İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə671/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   667   668   669   670   671   672   673   674   ...   1221
Bir atıf notu:

-Kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, bak: 2673.p.

2152- “Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat ve­rilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalatü Vesse­lâm’ı tanımayan, tasdik et­meyen bir müslüman Allah’ı da (sıfatıyla) daha ta­nımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, in­kârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, ka­bulde mecbur oluyor.” (Ş. 242)

Sual: “Dalalet yolu, kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’i deliller ile isbat etmişsiniz ki; küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilatlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona gir­memek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeli idi.



2153- Elcevab: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’i ol­makla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kı­sımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise; amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hüküm­dür. Yal­nız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, batılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, ima­nın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki ka­bul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir ­a­A²C«< «ž ­•«f«Q²7«~ kai­desiyle, ademin isbatı elbette ko­lay değildir.

İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilatlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’i isbat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var ve bo­ğucu karanlıkları var ki, zerre mikdar aklı bulunan o yola talib olmaz.

2154- Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi. Çünki insaniyet itibariyle hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla mevtini bir idam-ı ebedî ve bir firak-ı lâyezalî ve zeval-i mevcudatı ve ahbabının ve­fatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve müfarakat-ı ebediye suretinde gözü önünde daima küfür vasıtasıyla gören insan, nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?

Elcevab: Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Surî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Deniliyor: Deve kuşuna demişler: “Kanatların var uç!” O da kanatlarını kısıp, “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görme­sin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bı­rakmış, avcıya he­def etmiş. Sonra ona demişler: “Madem deveyim diyorsun, yük götür!” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi; kâfir, Kur’anın semavî ilanatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. ona denilse: “Madem mevt ve zevali bir idam-ı ebedî bili­yorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’anın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan al­dığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil, ihti­mal beka var” Veyahut deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, ta ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve ze­val-i eşya ona ok atmasın!

Elhasıl: O meşkûk küfür vasıtasıyla deve kuşu gibi mevt ve zevali idam mana­sında gördüğü vakit, Kur’an ve semavî kitabların iman-ı bil’ahirete dair kat’i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: “Madem baki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir!” O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur, yok için neden çalışayım.” Yani vakta ki o hükm-ü Kur’anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünki tekâlif-i diniyenin zah­metinden ih­timal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihe­tiyle kendi üzerine almaz.

Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathî ve faidesiz ve muvakkattır.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki; hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek ve­rerek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa âhiret cehennemini andıracak bu dünyada dahi ma­nevi bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mec­bur olacaklardı.” (L.78-80) (Ademe karşı duyulan teessürün devaları, bak: 103-106.p.lar)

2155- “İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete gi­rer. Çünki iman, insanı Sani-i Zülcelal’ine nisbet ediyor, iman bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabba­niye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabba­niye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem faniye, hem zaile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san’atları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san’at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çar­şısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nâzik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki: İnsanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani “Sani-i Zülce­lal’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi ma­nalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Saniine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur ve ayine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.



Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o ma­nidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sani unutulsa, Sania müteveccih manevi cihetler de anlaşılmaz. Adeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san’atların ve manevi âlî nakışların çoğu gizlenir. Baki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe ve­rilip, nihayet sukut eder. Herbiri bi­rer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, el­mastan kömüre kalbeder.” (S.31l)

2156- Hem küfür pekçok manevi hukuka tecavüzdür. “Meselâ, küfür bir fena­lıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâina­tın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazi­fesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve me’murîn-i İlahiyedirler. Küfr ise; onları ayinedarlık ve vazifedarlık ve mani­darlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-i faniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi... bütün kâi­natta ve mevcudatın ayinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiyye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilan eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bakiyenin cihazatını cami çekirdek-misal bir mucize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefev­vuk eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fani-i zailden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir adi levha derekesine indirir.” (S.320) (Kâfir-i mutlak affa lâyık değil, bak: 127.p.)

2157- Halbuki “ sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesim ve cismanî bir melaike hük­münde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her ba­şında o ne­vide bulunan fertlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağızda o fer­din cihazat ve ecza ve aza hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Saniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acaib’ül-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzille­rine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i be­kada hususan Cennet-i âla’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü si­nemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti, hayatdar ve cismanî melai­keyi; camid, ruhsuz, fani, vazifesiz, hâlik, manasız hâdisatın herc ü merci al­tında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir peri­şan mecmua-yı vahiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zişuurun matemhanesi ve bütün zihayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.

İşte (31:13) °v[¬P«2 °v²V­P«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne ka­dar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem’de hadsiz azaba müstehak eder.” (Ş.13)



2158- Evet kâfir “su-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalalet divaneliğiyle Sani-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelen­diren masnuatın, zama­nın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile idam ta­savvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve fi­rak-ı ebedî vaveylası olduklarını ta­hayyül ettiğinden ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı ta­savvur ettiğinden ve eceli, hakiki ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden; merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şid­detli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâ­yık değildir.” (S. 633)

2159- “Sual: Bir kâfirin ma’siyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun ol­madığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlahiye müsaade et­mez..?

Cevab: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o ma’siyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:



2160- Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesiz­dir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif de­ğildir.

İkincisi: O kâfirin ma’siyeti; mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.

Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi ni’metlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir.

Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cina­yettir.

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakı­yor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfür ile mü­levves olarak mahvolur gider.

Altıncısı: Zıd zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Bina­enaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intaç etmesi şe’nindendir.

Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.” (İ.İ. 80)

2161- ““Sual: Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma mer­hamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?

Cevab: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gide­cektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun, velev Cehen­nem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve ma’siyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır.

Maahaza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî orada kalacaktır. (Bak:Beka)

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, ame­linin ce­zasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu mer­hamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır.” (İ.İ.81)



2162- “Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalalet yolla­rına sapanları çeviren bir hakikattır:

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; el­bette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zat’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şef­kat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî bir sakam-ı kal­bîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve te’vile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısmı-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve ga­yet derecede bir merhametsizliktir.

Çünki: Masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su’-i akıbetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şen’i bir gadirdir.



2163- Risale-i Nur’da kat’iyetle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hatta deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik edi­yor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.



2164- Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bil­hassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm ha­ricinde azab çeker­dim.

Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayat­ları, baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hük­münde olup, baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukabil rah­met-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir teza­hür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerini bildim ve kat’i bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (K.L. 75)



2165- Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mevzuda devamla şöyle diyor: “Şid­det-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, aç­lıklar şiddetle rikkatime dokundu.

Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi mer­hamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musi­bet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O ma­nevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

2166- O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş ya­şına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslü­manlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı bü­yüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gel­miş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisi hükmede­cek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.). mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.

Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimle­rin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dala­letinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhammürrahimîn’e had­siz şükrettim. Ve o elîm elem-i şef­katten teselli buldum.

2167- Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, al­çak insî şey­tanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muha­faza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevi ve uhrevi neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.” (K.L.111)



2168- Bir insanda imanın tahakkuku için “mücerred ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž kâfi midir? Yani, ¬yÅV7~­ÄY­,®‡ °fÅW«E­8 demezse, ehl-i necat olabilir mi? diye diğer bir maksadı so­ruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

Kelime-i şehadetin iki kelâmı, birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır, bütün enbiyanın varisidir; elbette bütün vüsul yollarının ba­şındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve ne­cat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’di-i Şirazî gibi derler:

|«S«O²M­8¬z«á ²‡«…²i­% ²–«… ²h­" ²h«S«1  ²€_«D«9 ¬˜~h«" >¬f²Q«, ²a²K«7_«E­8

Hem Å>¬fÅW«E­W²7~ «‚_«Z²X¬W²7~ ¬±ž¬~ °…—­f²K«8 ¬»­hÇO7~ Çu­6 demişler. Fakat bazan olu­yor ki, cadde-i Ahmediye’de (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediye’dir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir.

Hem bazan oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar, fakat gittikleri yol cadde-i Ahmediye’nin eczasındandır.

Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmiyerek, yalnız ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž onlara kâfi ge­liyor. Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki; “adem-i kabul” başkadır, “kabul-ü adem” başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmiyen veya bilmiyen adamlar; Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyor­lar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Mari­fet-i İlahiyeye karşı yal­nız ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fa­kat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž kelâmı sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul de­ğil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ı in­kâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar ola­maz ve Allah’ı tanı­maz.” (M.335)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   667   668   669   670   671   672   673   674   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin