İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə20/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   169

394- Bediüzzaman’ın Emirdağ’da zehirlenmesi:

«Bir siyasî memurun iğfali ve “imhası için yukarıdan emir aldık” deme­sine al­danan bir bekçibaşı, Üstad’ın penceresine geceleyin merdivenle çıka­rak ye­meğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başla­mıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi “Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde pe­rişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tekrar tashihat gibi Ri­sale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.

Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terketmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayrıkabil bir hasta­lıkta iki üç gün far­zını yatağında ancak kılabildi.

Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekle­yip gözyaşları içinde Üstad’a dikkat eden iki talebesi diyor:

“Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergah-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişa­fına ve talebele­rinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü.”

Hizmetini sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men’edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir fe­dakârlık gösterdiler.» (T.H. 461)



395- «Bediüzzaman 1944’te Denizli Mahkemesinde beraet ettiği halde, Af­yon vilayetine bağlı Emirdağ kazasında ikamete memur ediliyor. Orada kendi âhireti ve Risale-i Nur’la meşgul olurken 1948 senesinde bir sürü ba­hanelerle, elli Risale-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağızceza Mahkemesine sevkediliyor ve hapse konuluyor.

Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili bulunamı­yor. Fa­kat ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme güya ka­naat-ı vicda­niye ile Bediüzzaman’a 20 ay ve müdakkik bir âlime 18 ay, yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de beraet veriyor.

Mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir za­manda tedkikatını bitirerek:

“Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, Temyiz’in, tasdikin­den geçen bir dava tekrar taht-ı muhakemeye alınamaz.” diye, veri­len mahkû­miyet kararını esas­tan bozuyor.

Afyon Mahkemesi, Temyiz’in kararına uyulup uyulmayacağını uzun uza­dıya düşünüyor.. Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da noksanların ikmali için ça­lışmaya başlıyor. Fakat bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor.... Bediüzzaman ve ta­lebeleri, hüküm kat’iyet kesbetmeden, verilen ceza müd­de­tini hapishanede geçir­dikten sonra tahliye edilmişlerdir.» (T.H.543)

396- «Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949’da bir Eylül sabahı tah­liye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Üstad Afyon’da iki ay kadar ika­metten sonra da Emirdağı’na geldi. Emirdağı’nda bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebeler ifa ettiler.» (T.H.612)

«Temyiz’in bozma kararından sonra Afyon’da mahkeme devam ederken ikti­darı ele alan Demokrat Parti hükümeti, umumi af ilan etti. Afyon Mahke­mesi de af kanununun daire-i şumulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. Fakat mahkeme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, mü­sa­deresine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine müsa­dere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyiz’in kararına uyarak Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usulde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşleri’nce tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Ku­rulu’nca bütün eserler tedkik ettirildi. Neticede Nurların hakikatını bir de­rece belirten bir rapor verildi.

Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 ta­rihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Ka­rar kat’ileşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükümette Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tab’ edilmeye başladı.» (T.H.614)

396/1- Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu taz­yikin sebebini, Devlet Reisine yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:

«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yaz­mağa.

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dost­luğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alâkası kesilmiş bir adam hak­kında otuz sene evvel bir Hadis-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıka­cak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya mey­dan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M.Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir ba­hanelerle tazib ediyorlar.

Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şerefler, müsbet hayırlar, maddi ma­nevi ganimetler orduya cemaata verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve as­ker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Ke­mal’e ve­rilmez. Belki ku­surlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sev­memekle ittiham edenleri, kahra­man orduyu sevmemekle ve şereflerini kır­makla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat et­tiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye ha­zırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve za­bitlerini severim. Hürmetle­rini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muha­faza ediyorum. Benim karşım­daki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sev­mek yolunda, milyonlar efrada ma­nen ihanet, belki adavet ediyorlar.

Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Ke­mal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bu­nun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya git­tim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzi­vada azab çektim, dün­yalarına karışmadım.



396/2- Birinci Madde: Bir Hadis-i Şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o Hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış. Mah­kemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.

İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şe­raitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bo­zulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.

Bu kat’i kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tah­ri­batlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise or­dunun kahra­manlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâ­zım gelir­ken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.

Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o ba­şın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indir­mek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir deh­şetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşı­sına verilse, bin­den bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zali­mane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin ci­nayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.

Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakpe­rest­liğini dün­yaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanla­rıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini deh­şetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mesul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçü­lür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub ol­maz.

İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehem­miyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o or­du­nun dostlu­ğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafa­zaya Risale-i Nur ile çalıştım.» (E.L.I.284)



397- Bediüzzaman’ın dehşetli tazyikat altındaki hapishane hayatını anla­tan mektublarından birkaç nümunesi:

«Aziz sıddık sebatkâr ve vefadar kardeşlerim!

Sizi müteessir etmek veya maddi ve tedbir yapmak için değil, belki şir­ket-i ma­neviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha zi­yade iti­dal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki: Burada bir günde çektiğim sı­kıntı ve azabı, Eskişehir’de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler. Ta hiddetimden ve işkencelerine karşı “artık yeter” de­memden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebeb göstererek yalanla­rını gizlesinler. Ben hârika bir ihsan-ı İlahî eseri olarak şakirane sabrediyorum ve etmeğe de karar verdim.» (Ş.31l)

398- «Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün planla­rını akim bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok. O zın­dıklar, Ri­sale-i Nur’u ve şakirdlerini tarikata ve bilhassa Nakşî tarikatına kı­yas edip, o ehl-i tarikatı mağlub ettikleri plânı ile bizleri çürütmek ve dağıt­mak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvela: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-istimalatını göster­mek.

Ve saniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teş­hir et­mek.

Ve salisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyu­tucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kır­mak ve ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düs­turlarıyla nazarlarından sukut ettirmektir ki, Nakşilere ve ehl-i tari­kata karşı is­timal ettikleri aynı silah ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar

Çünki Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zah­met­lerde rahmeti ve elemlerde baki lezzetleri hissedip aramak ve fani ayn-ı lez­zet-i se­fihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lez­zetlere me­dar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşâallah tam akîm bıra­kacak ve meslek-i Risale-i Nur ise tarikatlara kıyas edilmez diye onları sustura­cak.» (Ş.302)

399- «İhtiyarım olmadan bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle bi­risi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahbus gönde­rilmiş. Tahrib kolay olmasından hususan böyle haylaz genç­lerde o herif bana çok sı­kıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı, zındıka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışı­yor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahbuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve iki­liğe meydan verme­mek ve itidal-i dem ve tahammül et­mek ve mümkün olduğu de­recede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zaruridir.» (Ş.315)

«Senelerden beri feragat-ı nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar, hasta ve fev­kalâde ihtimama muhtaç bir çağda, gizli düşmanları olan komünist ve ma­sonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı tahammülün fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları hakikatbîn nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasane ve perdeli olan bu plânları akîm bı­rakacak imanî eserleri te’lif etmiştir.» (Ş.551)



400- Bediüzzaman’ın hayat seyri ve safahatından mühim bir kısmının kro­nolo­jik tarih listesi:

1897


-Vali Hasan Paşa’nın dâveti üzerine Van’a gidişi

-Müsbet ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması

-“Bediüzzaman” lâkabının verilmesi

-80-90 cild kitabı, üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması

1900

-İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un gazetelerde çıkan konuşması ve Bediüzzaman’ın ruhunda meydana getirdiği feveran ve gayret.



401- 1907

-İstanbul’a Şark’ta üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi

-Kaldığı yerin kapısına “Her suale cevab verilir” levhasını asıp, âlimleri sual sormaya dâveti

-Sultan Abdülhamid’e Şark’ta üniversite açılması için müracaatı

-Yıldız Divan-ı Harbi’ne verilmesi

1909


-31 Mart’ta Bediüzzaman’ın yatıştırıcılığı

-İsyan etmiş olan sekiz taburu itaata getirmesi

-Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb’e verilişi

-Divan-ı Harb’de beraet edişi ve serbest bırakılması

1910

-Divan-ı Harb’den beraet eden Bediüzzaman’ın Van’a gitmek üzere İs­tan­bul’dan ayrılması



402- 191l

-Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe irad etmesi

-Sultan Reşad’la beraber Rumeli seyahatine çıkması

1913


-Van’a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması

1915


-Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor

1916


Bediüzzaman’ın Ruslara esir düşmesi

403- 1918

-Bediüzzaman’ın Kosturma’dan firar edişi

-17 Haziran 1918: Bediüzzaman’ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla İstan­bul’a avdeti

-Enver Paşa’nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman’a, Harbiye Neza­reti ikramiye ve harb madalyası veriyor

-13 Ağustos 1918: Ordu-yu Hümayun’un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet’e âzâ oluşu

1919


-19 Nisan 1919: Bediüzzaman’ın Dâr-ül Hikmet’ten altı ay izne ayrılması

-Sultan Vahdeddin, Bediazzaman’a “Mahreç” pâyesi veriyor

1920

-İngiliz işgaline karşı “Hutuvat-ı Sitte”yi neşrederek mücadele etmesi



1921

-Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabı

-Bediüzzaman, Kuvâ-yı Milliyeyi destekliyor

404- 1922

-Bediüzzaman İstanbul’dan Ankara’ya geliyor

-9 Kasım 1922: Bediüzzaman’a Meclis’de hoşâmedî yapılması

1923


-19 Ocak 1923: Bediüzzaman Meclis’te mebuslara hitaben bir beyan­name neşre­diyor

-17 Nisan 1923: Ankara’da umduğunu bulamayan Bediüzzaman’ın Van’a git­mek üzere yola çıkması

1925-1927

-Bediüzzaman’ın Van’dan nefyi

-Aynı sene içinde Bediüzzaman Van’dan İstanbul’a oradan da Burdur’a ge­tirili­yor

-Isparta’da bir müddet kalan Bediüzzaman, önce Eğridir oradan da Barla’ya getiriliyor

-Risale-i Nur’lar te’lif edilmeye başlanıyor

405- 1934

-Barla’dan alınan Bediüzzaman’ın Isparta’ya getirilişi

-27 Nisan 1935: Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kuman­danı askerî bir kıt’a ile Isparta’ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olu­nuyor

-Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eski­şehir’e götürülüyor.

1936

-27 Mart 1936: Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete mecbur ediliyor



-Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman, karakol karşısında bir eve yerleşti­ri­liyor

1943


-20 Eylül 1943: Bediüzzaman’ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla An­kara’ya geti­rilmesi

1944


-Denizli mahkemesinin başlaması

-15 Haziran 1944: Denizli Ağırceza Mahkemesi Bediüzzaman’ın beraetini ilan ediyor

-Ağustos 1944 sonlarında Ankara’dan gelen emirle Bediüzzaman Emir­dağ’da ikamete mecbur ediliyor

406- 1948

23 Ocak 1948 : Emirdağ’da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tev­kif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki

-6 Aralık 1948: Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz

1949


-20 Eylül 1949: Halkın tezahüratına mâni olmak için Bediüzzaman Af­yon ha­pishanesinden gece yarısı tahliye ediliyor

-20 Kasım 1949: Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a getirilişi

1952

-Ocak 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman İstanbul’a geldi.



-22 Ocak 1952 Salı: Gençlik Rehberi mahkemesinin ilk duruşması

-5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman’ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti

1953

-Nisan 1953: Bediüzzaman tekrar Emirdağ’a geldi.



-Mayıs 1953: İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın üç ay kadar kalması

-Bediüzzaman’ın Patrik Athenagoras’la görüşmesi

-Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla’ya gelişi

407- 1956

-23 Mayıs 1956 Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i Nur­ların beraeti ve iade edilmesi

1957-1958

-Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat’ın matbaalarda neşredil­mesi

1960

-23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman, Ramazan’ın 25. günü gece saat 03.00 civarında bu fani âleme veda etti



-12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman’ın naaşı çıkarılarak as­kerî bir helikopterle meçhul bir istikamete götürülüyor.

408- qqBEDR MUHAREBESİ |, y"‡_E8 ‡f" : Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendi­mizin hicreti­nin ikinci senesi orada Kureyşlilere karşı ka­zandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazan’da Cuma günü vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) mai­yetinde 320 kişi vardı. Bunların sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam’dan dönen Ebu Süfyan’ın önüne çıkılmış iken Ebu Süfyan haber alarak Mekke’den yar­dım is­temiş, Ebu Cehil’in maiyetinde Mekke’den gelenlerle beraber Kureyşliler 1000 kişi kadar olmuşlardı.

Bu gazvede bin kişilik düşmana karşı 320 İslâm mücahidi avn-i İlâhî ile muzaf­fer olmuştur. Böyle galibiyet ve zaferlerden ibret alınmasını Kur’an (2:249) (3:13) ve emsali âyetlerde bildirmekte, müslümanların salabet-i diniyelerine göre İlâhi nusrete nâil olacaklarını da müjdelemektedir.



409- «(8:77) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U«7«— «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡ _«8«— nass-ı kat’isiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbariyle, Gazve-i Be­dir’de, şu âyet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm bir avuç top­rak ile küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı ­˜Y­%­Y²7~ ¬a«;_«- (29) dedi. ­˜Y­%­Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne gitti; herbiri kendi gözü ile meş­gul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.» (M.135)

Mezkûr mucize ile inayet-i İlâhiye imdada yetiştiği gibi; yine bu Bedir Har­binde, (3:125) âyetiyle bildirildiği gibi bazı melâikeler iştirak etmiştir. Bu İlâhî nusret hâdisesi, S.B.M. ci: 10, Hadis: 1564’de de mezkûrdur.



410- qqBEKA š_T" : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. *Dâim ve sâbit olma. *İlm-i Ke­lâmda: Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk’ın bir sı­fatıdır. *Bâki ol­mak. Ebedilik. (Bak: Adem, Aşk)

Bir vecize şeklinde ifade edilen «Eğer vermek istemeseydi istemek ver­mezdi.» (M.302) kaidesince insanlara Allah neler ihsan etmiş ve edecekse, o nimetlere karşı da birer ihtiyaç ve o nimete mahsus bir nevi mide vermiştir. Bu nimetlerin en bü­yüğü, belki sonsuzu, Cennet hayatındaki ebedîlik nime­tidir. Bu ebedîlik nimetinin midesi de, insan vicdanının temeline konulmuş olan gayet şedid “beka isteği”dir. Âhiretteki beka nimetini gaflet veya inkâr ile göremeyen insan, sonsuza müteveccih olan bu fıtrî hiss-i bekayı, fâni dünya hayatına tevcih eder. Tevehhüm-ü beka cihe­tiyle ve hırs-ı hayatla dünya hayatına, o acib his ve hırs ile sarılır.

Âhiretteki beka için verilen ve gayet ehemmiyetli olan hiss-i bekayı böy­lece su-istimal eder ve faniyatla tatmin olamıyan, o hissin azabını daha dün­yada iken çeker. (Hırs-ı hayat ve aşk-ı beka, hayat-ı bâkiyeye tevcih edilmezse dün­yaya yapışır, bak: 719,720, 1269.p.lar)

410/1- «Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve in­san, acib cemi­yetli istidadiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için ya­ratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelme­diğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin ba­şına gelecek.” Elbette hakiki insaniyetini kaybetmiyen ve inti­baha gelmiş o in­sanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine tees­süf ve eyvahlarla sa­adet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.» (H.Ş.24) (Adem (yokluğa git­mek), Cehennem’den daha kötüdür, bak: 2161.p.)

«İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata et­miş efkârları ve ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösterir ki: Bu in­san ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafir­hanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.» (S.88)

«İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed!... Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâi­nat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini doldura­maz. Demek o vic­dan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ı câzibedarın cezbi ile olabilir.» (S.522)

İki atıf notu:

-Cennet’te beka Cennet’in fevkindedir, bak: 2868.p.

-Zevale uğrayan lezzet, elem getirir, bak: 533.p.

41l- qqBEKÂR ‡_U" : Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. *Taşralı olup, büyük bir şehirde ailesiz yaşayan adam. (Bak: Ahmed-i Bedevî, Ashab-ı Suffa, Bayezid-i Bistamî, Nikah, Rabia-yı Adeviye, Taaddüd-ü Zevcat, Vakf-ı Hayat)

Bekârlık, dinin gösterdiği şartlar ve dine uygun maksad için meşruiyet ka­zana­bilir. Yoksa bir aileye bağlanmaktansa, her türlü günahlar içinde ser­bestlik kazan­mak için bekâr kalmak düşüncesi bâtıldır.

Hadis kitablarının Kitab-ün Nikâh kısmının evlenmeyi tergib eden bablarında, evlenme şartlarına sahip olan kimselerin evlenmelerini ve ev­lenme şartlarına sahip olmayanların da oruç tutmalarını tavsiye eden ve çoğu birbirinin aynı olan üç-beş kadar hadis vardır. Ezcümle: Buhari 67. Kitab-ün Nikâh l. bab; Müslim Kitab-ün Nikâh l. bab; İbn-i Mace Kitab-ün Nikâh l. babı örnek verile­bilir. Kitab-ün Ni­kâh’ın diğer pek çok olan babları ise, ni­kâhın şer’î ahkâmını beyan ederler ve şeriat kitablarında bunların amelî şekli gösterilir.

Nikâhın yani evlenmek meselesinin hükmü hakkında imamlar ve büyük İslâm âlimlerinin hayli izahları vardır.

Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu na­zara alınmıştır ve alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı ve ka­zançların helâl olduğu, gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıl­dığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh istihsan edilirken; fitneye düşmüş, helâl ka­zanç zorlaş­mış, ahlâksızlık ve günahlar umumileşmiş, dinin muhafa­zasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan cemiyetlerde ise, nikâh yani evliliğe teşvik gö­rülmemektedir. Ezcümle:

41l/1- Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir:

¯f«7«— «ž«— ¯}«%²—«i¬" ­y²V¬R²L­< ²v«7«— ¬y¬K²S«X¬7 ­˜_«X«B²5¬~ ~®f²A«2 ­yÁV7~ Å`«&«~ ~«†¬~

Yani: “Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettir­mez.” Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir. Çünkü “200 sene­sinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif ola­nınızdır” mea­linde de hadis vardır. Bu hadis ile, “İzdivaç ediniz, ço­ğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli) çokluğunuzla (Bak: 1974.p.) iftihar edeceğim” mealin­deki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, ci: l, sh: 173)

Nitekim bu husus, bir önceki pragrafta bir nebze izah edilmiştir. Mezkûr hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve R.E. ci: l, sh: 25’de de geçer. Aynı eserin aynı sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir: “Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.” “Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar, âhiret işlerini ise açar.”

Bir rivayette de: Kişinin hamiyeti dünya olursa, meşgalelerinin artırıla­cağı, âhiret olursa, azaltılacağı haber verilir. (R.E.104)

Bediüzzaman Hazretleri de bu mânâyı te’yiden şöyle der:

«Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küs­meli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.» (L.42)

«Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.» (M.278)

«... Evet, Cenâb-ı Hak (C.C.) bir abdini severse, dünyanın süs ve zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle ona kerih gösterir.» (M.Nu. 193)

412- Şafiî fıkhına ait Büceyrimî adlı kitabda şu hükümler var:

Hadiste vardır ki:

ެ~ ¬y[¬4 ­}«L[¬Q«W²7~ ­Ä_«X­# «ž °–_«8«ˆ ¬‰_ÅX7~ |«V«2 |¬#²_«<

­}«"—­i­Q²7~ ¬aÅV­& ­–_«8Åi7~ «t¬7«† «–_«6 ~«†¬_«4 ¬}«[¬M²Q«W²7 _¬"

Yani: «Öyle bir zaman gelecek ki; maişet o zamanda ancak günah işle­mekle elde edilebilir. İşte o zaman bekârlık helâl olur.»

«Yine Peygamber (A.S.M.) buyurmuştur:

¬}ÅV­& ²f«T«4 ®}«X«, «–Y­9_«W«$«— ®?¶_¬8 |¬BÅ8­~ |«V«2 |«#«~ ~«†¬~

¬Ä_«A¬D²7~ ¬‰ÎΗ­‡ |«V«2 ­`Ç;«hÅB7~«— ­}«7²i­Q²7~«— ­}«"—­i­Q²7~

Yani “Ümmetim üzerine 180 sene geçtikten sonra bekârlık, uzlet ve dağların başına çıkıp ibadetle meşgul olmak helâl olur.”

Bu iki hadisi; Nur suresinden (24:32) ²v­U²X¬8 |«8_«<«ž²~ ~Y­E¬U²9~«— âyet-i ke­rime­si­nin tefsirinde “Keş­şaf” nakletmiştir. Ve yine bu iki hadis, Ruh-ul Be­yan Tefsirinin 2. cild, sayfa: 766’da “Kevaşi” tefsirinden nakledilmiştir. Hem İbrahim Hakkı Haz­retlerinin Marifetname’sinde de mezkûrdur.

Aynı mevzudaki diğer hadislerden birkaçı da şöyledir:

¬yÁV7~ «ÄY­,«‡_«< «u[¬5 ¬±†_«E²7~ ¬r[¬S«' Çu­6 ¬w²[«#¶_¬W²7~ «f²Q«" ²v­6­h²[«'

­y«7 «f«7«— «ž«— ­y«7 «u²;«~ «ž >¬gÅ7«~ «Ä_«5 Ó¬±†_«E²7~­r[¬S«F²7~ _«8«—

Yani: “İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her “hafif-i haz”dır. Denildi ki: “Yani Resulallah hafif-il haz nedir?” Buyurdu ki: Ailesi ve çocuğu olma­yan­dır.” (30)

¬±†_«E²7~ ¬r[¬S«' Çu­6 ¬–_«8Åi7~ «t¬7«† ¬u²;«~ ­u«N²4«~ °–_«8«ˆ ¬‰_ÅX7~ |«V«2 |¬#²_«<

¬Ä_«[¬Q²7~ ­u[¬V«5 «Ä_«5 ¬±†_«E²7~ ­r[¬S«' _«8 ¬yÁV7~ «ÄY­,«‡ _«< «u[¬5

Yani: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, o zamanki halkın efdali “ha­fif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Resulallah hafif-ül haz nedir?” Buyurdu ki: Çoluk ço­cuğu az olanlardır.” (31)

Diğer bir rivayette: ¬w²<«‡_«K«[²7~ ­f«&«~ ¬Ä_«[¬Q7~ ­}ÅV¬5

Yani: “Aile efradının azlığı, iki zenginlikten biridir” diye buyurulur. (H.G. ha­dis:261 ve K.H. hadis:1888)

Bir atıf notu:

-Âhirzaman fitnesinde şeytanların çocuklara ortak olacağı rivayeti, Bak: 166, 167, 167/1p.

413- Bekârlık hakkında Ebu Süleyman Daranî Hazretleri şöyle diyor:

«Bir kimse evlenirse, dünyaya döner. Evlenen hiçbir hak yolcusunu, ilk ha­linde kalır bulamadım. Kendini Peygamber (A.S.M.) Efendimizle kıyas edemiyeceğini de bilmelisin. Böyle bir hataya düşersen, yolunu kaybedersin. Peygamber (A.S.M.) Efendimiz hakkında (53:17) |«R«0 _«8«— ­h«M«A²7~ «~«ˆ_«8 buyurulur. Bu sebeble onu ne dünya, ne de içindekiler meşgul eder. Onu Allah’dan gafil kılacak hiçbir sebeb yoktur. Amma sen böyle değilsin. Şehevî hislere kapılacağın zaman oruç tut, aç kal, su­suz kal, pek de uyuma, ayık ol.» (Mürşid-ül Emin, İmam-ı Gazalî ci: 2, Rahmet Yayınları- 1965 İst.)

İmam-ı Şafiî Hazretleri Kur’an’ın (4:3) âyetindeki ~Y­E¬U²9_«4 ifadesi ile (4:25) ²v­U«7 °h²[«' ~—­h¬A²M«# ²–«~«— âyetinden, nafile ibadetler için bekârlı­ğın efdaliyeti hük­müne varmıştır. (Bak: E.T. sh:1290, 1332)

Hanbelî Mezhebi de: «Zaruret hali olmadıkça dâr-ı harbde evlenmek ha­ram olur. Kişi eğer esir ise, hiçbir surette ve hiçbir halde evlenmesi mübah olmaz.» (D.M.İ.F. ci: 5, sh: 2050)

Evlilikle alâkalı olarak, Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:

«Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekme­leri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevab: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla, dünyaya gi­rişmeleri hataların­dan, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebakisi, bir müba­rek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.» (K.L.265)

414- Esasen iyi düşünen insanlar bilirler ki; cemiyetin fertler üzerindeki tesi­rin­den azade kalmak, ancak çok az ve müstesna şahsiyetlere müyesser olur. Halkın ek­seriyeti, mevcud cemiyetin muhtelif derecelerde tesirinde ka­lırlar. Hele bozuk bir cemiyetin içinde doğup büyüyen ve faziletli İslâmî bir cemiyeti görmediklerinden mukayese imkânını bulamıyanların çoğu, ne ken­dilerinin ve ne de cemiyetin normal olmayan durumunun farkında olama­maları, daha çok düşündürücü bir keyfiyet olsa gerektir.

Bu hakikatı gören İmam ve Müceddidler, ümmeti bozuk cemiyetlerin te­si­rin­den ikaz etmeye çalışmışlardır.



415- İşte bugünkü cemiyetin mahiyetini bütün cepheleriyle bilen ve buna göre gereken tercihi yapmış olan Bediüzzaman Hazretlerine, hariç memle­kette mühim yerlerde ceridelerle sorulan “Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kal­dın?” sualine verdiği cevabında şöyle diyor:

«Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında her şe­yini feda edecek hakiki fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Ha­kim’in hakikatına; değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zev­celerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mec­burdum ki; ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapı­yorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî’den başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâ­zım geliyordu.



416- Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun mai­şet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücum­lara karşı azamî feda­kârlık ve azamî sebat ve metanet ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmiyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapa­bileyim. Bir sünnet yüzünden, yüz gü­naha girilmez. Çünki o kırk sene zar­fında birtek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye bir kısım sünnet ve farz­ları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler. (Bak: 990.p.)

417- Saniyen: Âyet-i Kerime’de (4:3) ²v­U«7 «_«0_«8 ~Y­E¬U²9_«4 ve Hadis-i Şe­rif­teki ~—­h«$_«U«# ~Y­E«6_«X«# (32) gibi emirler, emr-i daimî ve vücubî değildirler.

Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de her­kes için her vakit değildir.

Hem de ¬•«Ÿ²,¬ž²~ |¬4 «}Å[¬9_«A²;¬‡ «ž “Ruhbaniyet İslâm’da yoktur” (33) mâ­nâsı, “Ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır” de­mek değildir. Belki «‰_ÅX7~ ­p«S²X«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ ­h²[«' (34) hadisinin sır­rıyla, hayat-ı içtimaiyeye hiz­met etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviç­tir. Yoksa selef-i salihînden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakka­ten gir­mişler. Dünyanın fani müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki, hayat-ı ebediyelerine hizmet etsinler.

Madem şahsî ve hususî kemâlat-ı bakiyesi için dünyayı terk edenler, se­lef-i salihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak, çok bi­çarelerin saa­det-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve imanlarını tak­viye edip kur­tarmaları için ve o hakikat-ı Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek ve ha­riçten gelen, da­hilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zail ve fani dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil, belki hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennem’de vücu­dum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta azamî sadakatın bir zerresini kazan­mak fikriyle, biçare Said bütün öm­ründe tecer­rüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.» (H.R.25)



417/1- Bu tecerrüd hali Bediüzzaman’a has kalmamıştır. Asrımızdaki gibi deh­şetli fitnenin istilası karşısında bulunmayan geçmiş asırlardaki pek çok veli zatlar ve şahsiyetler, dine ve ilme hizmet gayesiyle, hatta şahsî kemâlat kazan­mak için dahi bekâr kalmışlardır. Ezcümle:

Hadis ve fıkıh imamlarından meşhur Nevevî (Muhyiddin Ebu Zekeriya Yahya bin Şeref Hazretleri Mi. 1233-1277) ki; «Şam’ın ünlü medresesi Eşrefiye’de müder­risliğe davet edildi. Yeni ölmüş bulunan meşhur Ebu Şamme’nin yerine Dar-ül Ha­dis’te hadis okutacaktı. Ders yıllarında sağlığı bo­zulmuş olmasına rağmen son de­rece kanaatkâr bir hayat yaşıyarak, evlen­meden ve maaş almadan kendisini ilim ve tedris mesleğine vakfetti.» (Yeni Türk An­siklopedisi’nden)

Hem meselâ İmam-ı Gazali (R.A.) İhya-i Ulum’unda, Ebu Süleyman Daranî, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî Hazeratı gibi büyük velilerin bekâr kal­dık­larını kayde­der. Hele Aktab-ı Erbaadan meşhur Ahmed-i Bedevi de dahil olmak üzere Bayezid-i Bistamî ve Ebu Muhammed Murtatış gibi pek çok büyük ve meşhur veliler ev­lenmemişlerdir. Hatta İsa (A.S.) ve Yahya (A.S.) gibi pey­gamberlerden dahi bekâr yaşıyanlar olmuştur. (Bak: 3982. p.sonu)

Evet “Ülema-i Uzzab” namındaki bir eserde de, ilmi evlenmeye tercih eden bekâr âlimlerden bir kısmı hakkında izahat vardır. Biz ihtisaren aşağıya alıyo­ruz: (*)

l- Abdullah b. Ebi Necih el-Mekkî: Tebe-i Tabiîndendir. Güvenilir Tef­sir âlimlerinden olup, fasih bir konuşmaya ve güzel bir yüze sahibdi. Evlen­meyerek hayatını ilme vakfetti. Hicri 131’de vefat etti.

2- Ebu Abdurrahman Yunus b. Habib-ul Basrî (Hi. 90-182): Nahiv üze­rine çalı­şarak bu konuda ve mezhebler mevzuunda eserler verdi. Basra’da et­rafına top­ladığı ilim halkasından nice edibler, nice fusaha-i Arab çıkmıştır.

3- El-Cu’fî (Hi. l19-203): Şeyhülislâmlığının yanısıra hâfızlık, zahidlikle be­raber örnek davranışları bulunan bir şahsiyettir. Haccac b. Hamza onun hak­kında şöyle der: Ben Hüseyin El-Cu’fî’yi gülerken hatta tebessüm eder­ken aslâ görmedim ve ondan dünya ile alâkalı bir söz işitmedim.

4- Ebu Nasr Bişr b. el-Haris b. Abdurrahman el- Mervezî: Bu zat “Bişr-il Hafi” ismiyle meşhur olmuştur. Hayatı boyunca ilimle meşgul olan bu zat, özellikle hadis ilmi üzerinde durmuştur. Sonraları ise kendisini sadece iba­dete vermiş. Zühd, takva, ibadet ve vera’da adeta alemleşmiştir. İmam-ı Ahmed onun hakkında şunları söylü­yor: “Bişr ibadetten, zühdden, vera’dan ve yüce fa­ziletlerden üzerine düşeni yap­mada zorlanmaz. Çünki o tek başı­nadır. Onun ai­lesi yoktur. Kendi başına hayatın yükünü taşımaktadır. Ev­lenmeden vefat et­miştir. Ancak kendi gibi birisini bırak­mamıştır.

Çok kimseler Bişr-i Hafi’yi derviş, ehl-i tasavvuftan birisi olarak bilir. An­cak o aynı zamanda bir fikir adamı ve düşünürdür.

5- Hennad b. es-Serrî: Zehebî’nin “Tezkirat-ül Huffaz” kitabında ona dair şu malumatlar bulunur: “Hâfız, örnek, zâhid ve müttaki bir şahıstır. Muhaddistir.” En-Nişaburî de onu şöyle anlatıyor: “Hennad çok ağlıyordu, çok da Kur’an okuyordu. Asla evlenmedi ve buna teşebbüs de etmedi.”

6-. Et-Taberî: Müçtehid imamlardandır. Hüccet, müfessir, muhaddis, fa­kih, usulcü, lügat âlimi, nahivci, edib, şair, muhakkik, müellif ve muallimdir. Amul bel­desinde doğdu. 7 yaşındayken Kur’anı hıfzetti. 9 yaşındayken hadis yazmaya baş­ladı. 12 yaşına girdiğinde ilim yolculuklarına çıkmış, memleke­tinden ayrıl­mıştı. Bü­tün İslâm âlemini bu aşk ve şevkle dolaştı. Horasan, Irak, Şam ve Mı­sır beldelerini gördü. Sonra Bağdad’a yerleşti. Henüz genç yaştayken ilmî yön­den imamet aldı.

Taberî Hi. 310 yılında bekâr olarak vefat etmiştir. Geride ne zevce ne de evlad ü iyal bıraktı. Sadece pahasız bir ilim ve kıymeti takdir edilemiyecek bir çok eser bı­raktı. Yaşadığı asra öyle bir mühür vurdu ki, kıyamete kadar Taberî Asrı olarak ka­lacak, eserleriyle Allah indinde en yüce mevkiyi alacak­tır.

7- El-Enbarî: Nahivci, müfessir, edib, ravi, hâfız-ul Kur’an sıfatlarıyla ma­ruftur. Hi. 271’de doğmuş, 328’de vefat etmiştir. Bu büyük âlim, hayatı boyunca güzel ye­mekler yemekten hep kaçmıştır. İlminden alıkoyma endişe­siyle kadın­lara aslâ alâka duymamıştır. Hıfzetme yönü çok kuvvetliydi. Buna müvazi ola­rak da ilmi derindi. Kendinden sonra gelecek bir nesil ve zürriyet yerine, otuz­dan fazla pek kıymetdar te’lifatı bırakmayı tercih etmiştir ki, bu eserleri toplam beşyüz bin yapraktan müte­şekkildir.

8- Ebu Ali el-Farisî (Hi. 288-377): Fars beldesinden Fesa şehrinde dün­yaya geldi. İlim tahsiline başladığı yıllarda Bağdad’a giderek orada yerleşti. Daha sonra oradan da ayrılarak, diyar diyar dolaşmaya başladı. Hi. 348’de Şi­raz’a yerleşti. Gezip dolaştığı yerlerde hep soru yağmuruna ve imtihana tabi tutuldu. Bereketli bir ömür geçiren Ebu Ali, ilme ve ilim ehline hizmeti ken­dine şiar edindi. Ömrü boyunca evlenmedi. Zürriyet ve nesil olarak sadece kitablar, tasnifat ve bunlara dercettiği ilmi bıraktı. Yirmibeşe baliğ olan eser­leri, kıya­mete kadar en hayırlı bir evlad mesa­besinde olacaktır.

9- Ebu Nasr es-Siczî: Hadis imamı olarak yaşadığı asırda dikkatleri çek­miştir. Haremeyn’e ve Mısır’a gitmiş, buralarda te’lifatta bulunmuştur. Bir çok talebe yetiş­tirmiştir. Ömrü boyunca evlenmeyip ilim tahsiline çalışan de­ğerli âlimlerdendir.

10- Ebu Sa’d es-Semmanurrazî: Basra’lıdır. Zahid ve âlim sıfatlarını ha­izdir. Hi. 371’de doğmuş, 445’te vefat etmiştir. Müfessirdir. Doğudan batıya birçok ülkeyi gezmiştir. Bir çok âlim ve şeyhten ders almıştır. 74. yaşında hiç evlen­meyerek öm­rünü tamamlamıştır.

ll- İbn-ül Mübarek b. Ahmed el-Bağdadî (Hi.462-538): Es-Sem’anî onun çok sağlam bir hâfız ve ravi olduğunu söyler.

12- Ebu-l Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî: “Harezm Bel­de­sinin Fahri” lakabıyla da bilinir. Hi. 467 yılında doğmuş, 538’de vefat etmiş­tir. Ho­rasan’a gelmiş, buradan Bağdad’a bir çok defa geçmiş, büyük ülemalarla görüşüp onlardan ilim almıştır. Lügat, nahiv ebediyat ilmini Harezm’de tahsil etmiştir. Ken­dine bir çok övücü lakablar takılmış, sözler söylenmiştir.

Evlilikten uzak duruşundaki mazeretini, babalarına isyan eden bazı ço­cuk­ları görmesine bağlamıştır.

13- İbn-ül Hussab (Hi. 492-567): Zamanının nahivce en âlimi sayılan bu şa­hıs, ayrıca tefsir, hadis, şiir, Arab dili, mantık, felsefe, hesab ve hendese dalla­rında da hayli bilgi sahibiydi. Bütün bu dallarda çeşitli eserler vermiş ve bir çok talebe yetiş­tirmiştir.

14- Ebu-l Fettah Nasuhuddin el-Hanbelî (Hi. 501-573): Fıkha ağırlık vermiş, bu dalda bir hayli ilerlemiştir. Neticede bir çok fakihe ders verir hale gelmiştir. Usulen ve füruen, mezheben ve hilafen bu dalda çalışmıştır. Fıkıh ilmini elde ede­bilmek gayesiyle bir çok beldeyi dolaşmış, bir çok âlime yol göstermiştir. Yetmiş sene bo­yunca fetva vererek, talebe yetiştirerek zamanını geçirmiş, ev­lenmeye fırsat bula­mamıştır.

15- Cemalüddin Ebu-l Hasan Ali b. Yusuf Eş-Şeybanî (Hi. 568-646): Mı­sır’ın yüksek kısımlarında bulunan Kıtf bölgesinde doğdu. Kahire’de geli­şip büyüdükten sonra, ilim tahsilini Haleb’de yaptı. Fen ilimlerinde ihtisas sahibi oluşunun yanısıra nahiv, fıkıh, hadis, mantık, matematik, astronomi, hendese ve tarih ilimlerini de öğ­rendi. Bir çok eserleri bulunan ve nice tale­beler yetiştiren bu zat, hayatı boyu asla evlenmemiş, kendini sadece ilme vermiştir.

16- İmam-ı Nevevî (Hi. 631-676): Küçük yaşlardan itibaren parlak zeka­sıyla dik­katleri üzerine çekti. Dörtbuçuk ayda Et-Tenbih kitabını ezberledi. El-Mühezzeb’in dörtte birini, senenin kalanı zarfında ezberledi. Zamanını ders ta­limi, kitab yazımı, ilim neşri, ibadet, evrad, oruç, zikir ve maişet darlı­ğına sab­retmekle geçirmiştir.

17- İbn-i Teymiye (Hi. 661-728): Harran’da doğmuş, sonradan Şam’a yer­leş­miş­tir. Küçük yaşta kendini ilme vermişti. Bekâr yaşamıştır. İbn-i Teymiye madde­sine bakınız.

18- Eş-Şeyh Beşir el-Gazzî: Fakîh, nahivci, müfessir ve edibdir. Hi. 1274 se­ne­sinde Haleb’de doğmuştur. 1339 yılında da vefat etmiştir. Talebesi al­lame ve mu­haddis olan Muhammed Ragıb et-Tab onun hakkında şöyle de­miştir: “Al­lame, bil­gin ve kadıyy-ül kudat bir şahıstır. Bu yüzden ona Haleb tarihindeki altın nehir ismi verilmiştir.

19- Abdüssalih Ebu-l Vefa el- Efganî: Hi. 1310’da doğdu, 1395’te vefat etti. Usul-ü Fıkıh âlimi ve muhaddistir. Babasının terbiyesinde ve onun il­minden fayda­lanarak büyüdü. Henüz küçük yaşlardayken Hindistan’a ilim tahsiline gitti. 1330 yı­lında Haydarabad’a geldi. Burada Nizamiye Medrese­sine girdi ve hadis, tefsir, fıkıh ve kı­raat ilimlerinde medrese şeyhlerinden icazet aldı. Daha sonra burada müder­rislik vazifesine başladı.

20- Kerime b. Ahmed b. Muhammed b. Hatem el-Mervezî: Kadın âlime ve hadisçidir. Merv’de dünyaya geldi ve Mekke’de vefat etti. Âlime ve saliha bir ka­dındı. Bir çok âlimden ders aldı. Hayatı boyunca asla evlenmedi. Yüz seneye yakla­şan ömrü müddetince kendini ilme adayıp, dünyevi zevk pe­şinde koşma­yışı ve asla teveccüh göstermeyişi, takdire şayan bir haldir.» (Ülema-i Uzzab, Abdülfettah Ebu-l Gudda, 1983 Haleb)

417/2- Dinî şahsiyetlerden böyle mücerred yaşamış çok büyük ve meş­hur zat­lar olduğu gibi, beşer nev’inin muhtelif tabakalarından bekâr yaşamış daha pek çok kimse vardır. Meselâ: Meşhur feylesof Farabî (Mi. 870-950), meşhur seyyah Evliya Çelebi (doğumu Mi. 1611), ilim zühd şiir ve iffetli yaşayısı ile meşhur Mihrî Hatun (vefatı Mi. 1506), divan şairleri arasında meşhur, Mevlevî­lik yolunda manen terakki etmiş ve iffetçe de üstün Hatice Nakıye Hanım (Mi. 1845-1898), İstanbul’un fethin­den sonra meşhur deniz fatihi ve mücahidlerinden Oruç Reis (Barbaros’un ağa­beyi), Mısır’da meşhur mücahidlerden tefsir ve çe­şitli İslâmî eserler sahibi Prof. Seyyid Kutub (ve­fatı 1966), Osmanlı Devletinin 1909 sıralarında maarif nazırlığı ma­kamına kadar yükselen meşhur fikir ve dev­let adamı Emrullah Efendi (Mi. 1858-1914), “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” ese­rinin müellifi ve Medreset-ül Kuzat ve İrşad, Siyer-i Enbiya ve Tarih-i İslâm müdderisi Tahir-ül Mevlevî (Olgun) (Mi. 1877-1951)

Tahir-ül Mevlevî, cemiyetin bozukluğu sebebiyle bekârlığı öven bir Man­zume­sinde şöyle der:

«Evlenen bahre düşer, evlad olursa gark olur

Sen kenar-ı bahri tut, evlenme sultanlık budur.

Tut ki kazara evlendin, sabredip artık otur

Bir beladır başında, sus söylenme insanlık budur.»

Ayrıca İmam-ı Gazalî Hazretlerinin onbir sene kadar memleketini terkedip in­zivaya çekilmesi gibi; pek çok dinî şahsiyetlerin, İlahî terbiye görmek için evlerini terkedip münzevi yaşamaları da bir nokta-i teemmüldür.

417/3- «Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeblerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:

Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektebde ders almağa meş­gul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül ka­nununa daha girme. Çünki o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin al­dığı mu­vakkat lezzet ve keyf bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat biçare ka­dın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin me­şakkatine, beslenme­sine ve açık-saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsızlık ittihamı ve kocası­nın da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona sa­mimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azablara muka­bil; izdivacda aldığı muvakkat bir keyf ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazi­feye mukabil yüzden birisine mukabil gelemi­yor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î ta­bir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunma­dığından daha zi­yade azab çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı al­tında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıkla­rından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvedi­yor... Cehennem azabı çektiri­yor.

Hem peder hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok me­şak­kat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemâl-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sâdı­kane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların def­ter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masu­men ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kuca­ğında sevimli bir ço­cuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmi­den belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlide­sinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir.

Mütebakisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sa­dık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de da­vacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K.L.252)

«Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor.Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yer­leştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye me­dar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâ­zım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî mu­vakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alın­madığından hayatı daima azab içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbad olur.» (E.L.II.49)



418- Evlenmede icbar olamaz. Çünkü icbar, mes’uliyeti kaldırır. Evlendi­rilme­leri istenen erkek veya kız, ebeveyn olmak mes’uliyetine gireceklerinden dolayı; ev­lenip evlenmemekte kendi ihtiyar ve rızaları olması şarttır. Ebeveyn ve velileri on­ları evlenmeye zorlayamazlar. Zira böyle bir zorlama, mes’uliyet kaidesini ihlal eder.

Meşhur ve mu’teber Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu bu mev­zuda geniş izahat verirken ezcümle şöyle der:

«Büluğ çağına eren bir erkek çocuğun hıyar-ı büluğu, ömrîdir. Binaena­leyh bâ­liğ veya nikaha muttali olduğu mecliste sükût edivermesiyle veya kal­kıp git­mesiyle, bu hıyar hakkı sâkıt olmaz. Sarahaten veya delâleten rızası bulunma­dıkça, ömrünün sonuna kadar devam eder. Sarahaten rıza: “Akd-i nikaha razı­yım” gibi bir söz ile olur. Delâleten rıza da: “Zevcesine dühul et­mek, zevcesini takbil etmek, zevcesinin mehr ve nafakasını vermek” gibi rı­zaya delâlet eden bir fiil ile tahakkuk eder.

Sagir ve sagire bâliğ olunca hıyar-ı büluğlarını “Nikahı feshettim” veya “Nikahı reddettim “ veya” “Vaki olan nikaha razı değilim” gibi adem-i rızaya delâlet eden bir söz ile istimal ederler. Bunlara “Şimdi bâliğ oldum” “Şimdi âdet görmeğe başla­dım” sözleri de ilave edilebilir.

Hıyar-ı büluğunu istimal eden tarafın talebi üzerine hâkim iki taraf müvacehesinde nikahı fesheder. Şayet birbirine tezviç edilmiş olan iki ço­cuktan biri daha evvel bâliğ olup hıyar-ı büluğunu istimal edecek olsa, hâkim diğerinin velisi huzurunda veya mansub vasisi müvacehesinde aralarını tefrik eder.» (H.İ. ci:2 sh:52)

Yukarıda nakledilen, evlenmede icbarda bulunmamak hakkındaki fıkhî hü­küm esasen hadislere istinad etmektedir. Ezcümle: S.B.M. ci: ll hadis: 1806,1807, 1808 ve S.M. 16. Kitab-ün Nikah 9. Bab ve İbn-i Mace 9. Kitab-ün Nikah ll. ve 12. Bablar mezkûr hükmü beyan eder.



419- Evlad ü iyal sahibi olmanın getireceği bazı mes’uliyetler ve manevi za­rarlar ile alakalı ve ikaz edici âyetlerden birkaç not:

-İnsanlar için evlad-ü iyal, mal ve servet gibi nefsin isteklerine meyil ve muhabbet, ge­çici dünya metaıdır. Halbuki asıl meyil ve gaye, âhiret olmalı­dır: (3:14,15)

-Mal ve evladın, bazı şartlarda, bir fitne olduğu: (8:28)

-Âhirette ne mal ve ne de evlad fayda veremez, ancak kalb-i selim (dünya malı ve evlad ü iyalin derd-i maişetiyle ve onların manevi mes’uliyetleriyle bozulmamış ve kemâlat kazanmış kalb) fayda verir: (26:88,89)

-İnsana kurbiyet-i İlahiyeyi kazandıran mal ve evlad değil, ancak hakiki iman ve a’mal-i salihadır: (34:37). Ve (18:46) (19:76) (28:80) âyetleri de aynı mânâ ile alâkalıdır.

-Mal ve evlad ü iyal, zikr-i İlahîden (marifetullahtan) alıkoymamalı.(Mal ve evlad ü iyal meşguliyeti) mani olması ile, âhirette hüsrana sebebdir: (63: 9)

-Aile ve evladdan bir kısmı (cihada, din yolunda çalışmağa mani olmak ve manevi mes’uliyetleri cihetinden getirecekleri zararlar itibariyle) düşman­dır. (Bu gibi sebeblerden dolayı) onlardan kaçının ve çekinin: (64:14,15)

Ancak birkaç örnek için sure ve âyet numaralarını verdiğimiz bu ve em­sali âyetler bilhassa asrımız itibariyle şayan-ı teemmül ve ibrettir. Ansiklope­dinin hacmi itibariyle tafsilata girilmemiştir.



419/1- Yukarıdaki nakillerden netice olarak anlıyoruz ki, dünyada iffet ve hu­zura, âhirette de ebedî saadete medar olması gereken aile hayatının teş­kilinde hissî ve ölçüsüz hareket etmek, (bilhassa asrımızın cemiyet şartları içinde) maddi ve ma­nevi sıkıntı ve mes’uliyetlere sebebiyet verebilir. Esasen evlilik meşru olup teşvik edilmesi gerekirken, yukarıda görülen ciddi ikazla­rın yapıl­ması, -daha çok- bozuk cemiyetler içindir. Şu halde aile yuvasını kurmak iste­yen kimse refika-i hayatını se­çerken asgari şart olarak; mimsiz medeniyetin aşıladığı modalarına hevesli ve bağlı olmamak, ciddi mütedeyyin olmak, gayr-ı İslâmî âdetleri kalben ve fikren istiskal etmek, fiilen de onlar­dan uzak durmak ve dindar zevcine itaatkârlık gibi seciyelere sahib olup ol­madığına dikkat etme­lidir.

Mezkûr asgari şartların fıtrî ve hissî seviyede tahakkuku için, kadının geç­miş hayatında yani evlilik öncesinde İslâmî hayatı yaşıyarak vicdaniyat şek­linde (Bak: Vicdaniyat) melekeleşmiş bir dindarlık derecesini kazanmış ol­ması gerektir. Zira Kur’an (4:3) âyetinde geçen ««_0 kelimesinin maziyi ifade et­tiğine dikkat etmek gerektiği gibi, ekseriyetle zevi-l ukûl için kullanı­lan ²w«8 mevsûlüne bedel ma-i mevsûlenin gelmesi; kadının sîret, seciye, şef­kat gibi tayyibiyetine yani güzel haslet­lerine işaret olduğunu da ehemmiyetle teem­mül etmek gerektir.



419/2- Bilhassa asrımızda olduğu gibi sefih cemiyetlerde görülen açık-saçık ka­dın ve kızların erkeklerle ihtilatlarıyla hayasızlık artar, zina çoğalır. Böyle zaman­larda evlenen kimse daha dikkatli olmalıdır. Kur’an (5:5) âye­tinde “zina yapmıyan ve gizli dostlar edinmeyen kadınla evlenmek”, yani aksi sıfata sahib olanla evlen­memek emrediliyor. Bu gibi âyetlerin asrımıza bakan dersi, calib-i dikkattir. Hassa­ten (gizli dostlar edinme) hususu, intişar eden bir felaket gibi görünüp, ehl-i na­musu daha çok ihtiyata sevkediyor. Kur’an (24:26) âyetinde de, ekser âlimlerin ver­diği mana ile: Habis kadınlar habis erkeklere, habis er­kekler habis kadınlaradır, di­yerek müslüman ehl-i namusu aynı mevzuda ikaz eder.

Bir atıf notu:

-Bozuk cemiyetlerde evlad ü iyal mes’uliyetleri, bak: 162, 163, 168, 177, 181, 183.p.lar.

420- qqBEKTAŞ-I VELİ |7— ¬Š_BU" :

Asıl adı Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Hicri 680 senesinde Hora­san’ın Nişabur şehrinde tevellüd, 773’de Anadolu’da Kırşehir’de vefat etti. Hacı Bektaş denilen yerdedir. Şeyh Lokman-ı Horasanî’nin halifesi idi. Bu da Şeyh Ahmed-i Yesevî’nin halifesi idi. Bu da Yusuf-u Hemedanî’nin halifesi idi. Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri, Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeni­çeri askeri kurulurken dua etti. Bundan feyz alanlara “Bektaşi” denildi. Bu temiz, iyi bektaşiler za­manla azaldı. 1300’den sonra hiç kalmadı. Bu mübarek ismi bir kısım sapıklar kendilerine perde yapıp, İslâmiyet’e aykırı fikir ve ha­reketlerini yaymak iste­mişlerse de pek mu­vaffak olamamışlardır. Günü­müzde Bektaşi tarikatı, asliyetini kaybedip, doğru yol­dan ayrılmış durumda­dır.



qqBELA šŸ" : (Bak: Musibet, Sadaka)

421- qqBELAGAT }3Ÿ" : Hitab ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düz­gün ve hakikatlı güzel söz söyleme sanatı. Mukteza-yı hale mutabık söz söylemek. *Belâgat, hem düz­gün hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adıdır. Ve maâni, beyan, bedi’ diye üç kısma ayrılır. (Edebiyat Lügatından) (Bak: Beyan, Edebi­yat, Muallekat-ı Seb’a)

422- «Muhakkaktır ki: Tenzil’in hassa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise: Be­lâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise: Hasais ve mezaya, ba­hu­sus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle te­maşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalib-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülat-ı İlahiye tabir olu­nan müraat-ı efham ve ihti­ram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzım­dır: Kur’anın hakkını bahs ve kıyme­tini noksan et­mesin. Ve belâgatın tasdik ve sik­kesi olmayan bir şeyle, Kur’an-ı te’vil etme­sinler. Zira her hakikattan daha zâhir ve daha vâzıh ta­hakkuk etmiş ki; Kur’an’ın mânâları hak oldukları gibi tarz-ı ifade ve suret-i mânâsı dahi belîgane ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etme­yen, Kur’an’ın ifa-i hakkında mutaffifinden oluyor.» (Mu.63)

«Kur’anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu taba­kalara müraaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta’mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i be­lagat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihti­maller çoğal­sın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.» (İ.İ.47) (Bak: 2112.p.)



423- «Meselâ: (2:5) «–Y­E¬V²S­W²7~ ­v­; «t¬¶[³«7—­~ da bir sükût var, bir ıt­lak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bu­labil­sin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki: Bir kısım muhatabın maksadı, ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı, yalnız Cennet’i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kı­sım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım, rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hâkeza... Bunun gibi pek çok yerlerde Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte «–Y­E¬V²S­W²7~ der. Neye felah bula­caklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der:

“Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem’den felah bulur­sun. Ey sâlih!.. Sen Cennet’e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İla­hîye nâil olur­sun. Ey âşık!.. Sen rü’yete mazhar olursun.” ve hâkeza..» (S.394) (Kur’anın muhatablara göre hitabı, bak: 2119.p.)



424- «Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen su­lar gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin kayıtların, hey’etlerin tama­men o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.

Meselâ: (21:46) «t¬±"«‡ ¬~«g«2 ²w¬8 °}«E²S«9 ²v­Z²BÅK«8 ²w¬¶[«7«— olan Âyet-i Kerime na­zar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir azab ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıt­lar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar. Ezcümle: Şek ve ihtimali ifade

eden ²–¬~ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve keza °}«E²S«9 sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır. Ve keza Åj«8 kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir. Ve keza teb’izi ifade eden ²w¬8 ve şiddeti gösteren “nekal” kelimesine bedel, hiffeti îma eden ¬~«g«2 kelimesi ve ¬±«‡ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyet­sizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle te­messül ediyorlar:

­h[¬L­< ¬Ä_«W«D²7~ «t¬7«† |Å7¬~ Çu­6«— °f¬&~«— «t­X²K­&«— |ÅB«- _«X­#~«‡_«A¬2

Yâni: İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret edi­yorlar.» (İ.İ.35)

Bir atıf notu:

-Âhirzamanda belagat-ı Kur’aniyenin hâkimiyeti, bak: 1561.p.

425- qqBERAET }¶<~h" : Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve gi­riftar olmama. Arî olma. *Huk: Bir davanın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

Bu kelime aynı kökten farklı türeyişle: Yaratmak, uzaklaşmak, hıfz ve emanın kesilmesi, şifa vermek, temize çıkmak, kurtulmak gibi farklı mânâ­larla Kur’anda muhtelif yerlerde geçer. (9:l) âyetinde geçen beraet kelimesini Müfessir Hamdi Efendi şöyle izah eder:

«­}«=~h«" - ­~«h²A«< - ­~«h«" Bu maddenin asıl mânâsı, Müfredat ve Besair’de be­yan olunduğuna göre: “Her hangi bir mekruhtan tafassî ve tebaud” demek­tir. Kadı Beyzavî, Sure-i Bakara’da ²v­U­= ¬‡_«" |«7¬~ ~Y­"Y­B«4 (2:54) de der ki: Bu terkibin aslı, bir şeyin gayrisinden hâlis olması mânâsındadır ki, ya “hasta marazından, medyun deyninden berî oldu” dedikleri gibi tafassî (halas ol­mak) tarikiyle olur veya

¬w[¬±O7~ «w¬8 «•«…³~ ­yÁV7~ ­~«h«" gibi inşa suretiyle olur. İlh..

Bu iki mânâ ile de kelime lisanımızda müsta’meldir. Meselâ, “Beraet-i zimmet asıldır” denildiği zaman, ibtidaen inşa suretiyle olan hulûs ve selâmet mânâsı kasdedilir. Cezada cürümden berâet de böyledir. Lâkin deynden berâet bu suretle olabildiği gibi, ibra veya istifa suretiyle de olur ki, bu da tafassî tarikıdır.

Hukukta böyle olduğu gibi bundan me’huz olarak kelimenin bir de hu­kuk-u siyasiyye ve harb nokta-i nazarından mukarrer ma’nası vardır ki, bu­rada asıl maksud olan da odur. Nitekim Ebu Bekr-i Razi bunu izah ile Ah­kâm-ı Kur’anda der ki: “Berâet, kat’-i muvâlat ve irtifa-i ismet ve zeval-i emandır”. Fahreddin-i Razi de tef­sirinde der ki: “Berâetin ma’nası, inkıta’ı ismet­tir.

}=~h" ¶~h"~ –Ÿ4 w8 a¶


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin