir «tabîî ecel» bir de «şarta bağlı ecel» kabul ederken, bu durumun ezelî olan ilâhî ilimle nasıl izah edilebildiğini söyleyememektedirler.
Mu'tezilenin bu durumuna bakarak onların insanın hür irâdeye sahip olduğuna inandıklarını ve fakat bunu açıklamaya kalktıkları zaman bir takım açmazlara ve hatta kurcalandığında cebre varan tutarsızlıklara düştüklerini söyleyebiliriz.
Cebriyye ise zaten hürriyeti inkâr etmektedir. Onlar da neticede bir inançtan hareket etmektedirler. İnsanın hür olmadığına inanmaktadırlar. Cebir inancı için gösterdikleri naklî deliller zayıf değildir. Ve fakat onlar bu görüşleri üzerinde ciddiyetle durarak ve cedel çemberini kırarak fikriyyâtını yapamamışlardır.. Bir yandan insana hiçbir serbestlik tanımazken diğer yandan laf arasında insana nisbet ettikleri «irâde» nin bir laftan öte hiçbir değeri kalmamaktadır. Cebir inançlarını bile izah ederken açmaz içindedirler.
Mutezilenin ve Cebriyyenin bu iki zıt uç görüşleri her ikisinin de isbatı yapılamıyan bir inançtan öteye gidememesi noktasında birleşmiş bulunmaktadır. Demek ki Mu'tezile-ye göre insan hürriyeti gerçek manada isbat edilemeyen bir inançtır. Cebriyye için de durum bundan farklı değildir. Onların da cebir görüşleri, isbatmdan aciz bulundukları bir inançtır.
İslâm filozofları' ndan el-Kindî (258/872) ve Fârâbî (339/950) de neticede insan hürriyetini psikolojik bir temele dayamışlardır.
Ehl-i sünnet kelâmını temsil eden Ebû'l-Hasen el-Eş'arî (324/936) meseleyi ne Mu'tezilenin ele aldığı tarzda kaderi inkâr eden bir sivrilikte ve ne de insanı robotlaştıran Cebriyyenin insan serbestlik ve sorumluluğunu inkâr eden bir başka sivrilikte ele almamak gerektiği görüşünden hareket etmiş, doktrinal teolojide insan mantığının varması muhtemel iki zıt ucun bağdaştırılması gayretini göstermiştir. Cenâb-ı Hakkın mutlak irâde kudret ve ilmi karşısında kula da sorumluluğunu temellendirecek bir hürriyet nisbet etmek istemiştir. Bunun için de şu görüşü ortaya koymuştur:
Cenâb-ı Hak mutlak irâde, kudret ve ilim sahibidir. Bu sıfatları da zatı gibi ezelîdirler. İnsanların fiillerini yaratan Allah'tır. Ama onlara-bu fiilleri iktisab etmeleri için kudret vermiştir. Bu kudret fiille birlikte aynı anda ve o fiilin sadece bir şıkkı için Allah tarafından yaratılır. İnsanın iradesi de aynen böyledir. Cenâb-ı Hak, her şeyi ezelde takdir etmiştir. İleride nasıl olacağını bildiği için ona göre takdir etmiştir. İmâm el-Eş'arî kulun sorumluluğunu temellendire-bilmek için insanda bir hürriyet bulunduğuna inanmasına rağmen bunun tamamen aksini izah etmektedir. Cebriyye'-nin görüşünden farklı olan nokta, insanın «kesb» inin bulunduğunu söylemesidir. Ve fakat bu kesbin gerçek mahiyetinin ve insan hürriyetini nasıl temeUendirdiğinin izahı yapılamamaktadır. Eş'ari de insan hürriyetinin psikolojik temelini sezmiş ve insanın fiillerinde kendisinin hür olduğunu bilmesini, bu hürriyetin delillendirilmesinde kullanmıştır. Diğer izahlar ise sonuç itibariyle problemi çözücü; Mu'tezilo ve Cebriyyenin tutarsızlıklarını ve açmazlarını ortadan kaldırıcı mahiyette görünmemektedir.
Aynı yıllarda Mâverâünnehir'de Ehl-i sünnet kelâmını temsil eden İmâm Ebû Mansûr el-Mâtürîdi (333/946), Eş'ari gibi bir orta yol seçmiştir. O da meseleyi Cenâb-ı Hakkın sıfatları ve bu sıfatların kulların irâde ve fiillerine taalluku açısından ele almıştır. Hareket noktası yine insanın sorumluluğunu temellendirmek için insanda hür bir irâde ve ihtiyar bulunduğunu izah ve isbat gayreti olmuştur. Özetle şu görüşleri savunmuştur:
însan gerçek manada fiil işleyen bir faildir. Fiili olduğuna göre gerçek manada irâdesi ve kudreti vardır. Bu kudretin kaynağı Allah'tır. İnsandaki kudret fiille birlikte bulunur ve fiilin her iki şıkkına da geçerlidir. İrâde de böyledir. İnsanın fiili kulun irâde ve kudretine bağlı olarak Allah'ın irâde ve kudretiyle yaratılır. Burada insanın sorumluluğu, fiilinin yaratılmasında amil olan iradesidir ki «ihtiyar» demek olan hür irâde «kasıd» ve «meyil» manasında kullanılmaktadır.
Mâtürîdî'nin hürriyet probleminin çözümünde bu noktaya kadar yaptığı açıklama, Mu'tezilenin açıklamaları istikametinde olmakla birlikte onlardan daha vazıh ve tutarlı bulunmaktadır. Ve fakat kader meselesi ortaya çıktığı zaman kaderi, hidayet-dalaleti, eceli hep ilm-i ilâhînin olacaklara bağlı olarak ezelde tahakkuku ile açıklaması, problemi yine çözülemez noktalarda bırakmaktadır. Hele Cenâb-ı Hakkın diğer bütün sıfatlan gibi fiili sıfatlarını da ezelî kabul ettikten sonra bu sıfatların taalluk ettiği varlıkların hadis olduklarım izah etmek imkânsızlaşmaktadır. Bu sıfatların ezelî olarak kabul edilmesi zaruretine paralel olarak varlıkların hadis olduklarının da kabulü zarureti vardır. Bu iki zaruretin bağdaştırılarak izahı mümkün değildir.1129
İmâm el-Mâtürîdî insanın hür irâdeye sahip olduğuna inanmaktadır. Ve insanın sorumluluğunu da bu hür irâde ile temellendir m ektedir. Hür irâdenin izahında itiraz edile-miyecek en sağlam nokta bu hürriyetin psikolojik temelidir. Bilindiği gibi Nâtürîdî, irâdeyi bir psikolojik hâdise olarak ele almakta ve «ihtiyar» adını verdiği bu seçme irâdesi, irâde fiilinin karar ânına tekabül eden «kas'ıd» ve «'azim» den ibaret olmaktadır. îşte insan bu noktada kendisinin hür olduğu şuuru içindeyse, hür irâdesi var demektir.
Kaderin insanı mecbur etmediğini göstermek için de yine aynı psikolojik izaha başvurmaktadır.
Görülüyor ki İmâm el-Mâtürîdî'ye göre de insan hürriyeti bir inançtır. Ama bunun izah ve isbatma geçildiği takdirde öncekilerde görülen ve giderilememiş bulunan çözüle-mezlikler hemen insanın karşısına çıkmaktadır.
Hürriyet ve irâde probleminin çözümünde İmâm el-Mâ-türidi ile gelinen nokta, çözümün gerçekleşmesi açısından, diğerlerinden farklı olmamıştır. Problem çözülememiştir. Çö-zülemezliği bir kere daha ortaya çıkmıştır.
Çözülemezliğin sebeplerine geçmeden önce, hemen şunu ifade etmeliyiz ki, İmâm el-Mâtürîdî'nin getirdiği izahlar, diğerlerine nisbetle en tutarlı ve hatta bir yönden ilk bakışta hemen tamamen izah edilivermiş gibi görünen bir karaktere sahiptir. Hatta, bahsi içinde görüldüğü gibi insan irâdesinin izahında yapılan psikolojik açıklamalar hemen hemen yeni ve yakınçağ filozoflarının açıklamaları kadar isabetli, ve doyurucudur. Zamanına göre çok ileri bir izah tarzı getirmiş olan İmâm el-Mâtürîdî'nin bu vukuf ve anlayışını rahmetle anarak kaydetmek gerekir kanaatindeyiz.
Kanaatimizce hürriyet ve irâde problemi çözülemez karakterdedir. Problemin mahiyetinde bulunan bu çözü-lemezlik insanm idrak sınırları dışında kalmasından neş'et etmektedir. Bu yüzdendir ki, binlerce yıldan beri bir sonuca ulaşılamamıştır. Ve ulaşilamıyacaktır da. Bu, hiçbir dînî kayıt ve inanca bağlı olmayan serbest düşünürler için böyle olduğu gibi, (Allah'a ve kadere inanan mü'minler için çok daha barizdir.
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakkın kemâl sıfatları, ister ak-len düşünülsün, isterse bizim kabul ettiğimiz gibi bizzat Cenâb-ı Hakkın bildirmesi yoluyla olsun, insanda da bulunan, insanın tanıdığı sıfatlardır. Ve Kur'ân-ı Kerîmde «O, yaratan bilmez mi, o lâtiftir, haberdardır,»1130 âyetinin geniş manası içindedir. Hayat, ilim, kudret, irâde, semi', basar, kelâm sıfatları, hep insanda da bulunan sıfatlardır. 1131 Cenâb-ı Hakkın diğer sıfatları da hep insanların bildiği, kıyaslıyabi-lecekleri ifadelerle bildirilmiştir. 1132 İmâm el-Gazzâlî (505/ 1111) bu noktayı şöyle açıklamaktadır:
«Hatta Allah'ın sıfatlarında bile, ekseriyetin anlamasına akıl erdiremiyeceği, incelikler vardır ki Rasûl-i Ekrem, onların anlaşılması açık olan ilim kudret ve benzeri sıfatları açıkladı ki kendi ilim ve kudretleriyle de bir nevi münasebetleri olmak hasebiyle, insanlar onları anlarlar. Çünki on-larm da ilim ve kudret adını alan sıfatları vardır. İnsanlar bu vasıflar arasında düşünerek bir mukayese yapar ve anlamağa çalışırlar.»
«Eğer ihsanlarda benzeri bulunmayan bir sıfatı anlat-san, onu anlayamazlardı. Hatta çocuğa, cinsiyeti belli olmayana, cinsî münasebetin lezzetinden bahsetsen birşey anlayamazlar. Ancak adını bildiği yemekle temsil ettiğin zaman birşey anlayabilir. Halbuki bu da hakiki idrak sayılmaz».1133 Ama yine de bu sayede insan, bir fikir sahibi olur. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakkın her çeşit benzemeden münezzeh olduğu da İşemen ilâve edilir.
«Hiçbir şey onun misli değildir.» 1134 âyeti bu gerçeği dile getirmektedir. Demek ki insan oğlu hem kendinde bulunan ve tanıdığı sıfatlarla Allah'ı düşünecek ve hem de bu «ırada aklına gelecek her çeşit benzemelerden zât-ı ilâhînin münezzeh olduğu şuuru içinde bulunacaktır. Bu Cenâb-ı Hakkın bütün sıfatlan için böyledir.
İnsanoğlunun idrak t&pasitesi, onun maddî ve ruhî bünyesi ile sınırlıdır. Nasıf duyu organlarının duyarlığı dı-gında, bunlara ait, hiçbir ihsas alma imkânı ve buna bağlı olan idrakle meydana gelemiyorsa, daha önceden hafızasında iz bırakmış, benzeri idrak edilmiş olmayan şeyleri düşünüp tahayyül etmesi de mümkün değildir. İnsanın yapı özelliklerini aşan idraklerden de söz edilemez.
însanın zihin yapısında bulunan sabit unsurlardan biri de Z A M A N ve MEKÂN mefhumlarıdır. İnsanın hem dış dünyasıyla temasları ve hem de iç dünyası hakkındaki bilgileri hep bu zaman ve mekân perspektifinden idrak edilmektedir. Herşeyi, her hali, zaman ve mekân içinde görüp idrak eden, düşünen, yaşayan insanm zamansız ve mekansız bir idrakinin olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Doğuştan gözü olmayan bir insanın görme duyusuna taVlluk eden konularla ilgili bir fikrinin, bir hayalinin bulunamıya-cağı muhakkaktır. İşte, doğuştan zaman ve mekân içinde duyarlık taşıyan, bütün idrakleri ve düşüncesi zamana ve mekâna bağlı olarak gelişen insanın da, her şeyi, ve bu arada bütün sıfatlarıyla Cenâb-ı Hakkı da zaman ve mekârî plânında düşüneceği şüphesizdir. İşte bu noktada insanın düşüneceği zaman ve mekânın Allah için caiz olmadığını, onun bu konuda «benzersiz» olduğunu göstermek için, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu bildirilmiş ve bunu insanın idrak edebilmesinde yardımcı olmak üzere «ezelîlik», «kıdem» ile «sonsuzluk», «baka'» sıfatları zikredilmiştir.
Oysa zaman açısından «kıdem» veya «ezelî oluş» bir başlangıç noktasına göre önce olıjnanm sonsuzluğa uzanma-sıdır. «Baka1» ise aynı başlangıç noktasının öbür istikametteki sonsuzluğudur. Zaman mefhumundan mücerred olamayan, insan oğluna zamansızlık, zamandan münezzeh oluş, ancak'böyle, temsil edilebilirdi.
- Ama ne gariptir ki bütün keiâmcıiar Allah teâlâmn zaman ve mekândan münezzeh olduğunu isbat edebilmek için azamî gayret göstermekte ittifak ettikleri" halde, fiilî sıfatların ve özellikle ilim sıfatının izah ve isbatlarmda ve buna bağlı olarak kader ve kadere mülhak konularda, bu noktayı hiç nazarı itibara almadan, bunların hadis mi, kadîm mi olduğu münakaşasına girmektedirler. Oysa birşeyin hadis veya kadîm olması, zaman söz konusu olduğunda. önem taşımaktadır.
Gözüne zaman gözlüğünü teâlâ, zamandan münezzehtir yoktur, derken; diğer yandan dîm mi olduğu münakaşasına zamansızlığın bulunduğu ilâhî manından hareket ederek de| sız açıklamaların, açmazların
takan insan bir yandan Allah öncesi de yoktur, sonu da Öbür sıfatlarının hadis mi kagirmektedir. Bir küll halinde irâde ve fiillerde, insanın zajerlendirmele.r yapmak, tutaryegâne sebebi olsa gerektir.
Pekiyi, bu noktayı insanoğlu nazar-ı itibara alsaydı hürriyet ve irâde problemini çözebilir, kaza-kader meselelerini izah edebilir miydi? Bu soruya müsbet cevap vermenin imkânsızlığı çok açıktır. İnsan, zamansızlığı idrak edemez ki, zihin yapısından zaman ve mekân formunu söküp atamaz ki, yahut zihin yapısında zaman ve mekân formu bulunmayan bir başka inşân bulup soramaz ki o sahadaki hadiseleri idrak edip açıklayabilsin.
O halde problem temelinden çözülemezdir, çözülemiye-cektir. İnkârın da bir çözüm olmadığı apaçık bir gerçektir.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.) ve onun yolunda giden sahâbe-i kiramın (r.a.) ve selef-i sarihinin, kader münakaşalarını şiddetle meneden tutumlarında ne büyük bir gerçek gizlidir.
«Cebir de yoktur, tefviz de, ikisinin arasında bir orta yol vardır «formülü, isbatı yapılamıyan ve gerçekliğine tereddütsüz inanılması gereken bri müteârafe (postulat) dir.
"İnsanın irâde hürriyeti bir îmandır. Sorumluluğu ancak böyle temellendirilir. îlâhî kaza ve kadere de inanmak îmanın şartlarından biridir. «Hayrı ile şerri ile kaderin Allah'tan geldiğine inanmanın» îmanın şartlarından biri olduğunu, bu konudaki delillere1135 dayanarak ifade eden İmâm el-Mâtürtdî, özel manalariyla izah ettiği ve «ezelî takdir» manasını da ihtiva eden «kader)) e inanmamanın küfür olduğu kanaatindedir.
însan, hürriyetine inandığı sürece hür olacak, gerisi kıyamete kadar ilâhî bir sır olarak kalacaktır.
Çalışmak ve gayret bizden, Tevfik ve hidâyet ancak Allahtandır. 1136
M. Saim YEPREM
Erenköy. 3-3-1980
Dostları ilə paylaş: |