2. Fasıl
ARAPLARIN VASIF VE PSİKOLOJİSİ Zıt Vasıflar
Bedevi Araplar vahşi karakterleri, sertlikleri ve çapulculuklarının yanı sıra cömertlik, bağışlayıcılık, misafirperverlik, mertlik ve cesaret gibi vasıflara da sahipti, hele, verdikleri sözü mutlaka tutar, anlaşmalarına sadakat gösterip bu uğurda canlarını vermekten çekinmezlerdi ki bedevilerin en belirgin özelliklerinden biriydi bu. Onların bunca zıt özellikleri bir arada taşıdığını görmek gerçekten şaşırtıcıdır.
Dünyada benzerî az bulunur sıcaklıkta kurak, sert ve mahrum çöllerdeki hayatı yaşamasa; yağmacılığa susamış bir savaş delisi olan ve gözlerini intikam hırsı bürüdüğünde en inanılmaz cinayetleri bile gözünü kırpmadan işleyebilen bu arabın, çadırında fevkalade misafirperver, sıcak ve samimi bir dost olabileceğine ve bu ikisinin aynı insan olduğuna inanmak son derece zordu.Çaresiz biri ona başvuracak olsa veya zulme uğrayıp mağdur düşen biri ona sığınsa, düşmanı bile olsa ona kucak açar, ailesinin bir ferdi gibi onu korur, bu uğurda canını ona siper etmekten çekinmeyecek kadar mertlik gösterirdi113
Savaş meydanında cesaret göstermek, alabildiğine korkusuz olmak, israfa varacak derecede eliaçık ve cömert olmak, kabilesine tutkunca bağlılık, intikam alırken tamamen acımasız davranmak, kendisine, kabilesine veya akrabalarına saldırganlık gösterenden ne pahasına olursa olsun intikam almak o günün Arapları için bir erdem ve şerefti114.
Arapların İyi Vasıflarının Kökleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi otlak ve su anlaşmazlıkları bazen çatışmalara yol açıp kabileleri birbirine düşürüyorduysa da; acımasız ve sert tabiat şartları karşısında insanoğlunun güçsüzlük ve zaafı, bütün çöl bedevilerinin kutsal bir geleneğe saygı duymasını sağlamıştı: Misafirperverlik!..Hiçbir han veya kervansarayın bulunmadığı koca çölün ortasında kapısını misafire açık tutmamak çöl ahlak ve şerefine aykırı sayılıyordu. Çağımızın medyacıları demek olan o günün şairleri, arap ırkının mertlik ve kahramanlık sıfatlarının başında gelen erdemlerinden biri olarak misafirperverliği her fırsatta gündemde tutup övmeyi ihmal etmiyordu115
Ancak cesaret, misafirperverlik, cömertlik, kendilerine sığınanlara destek verip himaye etmek gibi daha sonra zuhur eden İslam dininin de kültür ve değerleri arasında yer alan bu iyi ve insancıl davranışlar onlarda insanî ve manevî değerlerden kaynaklanmıyordu, bilakis, kabileler arasında gurur duyup diğerlerine üstünlük taslamak gibi cahiliyet kültürü ve sosyal nedenler bu davranışların ana motoruydu. Zira hiçbir sosyal düzen ve güvenliğin bulunmadığı o haşin ortamda cesaret ve gözüpeklik zaten yaşamın zarureti gereğince lazımdı. Cahiliyet dönemi Araplarını cömertliğe, ahdine vefalı olmaya, kendisine sığınanı himaye etme… vb. insanî hasletler göstermeye iten sebepler insanlar arasında iyi bir isim olarak şöhret yapma ve kabilenin başına geçme arzusu, şairlerin tenkidinden çekinme, kötü ve cimri biri olarak tanınma korkusuydu. İnsanların mal ve çocuklarının çokluğuyla övündüğü bir ortamda misafirperverlik ve cömertlik vasıfları elbette bireyin kıvancı ve gurur vesilesi oluyordu. İslam tarihini mütalaa etmiş olanlar bu gerçeği bilirler116
Cehalet ve Hurafeler
Bütün hayatı genellikle çölde geçen bedevî Araplar kültür ve medeniyetten tamamen uzaktı, ve nesneler arasındaki ilişkilerin çoğundan habersiz bir fikrî ve aklî dogmatizm içindeydi. Olayları ve nesneleri mantıklı bir bakışla değerlendiremiyor, nedenlerle sonuçlar arasındaki ilişkileri fark edemiyordu. Mesela biri hastalanıp acı çektiğinde yakınları ona bazı ilaçlar tavsiye ettiğinde hastalıkla tedavî arasında bir ilişki olması gerektiğini fark ediyordu, ama bu idrak mantık ve araştırmaya dayalı ve dakik değildi. O, sadece kabilesinin falan hastalıkta falan ilacı tedavi için kullandığını biliyordu. Mesela genellikle köpek ısırmasından onlara geçen kuduz hastalığına, kabile reisinin kanının iyi geleceğine inanırdı! Aynı şekilde, her hastalığın nedeninin, vücuda kötü bir ruhun girmesi olduğuna inanmaktaydı, bu nedenle de o ruh, hastanın vücudundan uzaklaştırılmaya çalışılırdı. Veya birinin delireceğinden korktuklarında, bunu engellemek için onun boynuna ölülerin kemikleriyle pisliklerini asarlardı. “Dev”in de var olduğuna inanıyorlardı, devlerin gece vakitleri ıssız yerlerde ortaya çıkıp insanların yolunu kestiğini, onlara eziyet ettiğini zannediyorlardı.
Sığırları suya götürdüklerinde bir inek su içmeyecek olsa, bunun nedeni öküzün boynunda bir devin oturmuş olması olarak yorumlanır ve devi kaçırtmak için zavallı öküzün yüzüne gözüne acımasızca vurulurdu!117 Bu tür mantıksız ve komik inançlar çok yaygındı.
Kabile tarafından kabul edilip uygulandığı sürece bedevî Araplar bunların hiçbirini abes görmüyor, doğruluğundan zerrece kuşku duymuyordu! Çünkü şüphe ve inkarın kaynağı bilgi, dikkat ve sağlıklı araştırmalardı; mesela bir hastalığın incelenebilmesi, nedenleri, etkileri ve tedavisinin anlaşılabilmesi için öncelikle bunlar gerekliydi, ama o günün arabı tamamen ilkel bir hayat yaşamakta olduğundan bu idrak ve bilince henüz sahip değildi.
Cahiliyet dönemi şiirlerinde veya bazı atasözleri ya da öykülerde neden -sonuç ilişkileri arasında bağ kurabilen nadir durumlar göze çarpsa da bunlar derin düşünce ve sağlıklı bir yorumdan yoksundur. Arapların inandığı hurafe ve batıl inançların asıl nedeni işte bu “olaylar ve nesneler arasındaki ilişkileri kavrayıp yorumlama yetersizliği”dir. İslam ve arap tarihiyle ilgili kitaplarda bu hurafe ve batıl inançlar tafsilatıyla anlatılmıştır118
Araplarda Bilim ve Sanat
Bazı bilimadamları bedevî Arapların tıp, astronomi ve tipoloji gibi bilimlere sahib olduğunu ispatlamaya çalışır119 ama bu abartılı bir iddiadır. Arapların bu bilimlerle olan âşinalığı düzenli ve teknik bir bilim sathında değildi; bilakis, kabile büyüklerinden miras kalan bir takım tahminlerle yaşlı kadınlardan duyulup işitilen kulaktan dolma bilgilerden ibaret sathi ve dağınık şeylerdi. Bu tür bilgilerin “bilim” olarak tanımlanamayacağı ortadadır. Mesela Arapların astronomi ilmi hakkındaki bütün bilgileri bazı yıldızları tanıyıp onların ne zaman göründüğünü ve kaybolduğunu bilmekten, gece ve gündüz vakitlerini teşhisten ibaretti ki bunları da uçsuz bucaksız çöllerde yönlerini bulabilmek için öğrenmişlerdi. Tıp konusundaki bilgilerini de İbni Haldun’dan dinleyelim:
“…Genellikle kıt ve dar tecrübelerden ibaretti. Şunun bunun üzerinde denenerek elde edilen bu tecrübelerse çoğunlukla kabile şeyhleri ve kocakarılardan miras kalan, nesilden nesile ulaşıp gelen şeylerdi. Bazen bir hastanın iyileştiği de oluyordu, ama bu ne belli bir usule dayanıyor, ne de hastanın mizacıyla bağdaşıyordu!”120
Haris b. Kelde gibi doktorların (!) doktorluğu da işte bu tür bir şeydi aslında…
Ümmî Halk
Hicaz halkı, Kur’an’ın da tabiriyle “Ümmî” bir halktı; yani tıpkı anadan doğduğu günkü gibi kalmış, okuma yazma bilmeyen, kitap-kalem yüzü görmeyen tahsilsiz insanlardı. Belâzüri İslam’ın zuhuru sırasında Medine’yle Kureyş’ten sadece 17 kişinin okuma yazma bildiğini, bu rakamın iki büyük kabile olan Evs’le Hazrec’de sadece 11 kişi olduğunu yazar121 Halbuki Mekke’de yaşayan Kureyşlilerin maddi durumu hayli iyiydi, ticaretle uğraştıkları için de okuma yazma bilmeleri gerekirdi. Bunca cahil ve bilgisiz bir kavmin sözkonusu bilimlere sahip olduğunu iddia edebilmek elbette ki inandırıcı değildir.
Şiir
Cahiliyet dönemi Araplarının göze çarpan yegane büyük özelliği şiir ve hitabe sanatındaki yetenekleriydi; özellikle şiirde altın çağlarını yaşıyorlardı. Şair, yaşadığı toplumun tarihçisi, soybilim uzmanı, hicivcisi, ahlak öğretmeni, gazetecisi, geleceğe mesaj taşıyıcısı ve savaş ilan edicisiydi122. O günlerde büyük arap şairleri ve edebiyatçıları “Ukaz”, “Zilmecaz” ve “Mecenne” gibi123 mevsimlik olarak düzenlenen ve bütün halka açık olan ekonomik ve kültürel panayırlarda en seçkin edebi eserleriyle şiirlerini halka sunarlardı. Bir şairin yarışmayı kazanması, kendisi ve kabilesi için büyük bir iftihar ve onur sayılır, verilen değer ve itibarın göstergesi olarak da bu şiir Ka’be duvarına asılırdı. “Muallâkat-ı Sebe”, 7 büyük arap şairinin yazdığı fevkalade güzel 7 kasideydi; o güne değin Araplar arasında bunlara denk bir şiir yazılmadığı ve benzeri olmadığı için bunlar Ka’be duvarında asılı dururdu124. Bunlara “Asılı şiirler” anlamında “Muallâkat” denilmesi de bu yüzdendi.
Cahiliyet dönemi Arapları kültür, medeniyet ve fikrî zenginlikten mahrum oldukları için bu şiirler bütün edebî fevkalâdeliklerine rağmen fikir, muhteva ve anlam açısından gerekli kıvamdan yoksundu. Bu dönemin şiirlerinin teması aşk, şarap, kadın, kahramanlık ve milliyet eksenliydi ve bütün güzelliği kelimeler, tanımlar ve türlü edebî inceliklerinden ibaretti.
Araplar ve Komşu Medeniyetler
Cahiliyet dönemi Araplarının bilim ve sanat açısından tahlilini yaparken şu soru akla gelmektedir: Araplar kendilerine komşu olan çağın iki büyük medenî devleti İran ve Roma’yla ticaret yapar, bu iki devlet ve etraftaki diğer ülkelerle alış verişlerde bulunurken onların kültür ve medeniyetlerinden yararlanmış mıdır? Bu ilişkiler Arapların yaşamında önemli değişimlere yol açmış mıdır?
Bu soruya verebilecek cevap şudur: Hicaz halkı, yaşadığı bölgenin kendine has coğrafi ve doğal yapısı nedeniyle çağın devlet ve hükümetlerinin siyasi nüfuzundan uzak olduğu gibi onların kültürel nüfuz sahasının da dışındaydılar. Arapların komşu medeniyet ve kültürlerden etkilenebilmesi ancak üç yolla mümkündü:1- Ticaret 2- İran ve Roma’nın uydusu olan küçük devletler (Hıyre ve Gassan) 3- Kitap ehli (Yahudiler ve hırıstiyanlar)
Ne var ki, bu nüfuz ve etkinin ne kadar olduğuna bakmak gerekir. Bazı tarihçilerin bu konudaki görüşleri epey abartmalıdır, örneğin kimi şöyle diyor:
“Arap kabilelerinin İran ve Roma’yla irtibatları bu ülkelerin medeniyetleriyle tanışmasına yol açtı. Ticaret amacıyla İran ve Roma’ya yolculuk eden Araplar bu iki ülkede medeniyetin yansımalarını görüyor, İranlılarla Romalıların, Araplardan ne kadar farklı bir yaşama sahip bulunduğunu anlıyorlardı. Cahiliyet dönemi şiirlerinde de bunun izlerini görmek mümkündür. Buna ilaveten birçok tüccar ve yolcu İran ve Roma’dan birçok kelime, kavram ve öyküleri Arabistan’a taşıyor böylece İran ve Romalıların bazı fikir ve inançları Araplara intikal etmiş oluyordu”125
Yukarıdaki görüşe rağmen; hicazlı tüccarların bu iki ülkeye gidiş gelişlerinin Arapların fikrî ve kültürel sahada gelişmelerini pek etkilemediğini hatırlatmak gerekir. Zira bu medeniyetlerin huzmeleri çok dar bir kanaldan süzülüyor ve kimi zaman da tahrife uğrayarak karşıya ulaşabiliyordu. Nitekim Süleyman emsâlinden naklolunan bazı arap emsalinde veya İranlılarla Romalılardan aktarılan bazı hikayelerde tahrifler göze çarpmaktadır. Esasen o günün arabı bilimi komşularından düzenli olarak alamıyordu, zira buna engel olan önemli faktörler vardı. Bunlardan birkaçını sıralayalım:
1- Arapların komşularıyla irtibatını zorlaştıran büyük çöller, dağlar ve denizler gibi tabii engeller.
2- Araplarla Roma ve İran arasındaki sosyal yaşamla aklî ve fikrî mesafenin çok fazla oluşu… Nitekim başka milletlerin medeniyetini iktibas edebilmek için bu mesafenin az olması ve orada kültürel bir yakınlık bulunması icabeder.
3- Araplar arasında okuma yazma oranının çok düşük ve tahsilsizliğin çok yaygın olması nedeniyle; İran ve Romalılarla teması olanların bazı vecizeleri veya atasözleriyle hikayeleri ya da tarihi olayları anlatırken çok sadeleştirmesi ve duyanın onu hafızasında tutabileceği şekilde özetlemesi, bedevilerle benzeri cahil kesimin anlayabileceği bir şekilde ifade etmesi gerekiyordu.
Binaenaleyh bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Arapların komşu ülkelerle ilişkileri onların sadece maddî ve edebî yaşamlarını etkilemişti126.
Yahudilerle birlikte olmanın etkileri hakkında da deniliyor ki: Yahudiler Hz. Musa (a.s) döneminden beri ve ondan sonra da Romalıların baskı ve saldırıları sonucu, özellikle de Orşelim’in yıkılması üzerine Hicaz’a göçtüler127. Yahudilerin Hicaz’a gelmesi bu bölge Araplarının sosyal durumunda önemli etkiler yarattı ve Tevrat’la Talmud’daki hikâyeler bu yolla Hicaz Araplarına intikal oldu’128
O dönemlerde fikrî ve dinî açıdan Yahudilerin Araplardan çok daha üstün bir konumda olduklarını, hatta İslamdan sonra bile bazı Müslümanların dinî soruları onlardan sorduklarını gösteren belgeler mevcuttur.129 Ancak; Yahudilik de hırıstiyanlık gibi tamamen bozulmuş ve tahrife uğramış olduğundan Arapların Yahudilerden aldıkları fikirler de bozuk ve kokuşmuş fikirlerdi, binaenaleyh Yahudilerin fikir ve inançları Arapların hiçbir sorununu halledemediği gibi cehalet ve sapıklıklarının daha da artmasına sebeb oluyordu.
İran ve Roma Karşısında Arapların Zayıf ve Perişan Hali
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hicaz halkı dağınık ve kabileler halinde yaşadığından ve çoğunluğu bedevi olduğundan bu halkı teşkilatlandırıp düzene sokacak merkezi bir devlet yapısı yoktu. Sürekli kabile savaşları ve iç çatışmalar yaşandığından pek zayıf ve perişan bir haldeydiler, bu nedenle de yaşadıkları çağın devlet ve halklarının ilgisine mahzar olamamışlardır.
Cahiliyet dönemi Araplarının kabile ve aşiret hayatları çadırda sürüp deve çobanlığıyla geçiyor; taassuplar, mahrumiyetler ve düzensizliklerin kısır döngüsünde Arabistan dışına bakacak, Arap Yarımadası’nın sınırları ötesinde olup bitenlerle uğraşacak fırsat bulamıyorlardı. Çevrelerindeki devletleri yenmeyi akıllarından bile geçirmedikleri gibi, o devrin iki güçlü imparatorluğuna sahip İran’la Roma karşısında büyük bir zaaf ve küçüklük duygusu taşıyorlardı. Kendisi de bir arap olan “Katade” o dönemin Araplarını çağının en zavallı, en zayıf, en sapık, en aç ve en çıplak kavmi olarak tanımlar ve şöyle der: “Araplar bu iki aslan, yani Roma ve İran imparatorlukları arasında sıkışıp kalmışlardı ve bu ikisinden korkmadaydılar”130
Bunun en ilginç belgelerinden birini daha aktaralım: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de Arapların büyüklerinden bir kaçını toplamış yüce İslam dinini tebliğ ediyordu, bu arada fıtrat ve ahlakla ilgili bazı ayetler okudu. Arap büyükleri bu ayetlerden etkilenmiş ve her biri övgü ve hayranlık dolu sözler söylemeye başlamıştı. Ama bu grubun büyüğü olan Musannâ bin Hârise şöyle dedi:
“Biz iki su arasında yaşıyoruz; bir tarafımızdan arap suları ve sahilleri, diğer tarafımızdan İran toprakları ve Kesrâ’nın nehirleriyle çevrili durumdayız. Hiçbir olay çıkarmayacağımız ve hiçbir suçluya sığınma vermeyeceğimiz hususunda Kesra’yla antlaşmamız var. Senin dinini kabul etmemiz bu şahların hoşuna gitmeyebilir. Arap topraklarında bizim bir hatamız olursa kendimiz görmezden gelebiliriz, ama böyle bir hatayı Kesra affetmeyebilir…131
Hayali Kıvanç
Tarihçiler, Arapların o sırada ne kadar zayıf ve zavallılık duygusu içinde olduklarını şöyle yazarlar:
“Bir yıl, Temim kabilesi kıtlığa uğradı; Kesra da onların yemyeşil ve bereketli Irak topraklarından yararlanmasına izin vermiyordu. Bu kabilenin büyüklerinden Hâcib bin Zürare, kabilesinin temsilcisi olarak bu konuda Kesra’yı ikna edebilmek için İran’a gitti. Kesra bu görüşmede “Siz Araplar hainsiniz!” dedi, “Size bu konuda izin verirsem hemen ortalığı karıştırır, kavga gürültü çıkarır, halkı aleyhime kışkırtırsınız! O zaman beni üzmüş olursunuz!” Hacib, böyle bir şey olmayacağına garanti verebileceğini söyledi, Kesra bu garantinin ne olduğunu sorunca Hacib “Yayımı size rehin bırakırım!” dedi. Kesra kabul ettiğini söyleyince de Hacib kendisinin cesaret, mertlik ve kahramanlık onurunun mazharı olan yayını ona teslim etti. Hacib öldükten sonra oğlu Atarüd, Kesra’ya giderek babasının yayını geri aldı132. Temimoğulları kabilesi, Kesra’nın onlardan böyle bir rehni kabul etmiş olmasını yıllarca bir iftihar saymış ve bununla övünüp durmuştur133.
Diğer taraftan Şeybanoğulları kabilesi, Iclilerle Yeşkirilerin de yardımıyla “Ziygar” savaşında Hüsrev Perviz’i yenmişti134. Bu zaferle çok büyük bir mutluluk ve gurur duydukları halde böyle bir zafer kazandıklarına bir türlü inanamıyor ve ne zaman bu savaştan söz açılacak olsa dehşete kapılıyor, bunun, arabın aceme karşı bir zaferi olarak tanımlanmasından korkuyorlardı. Bunu Arapların büyük bir iftiharı olarak değil tamamen “tesadüfi bir olay” olarak tanımlıyor; ortada övünülecek bir durum da varsa bunun sadece o savaşa katılan üç kabileye ait olduğunun önemle altını çiziyorlardı. Derken, bu olay öyle bir boyuta ulaştı ki Şair Ebu Temam135 Hacib’in yayının Kesra’da rehin kalmasıyla övünen Temim Kabilesine karşı Ebu Dulef Icli’yi136 överken şöyle dedi:
“Temimoğulları yaylarıyla övünüp onu kendileri için bir şeref ve kıvanç addediyorlarsa; unutmayın ki sizin kılıçlarınız da Hacib’in yayını rehin almış olanların tahtını Ziygar Savaşı’nda yıkmıştır!”137
Cahiliyet Çağı
Bahsimizin buraya kadarki bölümlerinde Arap Yarımadasının İslam öncesi dönemlerini “cahiliyet dönemi” ve bu dönemde yaşayan Arapları da “cahiliyet Arapları” şeklinde tanımladık. “Cahiliyet Dönemi (veya çağı)” deyimi, İslamdan sonra Kur’an’dan ilham alan Müslüman Arapların bizzat kendilerinin, İslam öncesi hayatları için kullandıkları bir deyim olarak yayılıp özel bir anlam kazandı138. Bazı çağdaş tarihçiler bu zaman diliminin Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğinden 150-200 yıl kadar öncesini kapsadığı tahmininde bulunmaktadır139.
“Cahiliyet” terimi “cehl” kökünden türese de buradaki cehaletin anlamı, “ilim”in karşıtı değil, “akıl” ve “mantık”ın karşıtıdır.140 Daha önce de belirttiğimiz gibi o dönemin Arap Yarımadası’nda yaşayan insanlar tahsili bulunmayan, okuma yazması olmayan, ilimden mahrum insanlardı; ancak İslam literatüründe onlara “cahil” ve o döneme “cehalet”dönemi denilmesinin nedeni onların sırf bilgisiz ve tahsilsiz olmaları değil, daha ziyade akla mantığa sığmayan yanlış ve batıl görüşlerle, sağlıksız bir bakış açısıyla olaylara bakmalarıydı; tamamen asılsız ve hurafelerden ibaret törelere inanmalarından ve İslam’ın şiddetle mücadele ettiği kindarlık, kendini beğenmişlik, başkalarına karşı övünme, üstünlük taslama ve kör taassuplar beslemelerinden dolayı İslam dini “cahil”olarak tanımlıyordu onları141. Buradaki “cehalet”in, bir anlamda “anlamsızlık”olduğu da söylenebilir, çünkü bir insanın “anlayış sahibi”olması onun tahsiliyle ölçülemez ve “anlamazlık” tahsilsizlik demek değildir; bilakis akılsız, düşüncesiz ve ahmakça fikirlere sahip beyinsiz insanlar için “anlamaz” terimi kullanılmaktadır142
Kur’an-ı Kerim’de “cahiliyet” terimi birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır, birkaç örnek aktaralım:
1- İslam peygamberinin (s.a.a) onların istediği yönde karar verip fikir belirtmesini bekleyen bazı kitap Ehli’nin bu yersiz beklentileri “cahiliyet hükmü”şeklinde adlandırılmaktadır143.
2- Allah Tealâ, putperest Arapların kör kabile taassubuna “cahiliyet taassubu” der144
3- Peygamberin (s.a.a) eşlerine, daha önceki cahiliyet döneminde olduğu gibi süslenerek dışarı çıkmamaları emredilmektedir145.
4- İslam ordusunun Uhud savaşında yenilmesi üzerine moralleri bozulup imanları gevşeyerek kötümserliğe kapılan münafıklarla zayıf imanlı kimseleri kınayan Allah Teala; onların Allah hakkında “cahiliyet dönemindeki”zanlar gibi bir zan beslediklerini belirtmektedir146.
5- Allah Teala, Hz. Musa’nın (a.s) kavminin, bir inek öldürmeleri istendiğinde ona “sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye sorduğunu, Hz. Musa’nın (a.s) ise “cahillerden olmaktan Rabbime sığınırım!” dediğini buyurur147.
6- Emir’el Mü’minin İmam Ali (a.s) putperest Arapların zavallılık ve perişanlık içinde yaşadığı dönemi tarif ederken onların cahiliyetleri nedeniyle akılsız olduklarını hatırlatır.148
-*-
Dostları ilə paylaş: |