Fakat bu okulun insanın hürlüğü hakkında başka bir görüşü vardır. Burada insanın hürriyeti kelimesini felsefî manada şöyle açıklıyorlar:
İnsan hür ve muhtar yaratılmıştır hatta kendi tabiatını kendi kendine edinmesi lazımdır. Daha sonra şöyle diyorlar: Özgürlüğün zıddı ve ona olumsuz olan her şey insanı insanlığından çıkarır ve onu insanlıktan yabancılaştırır.
İnsan özellikle hür yaratılmıştır. İnsandan hürriyetiyle ilgili bütün bağlılıkların sebeplerinin alınması mümkündür. Eğer insan kendini bir şeye bağlarsa, onunla ilgili bağlılıklar ortaya çıkar, bir şeye kul olur teslim olur, -bu istediği şey ne olursa olsun- bu okula göre insanlığın dışına çıkmış demektir. Çünkü artık hürriyeti ondan alınmıştır. İnsan hür ve bağımsız tek varlıktır; ancak kendini bir şeye bağlarsa, hürriyeti ve bağımsızlığı ondan alınmış olur.
İnsanın bağlılığı olan şeyler birkaç türlüdür:
İnsan önce para gibi bir şeye bağlanır, paraya bağlanmasının sonucunda insan kendini, kendi insanlığını unutur ve başka bir şekle yönelir.
İnsanın böyle bir şeye bağlanması, insandan hürriyetini geri alır, kendini unutturur, insanı o şeylere çeker, insan böyle olduğu zaman kendini hatırlamaz, hatırında ve gönlünde hep o sevdiği şey vardır. Bu, insanın kendisi için bir kendini unutmadır. Bu, hürriyeti ve uyanıklığı ondan kovar. Kendini bilen bir varlığın yerine, “kendinden habersiz ve bilgisiz bir varlık” gelmiş olur.
Bununla ilgili ikinci özellik de insanın kendindeki değerlerden, insani değerlerden gafil olmasıdır. Onun bütün dikkati sadece o şeyin değerine yönelmektedir.
Paraya tapan biri için, insanî değerlerden olan şeylerin hiçbir kıymeti yoktur; zaten onun kendisinde de değer yoktur. Onun zihninde şereften, bağışlamadan eser yoktur, hürriyet ve bağımsızlıktan da zihninde eser yoktur: Onun zihninde her şey paradır. Parasal değerlerin onun için bir kıymeti vardır, ama onun kendisi için kendinde bulunan değerlerin onun için bir kıymeti vardır, ama onun kendisi için kendinde bulunan değerlerin kıymeti yoktur.
Onun kendi değerleri onun nazarında ölmüştür ve o değer verdiği şey yaşamaktadır.
Üçüncü özellik de bir şeye bağlılığın esaret sayılmasıdır. İnsan kendini bir şey bağladığı zaman, genellikle onun tekamülü ve hareketi duraksar, çünkü o şeye; bir ağaca veya kazığa bağlanan bir hayvan gibi bağlanmış olur.
Siz eğer bir insanı, bir hayvanı veya bir otomobili bir ağaca bağlarsanız onun hareket etmesini engellemiş olursunuz. Ona ket vurursunuz, onu tutuklarsınız. Bugünkü tabirle, onu “olmak” halinde “edinmek” haline dönüştürmüş olursunuz.
Bizim filozoflarımızın tabiriyle “Sayruret”* hali olur yani asli niteliğini ondan alıp zaruret değil de belki “Keynûnet”** halinde dönüştürmüş olursunuz.
BU OKULA GÖRE “ALLAH’A İNANMA”
Demek ki insanın hakikati ve cevheri ve insanî değerlerin kıymeti, başka bir deyişle insanî değerlerin anası, bu okulda hürriyet ve ihtiyardır. İnsan eğer kendi insanî değerlerinin koruyucusu olmak isterse, insanlığının yok olmasını, başka bir hayvana dönüşmesini istemiyorsa, kendi hürriyetini korumalıdır. Eğer kendi hürriyetini korumak istemiyorsa “ay yanakların bağları”nı koparması veya “aşkının kölesiyim...” olmaktan kendini koruması lazımdır.
Dünya gülistanından bir gülizar bize yeter
Bu çemenden bir selvi boylunun gölgesi bize yeter
Yarabbim kendi kapından beni cennetine gönder
Kevnü Mekan köyünden yaratılmış olmak bize yeter.
“Gülizar”, “Selvi boylunun gölgesi”, “Cennet”, “Senin kendi köyün” gibi bağlardan kurtulmak lazımdır.
Bu okula göre insanın “mutlak hür” olması lazım. Bunun isbatı da, aralarında çok büyük zıtlıklar olmasına rağmen diyalektik materyalizmlerdir. Ama bu iki güruhtan existanyalistler Allah’a inanmanın iki açıdan bu okula uyuşmadığına inanmaktadırlar. Bunların biri, Allah’a inanma Kaza ve Kadere inanmayı ve insanın belirli bir tabiatı olduğuna inanmayı gerektirir.
Çünkü gerçekten eğer bir Allah varsa o Allah’ın ilminde insanın belirli bir tabiatının olması lazımdır; “Belirsiz” olması mümkün değildir. İşte bunun için eğer bir Allah varsa, kaza ve kader ve sonuçta da insana bir güç hakim olur. O zaman onun bağımsızlığı ve hürriyeti kalmaz. Öyleyse biz hürriyeti kabul ettiğimiz için Allah’ı kabul etmiyoruz.
İkinci olarak, Allah’a inanma ile hürriyete inanma çeliştiği için -bunların inanışına göre- olumsuzdur; Allah’a inanma, Allah’a iman etmeyi gerektirir. Allah’a bağlılığı, bu bağlılık her ne şekilde olursa olsun gerektirdiğinden insanın hürriyetine terstir; Özellikle bu bağlılık Allah’a iman etme olursa. Çünkü Allah’a inanma bütün bağlılıkların üstünde bir bağlılıktır.
Şairin deyişiyle:
“Ben sana bağlıyım başka bir bağa muhtaç değilim
Ahdi seninle bağladım asla kırmış değilim.”
Eğer bağlılık Allah’a olursa onu başka hiçbir şekilde inkar etmeyeceği için, bu okula göre insan-ı kâmil’in ölçüsü onun bağımsızlığıdır.
Bu okul hakkında iki yönden bahsedilebilir. Biri, Allah’a inanmanın bağımsızlığa ters olduğuna inanmalarıdır. Bu onların bir hatasıdır. “Materyalizme Yönelmenin Sebepleri* adlı kitapta ve ayrıca “İnsan ve Macerası” adlı kitapta bu konuyu açıklamış ve bunun böyle olmadığını söylemiştim.
Bunların kaza ve kader hakkındaki düşünceleri, ihtiyar kadınların kaza ve kader hakkındaki fikirlerinden farksızdır. Bunlar kaza ve kaderin İslamî kültürde nasıl oluğunu hiç anlamamışlardır. İslam’a göre, insanın hürriyeti ile kaza ve kadere inanmanın hiçbir tersliği yoktur. İşin bu yönü şimdilik bizim konumuz değildir. Bizim bahsimiz ikinci kısımdadır.
Bu okulun ikinci hatası da, bağlılık neye olursa olsun hürriyetin tersidir, hatta bu bağlılık Allah’a olsa bile, demeleridir. Ben burada sizin için bir başlangıç yapacağım:
KENDİNDEN KENDİNE HAREKET, KEMAL
Bir tekamül seyrini kat eden bir varlığı göz önüne alın. Bir çiçek, topraktan filizlendiği andan, olgunlaşıp tekrar bir çiçek olana ve nihaî sınırına ulaşana kadar nereden nereye seyreder? Veya bir hayvanın yaratılışının kaynağı olan bir hücre, başlangıç anından mükemmel bir hayvan olana; yani kamilleşmiş bir varlık, en zayıf hallerden en güçlü hale erişinceye kadar nereden nereye seyrediyor?
Acaba “kendi”nden, “başkası”na mı seyrediyor? Acaba “kendi”ne yabancılaşıyor mu? Veya “başkası”ndan “kendi”ne mi seyrediyor? Ya da “başkası”ndan “başkası”na mı seyrediyor? Yoksa nihayetinde “kendi”nden “kendi”ne mi seyrediyor?
Eğer “kendi”sinden “başkası”na seyrettiğini söylersek; hareket etmediği gelişmediği zaman kendisi olduğunu, fakat hareket etmeye başladığı andan itibaren kendine yabancılaştığı, kendinden ayrıldığı ve artık kendisinin kendinde olmadığı manası anlaşılır. Aynı şekilde çok eski filozoflardan bazıları “hareket kendinden başka bir doğuştur” demişlerdir, yani “hareket, kendinden başkalaşmaktır”. Tabii ki, bular doğru bir söz değildir.
Mesele şudur: Bir çiçek tohumu veya bir insan nutfesi, ilk hareket etmeye başladığı andan, kemâle eriştiği son lahzaya kadar, “kendi”nden “kendi”ne hareket eder. Yani o, “kendi” ve gerçekliği devam eden bir gerçekliktir. Onun “kendi” ve gerçekliği devam eden bir gerçekliktir. Onun “kendi”sin ne ilk an, ne orta, ne son andır; o, baştan sona kadar “kendi”dir.
Acaba hangi sona erirse en çok “kendi”si olur? Yani onun “kendi”si daha kâmil olur? Evet “kendi”nden “kendi”ne doğru hareket eder ama, eksik olan “kendi”nden kâmil olan “kendi”ne hareket eder.
Az önceki çiçek şuur sahibi olduğundan kendi kemâline doğru hareket eder. Şimdi eğer bu çiçek şuurlu bir şair olsaydı acaba kendi kemâlinden başka bir şeye aşık olabilir miydi?
Bütün varlıklar kendi nihai kemâllerinin aşık fıtratına yaratılmışlardır. Çiçeğin kendi kemâlinin aşkı olduğu gibi cansız varlıklar da, bazı deyişlere göre, kendi nihai kemallerin aşkına sahiptirler. Her varlık kendi kemaline aşıktır.
Buna göre bir varlığın kendi nihai kemaline olan bağlılığı Sartre efendinin teorisinin aksine, “kendine yabancılaşmak” değildir, daha çok kendine dalmaktır; yani daha çok “kendi kendisi olmak”tır.
Eğer insanın bağımsızlığı kendi kemalini aşarsa, yani kendi kemalinin sınırını aşan bir aşamaya erişirse, kendi kendinden bağımsız olur. Bu tür bir hürriyet kendine yabancılaşmayı doğurur. Bu tür bir hürriyet bir insanın kemalin zıddıdır. Hürriyet eğer varlığın kemaline şamil olacaksa yani o varlığın tekamül aşamasını kapsayan bir şeyse, onu ihtiva ediyorsa, ben kendi tekamül merhalemden daha hürüm manası anlaşılır. Yani ona da bağımlı değilim.
Bunun manası şudur ben “kendi”mden daha mükemmelim ve benim “kendi” kamilliğimden “kendi” eksikliğim bağımsızdır, hürdür.
Bu hürriyet insanı kendinden daha çok uzaklaştırır. Yani bu sefer bağlılık kendinin kemaline ve daha kamilliğine olur.
Bu okulda yabancıya ve başkasına bağlılık ile kendine bağlılık arasında -yani kendi kemala aşamasındaki bir şeye bağlılık- birbirinden ayrılmamıştır.
Biz de, kendisine yabancı bir zata bağlılığın insanın başka bir şekil olmasına sebep olacağını kabul ediyoruz. Peki neden dinlerin hepsi dünyanın maddiyatına bağlılığı yasaklamıştır?
Çünkü (maddiyat) yabancıdır. Gerçekten de insanî değerlerin yok olmasına sebep olur. Ama insanın nihaî kemaline bağlılık, yabancı bir şeye bağlılık değildir, “kendi”ne bağlılıktır; insanın kendine bağlılığı, insanın kendine yabancılaşmasını gerektirmez, kendinden habersiz olmasına, kendindeki insanî değerleri unutmasına sebep olmaz. Veya hareketsiz kalmasına oluşunun edilişe dönüşmesine sebep olmaz. Çünkü, o kendini bir şeye bağladığı zaman ona doğru seğirtir ve ona doğru hareket eder.
Dostları ilə paylaş: |