2. Tevhîd Esası
Tevhîd, Allah Teala’nın zatında ve sıfatlarında bir, eşsiz ve benzersiz olduğunu ifade eden bir esastır. Mu'tezilî kelâmcıların ıstılahında da tevhîd, Allah Teâlâ'nın zatında ve sahip olduğu sıfatlarda bir, her türlü şerik ve teşbihten uzak olduğunu bilmek ve bunu ikrar etmektir. Onlara göre tevhidin oluşması için bilgi ve ikrarın aynı anda gerçekleşmiş olması ve bunun amel ile teyid edilmiş olması gerekir. Bunların her ikisi olmaksızın sadece biri gerçekleşecek olsa iman sahih olmaz. Kadı Abdülcebbâr da buna yakın bir ifade kullanarak tevhidi, Allah Teâlâ'nın kendine ait sıfat ve bunlara ilişkin hükümlerde birlenmesi şeklinde tanımlar O, tanımını açıklamak için Allah'ın kadîm, O'nun dışındaki varlıkların ise hadis olmasına inanma örneğini verir. 478 Tevhîdin, âlemin hudusünü ve bir muhdisinin olduğunu ispat, muhdisin sahip olduğu sıfatları beyan, yaratılmış varlıkların sıfatlarının O'na verilemeyeceğini ve O'nun bir olduğunu bilme ile gerçekleştiğini kaydeder. 479 ve tevhîdin Allah'ın varlığı, sıfatları, teşbih ve tenzih konularını kapsadığını bildirir. Kadı Abdülcebbâr'a göre aklî ve naklî deliller Allah'ın bir olduğunu vurgular. Ayete'1-Kürsî, İhlas suresi ve benzeri tevhîdle ilgili ayetleri nakli delillere örnek gösterir. Fiil-fail ilişkisi ile de aklen Allah'ın birliğini ortaya koymaya çalışır. 480
Mu'tezile şirke karşı kendisini tevhîdin yegâne temsilcisi olarak görmektedir. Hayyât, âlemde tevhidi savunan tek mezhebin kendileri olduğunu söylemekte, başkaları dünya lezzetleri ile meşgul iken kendilerinin tevhîd savunuculuğu yaptıklarını bildirmektedir. 481
Tevhîd, Mu'tezilî düşüncenin temelini teşkil etmekle beraber, Kadı Abdülcebbâr dışındaki Mu'tezilî yazarlar usûl-i hamsenin ilk esası olarak adaleti zikretmektedirler. Tevhîde gerekli önemi verip onu adaletin önüne geçiren ilk Mu'tezilî âlim Kadı Abdülcebbâr'dır. 482
a. Allah'ın Varlığını İspat
Mutezile'ye göre âlemde her şey bir gayeye göre yaratılmış olup orada vuku bulan her olay bir hikmete dayanmaktadır. Dolayısıyla hem mikro hem de makro âlemde gayelilik esastır. İlâhî adalet de bunu gerektirir. İnsan evrendeki bu tabii sistemi keşfettikçe Allah'ın varlığına delil bulmuş olur. Kişiye bilmesi ilk vacip olan şey Allah Teâlâ'nın varlığıdır. Bu da cisimlerin hadis olduğunu bilmek ve bunların bir muhdisinin bulunduğuna istidlalde bulunmakla olur. Bu nedenle tevhîd konusu Allah Teâlâ yanında, O'nun varlığını ispatlamaya yarayan tabiatla da ilgilenmeyi gerektirmektedir. Mu’tezile'nin tevhidi aklî ispata dayandırdığını, bu konuda aklın dayanağının da dış âlem olduğunu düşündüğümüzde, tabiat araştırmalarının ne denli önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Mutezile âlemde hikmet ve gayeliliğin bulunduğunu vurgulayan bu görüşü ile müslümanları tabiat araştırmalarına yöneltmiş, Kindî, İbn Sina ve İbn Rüşd (ö. 595/1198) gibi İslâm filozoflarını etkilemiştir. Nitekim İbn Rüşd “İlâhî inayet” ifadesini özel bir terim olarak kullanmaktadır.
Kadı Abdülcebbâr'a göre fiil-fail ilişkisi ile Allah'ın varlığını ispat önemlidir ve biz O'nu fiilleri ile tanımaktayız. Her fiilin bir faili olduğu gibi, sonradan yaratılmış olan şeylerin (muhdes âlem) de bir faili bulunmaktadır ve bu fail Allah Teâlâ'dır. Kadı Abdülcebbâr bu görüşünü açıklamak için Hişâm b. Abdülhakem ile Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf arasında geçen şu diyalogu nakleder. Müşebbihe'ye mensup olan Hişâm, Ebü'l-Hüzeyl'e Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu sorar. O, “Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim.” diye cevap verir. Hişâm: “Hayır bunu kastetmiyorum” der. Bunun üzerine Ebü'l-Hüzeyl: “Bir, samed” şeklinde sıralamaya başlar. Hişâm: “Bu nasıl oluyor?” diye sorar. Ebü'l-Hüzeyl: “O evvel, âhir, zahir, bâtındır” diye karşılık verir. Bu defa Hişâm: “O şey midir?” diye sorar. Ebü'l-Hüzeyl: “Bildiğimiz eşya gibi olmayan şeydir” der. Hişâm: “Bu cevap beni ikna etmedi” deyince Ebü'l-Hüzeyl tepkisini: “Senin kardeşin Firavun” da benden daha bilgili olan Hz. Musa'nın: “Eğer kesin olarak inanıyorsanız, bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.” 483 sözüyle ikna olmamıştı. 484 şeklinde ortaya koyar.
Kadı Abdülcebbâr'a göre marifetullah konusunda taklit caiz değildir. Mükellef avamdan bile olsa icmâlî bir şekilde istidlâlda bulunması ve kendine arız olan şüpheyi giderecek kadar bilgi sahibi olması gerekir. 485 Bu delillerin başında hudûs delili gelir. Yaratıklardan hareketle yaratıcının varlığına ulaşmayı öngören bu delili Mu'tezile'de ilk olarak Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf kullanmıştır. Ondan sonra da diğer Mu'tezilî imamlar bu delili kullanmaya devam etmişlerdir. Kadı Abdülcebbâr hudûs delilini “Cisimler yöntemi” ve “Arazlar yöntemi" olmak üzere ikiye ayırır ve birincisinin tercih edilebileceğini söyler, duyularla algılanmaları sebebiyle cisimler hakkında daha kolay hüküm verilebileceğini kaydeder. Ayrıca ona göre cisimlerin hudûsü Allah'ın birliği için de önemli bir delil teşkil eder. Cisimlerle istidlal etmek arazların varlığını ve hudûsünü kapsadığı halde, arazlarla istidlal böyle bir sonucu doğurmaz. 486 Bununla birlikte Kadı Abdülcebbâr bu yöntemin zorunlu bilgi ifade etmediğini, çünkü bunun için gerekli olan şartları taşımadığını da kabul eder. 487 Öte yandan Kadı Abdülcebbâr, Şerhü'l-Usuli'l-hamse'de cisimlerin hudûsüne dayanarak Allah'ın varlığını ispat etmek üzere bir bölüm açmasına rağmen, beklenenin aksine arazlar vasıtasıyla ispat yoluna geçmiştir. 488 Öyle anlaşılıyor ki Kadı Abdülcebbâr, hudûs delili konusunda daha çok arazların varlığı, yaratılmışlığı, cisimlerin onlardan ayrı olamayacağı gibi görüşleriyle daha sonra gelen kelâmcılara zengin bir miras bırakmıştır. Cisimlerin yaratılmış olmaları Allah'ın varlığına delâlet eden en güçlü delildir. Şöyle ki: Cevherler bizim kudretimizle meydana gelmemektedir ve onları biz icat etmemekteğiz. Öyleyse onların bizim dışımızda bir başka mucidi olmalıdır. Aynı şekilde arazların da renk, tat, koku şeklindeki bizim takdirimiz dışında olanlarını biz icat etmiyoruz. Bunların da bir mucidi olmalıdır ki o mucit Allah Teâlâ'dır.
Kadı Abdülcebbâr bu delili şu şekilde formüle etmiştir:
Cisimlerde birleşme, ayrılma, hareket ve sükûn gibi nitelikler bulunmaktadır.
Bu nitelikler sonradan olmadır (muhdes).
Cisimler bu niteliklerden ayrı ve öncelikli değildirler.
Hadis niteliklerden ayrı ve önce olmayan şey de hadistir.
Bu düşünceler daha sonra şöyle ifade edilmiştir: Arazlar hadistir. Cisimler de arazlardan ayrılmazlar. Öyleyse arazlardan ayrılmayan cisimler de hadistir. Bir başka ifade ile, cisimler kAdlm olsalardı hadis olan arazlardan önce olurlardı. Halbuki biz cisimlerin arazlardan önce olmadıklarını biliyoruz. Madem ki cisimler arazlardan önce değiller, öyleyse kAdlm de değildirler. KAdlm olmayan şeyler de hadistir. 489
Mu'tezile'nin kullandığı bir başka isbat-ı Vacip delili de gaibi şahide kıyas metodudur. Kadı Abdülcebbâr bu delili şu şekilde ifade eder: “Her hadisin bir muhdisi vardır.” kuralı gereği bizim fiillerimiz kendi kendilerine olmadığı ve vukuu açısından bize muhtaç olduğu gibi, bizim gücümüz dışındaki fiiller de vukuu için bir başka muhdise muhtaçtır. Bu da Allah Teâlâ'dır. 490
Kadı Abdülcebbâr, Mu'tezile'nin görüşlerine karşı çıkarak Kur'an'ın kAdlm olduğunu ve bütün kötülüklerin Allah'tan olduğunu iddia eden muhalifleri eleştirirken de bunların, bir yandan Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını, mekândan münezzeh olduğunu söylediklerini, bir taraftan da O'nun arş üzerinde istiva ettiğini, dünya semâsına indiğini, gözle görüleceğini iddia ettiklerini; bir yandan Allah'ın yaptığı her işin hikmetli olduğunu söylediklerini, öte yandan kâfirin küfrünü takdir edip yarattığını ileri sürerek kendi içlerinde çelişki halinde olduklarını kaydetmektedir. 491
Dostları ilə paylaş: |