394- Bediüzzaman’ın Emirdağ’da zehirlenmesi:
«Bir siyasî memurun iğfali ve “imhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstad’ın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi “Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.
Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terketmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayrıkabil bir hastalıkta iki üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.
Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstad’a dikkat eden iki talebesi diyor:
“Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergah-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü.”
Hizmetini sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men’edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.» (T.H. 461)
395- «Bediüzzaman 1944’te Denizli Mahkemesinde beraet ettiği halde, Afyon vilayetine bağlı Emirdağ kazasında ikamete memur ediliyor. Orada kendi âhireti ve Risale-i Nur’la meşgul olurken 1948 senesinde bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağızceza Mahkemesine sevkediliyor ve hapse konuluyor.
Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili bulunamıyor. Fakat ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme güya kanaat-ı vicdaniye ile Bediüzzaman’a 20 ay ve müdakkik bir âlime 18 ay, yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de beraet veriyor.
Mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda tedkikatını bitirerek:
“Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, Temyiz’in, tasdikinden geçen bir dava tekrar taht-ı muhakemeye alınamaz.” diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bozuyor.
Afyon Mahkemesi, Temyiz’in kararına uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya düşünüyor.. Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da noksanların ikmali için çalışmaya başlıyor. Fakat bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor.... Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm kat’iyet kesbetmeden, verilen ceza müddetini hapishanede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir.» (T.H.543)
396- «Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949’da bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Üstad Afyon’da iki ay kadar ikametten sonra da Emirdağı’na geldi. Emirdağı’nda bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebeler ifa ettiler.» (T.H.612)
«Temyiz’in bozma kararından sonra Afyon’da mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti hükümeti, umumi af ilan etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun daire-i şumulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. Fakat mahkeme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine müsadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyiz’in kararına uyarak Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usulde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşleri’nce tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulu’nca bütün eserler tedkik ettirildi. Neticede Nurların hakikatını bir derece belirten bir rapor verildi.
Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat’ileşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükümette Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tab’ edilmeye başladı.» (T.H.614)
396/1- Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Devlet Reisine yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:
«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M.Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şerefler, müsbet hayırlar, maddi manevi ganimetler orduya cemaata verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
396/2- Birinci Madde: Bir Hadis-i Şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o Hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.
İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu kat’i kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mesul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz.
İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.» (E.L.I.284)
397- Bediüzzaman’ın dehşetli tazyikat altındaki hapishane hayatını anlatan mektublarından birkaç nümunesi:
«Aziz sıddık sebatkâr ve vefadar kardeşlerim!
Sizi müteessir etmek veya maddi ve tedbir yapmak için değil, belki şirket-i maneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki: Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir’de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler. Ta hiddetimden ve işkencelerine karşı “artık yeter” dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebeb göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben hârika bir ihsan-ı İlahî eseri olarak şakirane sabrediyorum ve etmeğe de karar verdim.» (Ş.31l)
398- «Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün planlarını akim bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok. O zındıklar, Risale-i Nur’u ve şakirdlerini tarikata ve bilhassa Nakşî tarikatına kıyas edip, o ehl-i tarikatı mağlub ettikleri plânı ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.
Evvela: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-istimalatını göstermek.
Ve saniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teşhir etmek.
Ve salisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarlarından sukut ettirmektir ki, Nakşilere ve ehl-i tarikata karşı istimal ettikleri aynı silah ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar
Çünki Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde baki lezzetleri hissedip aramak ve fani ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşâallah tam akîm bırakacak ve meslek-i Risale-i Nur ise tarikatlara kıyas edilmez diye onları susturacak.» (Ş.302)
399- «İhtiyarım olmadan bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahbus gönderilmiş. Tahrib kolay olmasından hususan böyle haylaz gençlerde o herif bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı, zındıka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahbuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zaruridir.» (Ş.315)
«Senelerden beri feragat-ı nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda, gizli düşmanları olan komünist ve masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı tahammülün fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları hakikatbîn nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasane ve perdeli olan bu plânları akîm bırakacak imanî eserleri te’lif etmiştir.» (Ş.551)
400- Bediüzzaman’ın hayat seyri ve safahatından mühim bir kısmının kronolojik tarih listesi:
1897
-Vali Hasan Paşa’nın dâveti üzerine Van’a gidişi
-Müsbet ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması
-“Bediüzzaman” lâkabının verilmesi
-80-90 cild kitabı, üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması
1900
-İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un gazetelerde çıkan konuşması ve Bediüzzaman’ın ruhunda meydana getirdiği feveran ve gayret.
401- 1907
-İstanbul’a Şark’ta üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi
-Kaldığı yerin kapısına “Her suale cevab verilir” levhasını asıp, âlimleri sual sormaya dâveti
-Sultan Abdülhamid’e Şark’ta üniversite açılması için müracaatı
-Yıldız Divan-ı Harbi’ne verilmesi
1909
-31 Mart’ta Bediüzzaman’ın yatıştırıcılığı
-İsyan etmiş olan sekiz taburu itaata getirmesi
-Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb’e verilişi
-Divan-ı Harb’de beraet edişi ve serbest bırakılması
1910
-Divan-ı Harb’den beraet eden Bediüzzaman’ın Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılması
402- 191l
-Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe irad etmesi
-Sultan Reşad’la beraber Rumeli seyahatine çıkması
1913
-Van’a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması
1915
-Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor
1916
Bediüzzaman’ın Ruslara esir düşmesi
403- 1918
-Bediüzzaman’ın Kosturma’dan firar edişi
-17 Haziran 1918: Bediüzzaman’ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla İstanbul’a avdeti
-Enver Paşa’nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman’a, Harbiye Nezareti ikramiye ve harb madalyası veriyor
-13 Ağustos 1918: Ordu-yu Hümayun’un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet’e âzâ oluşu
1919
-19 Nisan 1919: Bediüzzaman’ın Dâr-ül Hikmet’ten altı ay izne ayrılması
-Sultan Vahdeddin, Bediazzaman’a “Mahreç” pâyesi veriyor
1920
-İngiliz işgaline karşı “Hutuvat-ı Sitte”yi neşrederek mücadele etmesi
1921
-Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabı
-Bediüzzaman, Kuvâ-yı Milliyeyi destekliyor
404- 1922
-Bediüzzaman İstanbul’dan Ankara’ya geliyor
-9 Kasım 1922: Bediüzzaman’a Meclis’de hoşâmedî yapılması
1923
-19 Ocak 1923: Bediüzzaman Meclis’te mebuslara hitaben bir beyanname neşrediyor
-17 Nisan 1923: Ankara’da umduğunu bulamayan Bediüzzaman’ın Van’a gitmek üzere yola çıkması
1925-1927
-Bediüzzaman’ın Van’dan nefyi
-Aynı sene içinde Bediüzzaman Van’dan İstanbul’a oradan da Burdur’a getiriliyor
-Isparta’da bir müddet kalan Bediüzzaman, önce Eğridir oradan da Barla’ya getiriliyor
-Risale-i Nur’lar te’lif edilmeye başlanıyor
405- 1934
-Barla’dan alınan Bediüzzaman’ın Isparta’ya getirilişi
-27 Nisan 1935: Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt’a ile Isparta’ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor
-Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eskişehir’e götürülüyor.
1936
-27 Mart 1936: Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete mecbur ediliyor
-Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman, karakol karşısında bir eve yerleştiriliyor
1943
-20 Eylül 1943: Bediüzzaman’ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara’ya getirilmesi
1944
-Denizli mahkemesinin başlaması
-15 Haziran 1944: Denizli Ağırceza Mahkemesi Bediüzzaman’ın beraetini ilan ediyor
-Ağustos 1944 sonlarında Ankara’dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ’da ikamete mecbur ediliyor
406- 1948
23 Ocak 1948 : Emirdağ’da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki
-6 Aralık 1948: Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz
1949
-20 Eylül 1949: Halkın tezahüratına mâni olmak için Bediüzzaman Afyon hapishanesinden gece yarısı tahliye ediliyor
-20 Kasım 1949: Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a getirilişi
1952
-Ocak 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman İstanbul’a geldi.
-22 Ocak 1952 Salı: Gençlik Rehberi mahkemesinin ilk duruşması
-5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman’ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti
1953
-Nisan 1953: Bediüzzaman tekrar Emirdağ’a geldi.
-Mayıs 1953: İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın üç ay kadar kalması
-Bediüzzaman’ın Patrik Athenagoras’la görüşmesi
-Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla’ya gelişi
407- 1956
-23 Mayıs 1956 Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i Nurların beraeti ve iade edilmesi
1957-1958
-Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat’ın matbaalarda neşredilmesi
1960
-23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman, Ramazan’ın 25. günü gece saat 03.00 civarında bu fani âleme veda etti
-12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman’ın naaşı çıkarılarak askerî bir helikopterle meçhul bir istikamete götürülüyor.
408- qqBEDR MUHAREBESİ |, y"‡_E8 ‡f" : Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşlilere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazan’da Cuma günü vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) maiyetinde 320 kişi vardı. Bunların sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam’dan dönen Ebu Süfyan’ın önüne çıkılmış iken Ebu Süfyan haber alarak Mekke’den yardım istemiş, Ebu Cehil’in maiyetinde Mekke’den gelenlerle beraber Kureyşliler 1000 kişi kadar olmuşlardı.
Bu gazvede bin kişilik düşmana karşı 320 İslâm mücahidi avn-i İlâhî ile muzaffer olmuştur. Böyle galibiyet ve zaferlerden ibret alınmasını Kur’an (2:249) (3:13) ve emsali âyetlerde bildirmekte, müslümanların salabet-i diniyelerine göre İlâhi nusrete nâil olacaklarını da müjdelemektedir.
409- «(8:77) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U«7«— «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡ _«8«— nass-ı kat’isiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbariyle, Gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- (29) dedi. ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne gitti; herbiri kendi gözü ile meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.» (M.135)
Mezkûr mucize ile inayet-i İlâhiye imdada yetiştiği gibi; yine bu Bedir Harbinde, (3:125) âyetiyle bildirildiği gibi bazı melâikeler iştirak etmiştir. Bu İlâhî nusret hâdisesi, S.B.M. ci: 10, Hadis: 1564’de de mezkûrdur.
410- qqBEKA š_T" : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. *Dâim ve sâbit olma. *İlm-i Kelâmda: Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. *Bâki olmak. Ebedilik. (Bak: Adem, Aşk)
Bir vecize şeklinde ifade edilen «Eğer vermek istemeseydi istemek vermezdi.» (M.302) kaidesince insanlara Allah neler ihsan etmiş ve edecekse, o nimetlere karşı da birer ihtiyaç ve o nimete mahsus bir nevi mide vermiştir. Bu nimetlerin en büyüğü, belki sonsuzu, Cennet hayatındaki ebedîlik nimetidir. Bu ebedîlik nimetinin midesi de, insan vicdanının temeline konulmuş olan gayet şedid “beka isteği”dir. Âhiretteki beka nimetini gaflet veya inkâr ile göremeyen insan, sonsuza müteveccih olan bu fıtrî hiss-i bekayı, fâni dünya hayatına tevcih eder. Tevehhüm-ü beka cihetiyle ve hırs-ı hayatla dünya hayatına, o acib his ve hırs ile sarılır.
Âhiretteki beka için verilen ve gayet ehemmiyetli olan hiss-i bekayı böylece su-istimal eder ve faniyatla tatmin olamıyan, o hissin azabını daha dünyada iken çeker. (Hırs-ı hayat ve aşk-ı beka, hayat-ı bâkiyeye tevcih edilmezse dünyaya yapışır, bak: 719,720, 1269.p.lar)
410/1- «Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cemiyetli istidadiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakiki insaniyetini kaybetmiyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.» (H.Ş.24) (Adem (yokluğa gitmek), Cehennem’den daha kötüdür, bak: 2161.p.)
«İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösterir ki: Bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.» (S.88)
«İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed!... Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ı câzibedarın cezbi ile olabilir.» (S.522)
İki atıf notu:
-Cennet’te beka Cennet’in fevkindedir, bak: 2868.p.
-Zevale uğrayan lezzet, elem getirir, bak: 533.p.
41l- qqBEKÂR ‡_U" : Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. *Taşralı olup, büyük bir şehirde ailesiz yaşayan adam. (Bak: Ahmed-i Bedevî, Ashab-ı Suffa, Bayezid-i Bistamî, Nikah, Rabia-yı Adeviye, Taaddüd-ü Zevcat, Vakf-ı Hayat)
Bekârlık, dinin gösterdiği şartlar ve dine uygun maksad için meşruiyet kazanabilir. Yoksa bir aileye bağlanmaktansa, her türlü günahlar içinde serbestlik kazanmak için bekâr kalmak düşüncesi bâtıldır.
Hadis kitablarının Kitab-ün Nikâh kısmının evlenmeyi tergib eden bablarında, evlenme şartlarına sahip olan kimselerin evlenmelerini ve evlenme şartlarına sahip olmayanların da oruç tutmalarını tavsiye eden ve çoğu birbirinin aynı olan üç-beş kadar hadis vardır. Ezcümle: Buhari 67. Kitab-ün Nikâh l. bab; Müslim Kitab-ün Nikâh l. bab; İbn-i Mace Kitab-ün Nikâh l. babı örnek verilebilir. Kitab-ün Nikâh’ın diğer pek çok olan babları ise, nikâhın şer’î ahkâmını beyan ederler ve şeriat kitablarında bunların amelî şekli gösterilir.
Nikâhın yani evlenmek meselesinin hükmü hakkında imamlar ve büyük İslâm âlimlerinin hayli izahları vardır.
Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu nazara alınmıştır ve alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı ve kazançların helâl olduğu, gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıldığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh istihsan edilirken; fitneye düşmüş, helâl kazanç zorlaşmış, ahlâksızlık ve günahlar umumileşmiş, dinin muhafazasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan cemiyetlerde ise, nikâh yani evliliğe teşvik görülmemektedir. Ezcümle:
41l/1- Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir:
¯f«7«— ««— ¯}«%²—«i¬" y²V¬R²L< ²v«7«— ¬y¬K²S«X¬7 ˜_«X«B²5¬~ ~®f²A«2 yÁV7~ Å`«&«~ ~«†¬~
Yani: “Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettirmez.” Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir. Çünkü “200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır” mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli) çokluğunuzla (Bak: 1974.p.) iftihar edeceğim” mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, ci: l, sh: 173)
Nitekim bu husus, bir önceki pragrafta bir nebze izah edilmiştir. Mezkûr hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve R.E. ci: l, sh: 25’de de geçer. Aynı eserin aynı sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir: “Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.” “Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar, âhiret işlerini ise açar.”
Bir rivayette de: Kişinin hamiyeti dünya olursa, meşgalelerinin artırılacağı, âhiret olursa, azaltılacağı haber verilir. (R.E.104)
Bediüzzaman Hazretleri de bu mânâyı te’yiden şöyle der:
«Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.» (L.42)
«Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.» (M.278)
«... Evet, Cenâb-ı Hak (C.C.) bir abdini severse, dünyanın süs ve zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle ona kerih gösterir.» (M.Nu. 193)
412- Şafiî fıkhına ait Büceyrimî adlı kitabda şu hükümler var:
Hadiste vardır ki:
Ŭ~ ¬y[¬4 }«L[¬Q«W²7~ Ä_«X# « °–_«8«ˆ ¬‰_ÅX7~ |«V«2 |¬#²_«<
}«"—iQ²7~ ¬aÅV& –_«8Åi7~ «t¬7«† «–_«6 ~«†¬_«4 ¬}«[¬M²Q«W²7 _¬"
Yani: «Öyle bir zaman gelecek ki; maişet o zamanda ancak günah işlemekle elde edilebilir. İşte o zaman bekârlık helâl olur.»
«Yine Peygamber (A.S.M.) buyurmuştur:
¬}ÅV& ²f«T«4 ®}«X«, «–Y9_«W«$«— ®?¶_¬8 |¬BÅ8~ |«V«2 |«#«~ ~«†¬~
¬Ä_«A¬D²7~ ¬‰ÎΗ‡ |«V«2 `Ç;«hÅB7~«— }«7²iQ²7~«— }«"—iQ²7~
Yani “Ümmetim üzerine 180 sene geçtikten sonra bekârlık, uzlet ve dağların başına çıkıp ibadetle meşgul olmak helâl olur.”
Bu iki hadisi; Nur suresinden (24:32) ²vU²X¬8 |«8_«<«²~ ~YE¬U²9~«— âyet-i kerimesinin tefsirinde “Keşşaf” nakletmiştir. Ve yine bu iki hadis, Ruh-ul Beyan Tefsirinin 2. cild, sayfa: 766’da “Kevaşi” tefsirinden nakledilmiştir. Hem İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sinde de mezkûrdur.
Aynı mevzudaki diğer hadislerden birkaçı da şöyledir:
¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «u[¬5 ¬±†_«E²7~ ¬r[¬S«' Çu6 ¬w²[«#¶_¬W²7~ «f²Q«" ²v6h²[«'
y«7 «f«7«— ««— y«7 «u²;«~ « >¬gÅ7«~ «Ä_«5 Ó¬±†_«E²7~r[¬S«F²7~ _«8«—
Yani: “İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her “hafif-i haz”dır. Denildi ki: “Yani Resulallah hafif-il haz nedir?” Buyurdu ki: Ailesi ve çocuğu olmayandır.” (30)
¬±†_«E²7~ ¬r[¬S«' Çu6 ¬–_«8Åi7~ «t¬7«† ¬u²;«~ u«N²4«~ °–_«8«ˆ ¬‰_ÅX7~ |«V«2 |¬#²_«<
¬Ä_«[¬Q²7~ u[¬V«5 «Ä_«5 ¬±†_«E²7~ r[¬S«' _«8 ¬yÁV7~ «ÄY,«‡ _«< «u[¬5
Yani: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, o zamanki halkın efdali “hafif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Resulallah hafif-ül haz nedir?” Buyurdu ki: Çoluk çocuğu az olanlardır.” (31)
Diğer bir rivayette: ¬w²<«‡_«K«[²7~ f«&«~ ¬Ä_«[¬Q7~ }ÅV¬5
Yani: “Aile efradının azlığı, iki zenginlikten biridir” diye buyurulur. (H.G. hadis:261 ve K.H. hadis:1888)
Bir atıf notu:
-Âhirzaman fitnesinde şeytanların çocuklara ortak olacağı rivayeti, Bak: 166, 167, 167/1p.
413- Bekârlık hakkında Ebu Süleyman Daranî Hazretleri şöyle diyor:
«Bir kimse evlenirse, dünyaya döner. Evlenen hiçbir hak yolcusunu, ilk halinde kalır bulamadım. Kendini Peygamber (A.S.M.) Efendimizle kıyas edemiyeceğini de bilmelisin. Böyle bir hataya düşersen, yolunu kaybedersin. Peygamber (A.S.M.) Efendimiz hakkında (53:17) |«R«0 _«8«— h«M«A²7~ «~«ˆ_«8 buyurulur. Bu sebeble onu ne dünya, ne de içindekiler meşgul eder. Onu Allah’dan gafil kılacak hiçbir sebeb yoktur. Amma sen böyle değilsin. Şehevî hislere kapılacağın zaman oruç tut, aç kal, susuz kal, pek de uyuma, ayık ol.» (Mürşid-ül Emin, İmam-ı Gazalî ci: 2, Rahmet Yayınları- 1965 İst.)
İmam-ı Şafiî Hazretleri Kur’an’ın (4:3) âyetindeki ~YE¬U²9_«4 ifadesi ile (4:25) ²vU«7 °h²[«' ~—h¬A²M«# ²–«~«— âyetinden, nafile ibadetler için bekârlığın efdaliyeti hükmüne varmıştır. (Bak: E.T. sh:1290, 1332)
Hanbelî Mezhebi de: «Zaruret hali olmadıkça dâr-ı harbde evlenmek haram olur. Kişi eğer esir ise, hiçbir surette ve hiçbir halde evlenmesi mübah olmaz.» (D.M.İ.F. ci: 5, sh: 2050)
Evlilikle alâkalı olarak, Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:
«Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.
Gelen cevab: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla, dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.» (K.L.265)
414- Esasen iyi düşünen insanlar bilirler ki; cemiyetin fertler üzerindeki tesirinden azade kalmak, ancak çok az ve müstesna şahsiyetlere müyesser olur. Halkın ekseriyeti, mevcud cemiyetin muhtelif derecelerde tesirinde kalırlar. Hele bozuk bir cemiyetin içinde doğup büyüyen ve faziletli İslâmî bir cemiyeti görmediklerinden mukayese imkânını bulamıyanların çoğu, ne kendilerinin ve ne de cemiyetin normal olmayan durumunun farkında olamamaları, daha çok düşündürücü bir keyfiyet olsa gerektir.
Bu hakikatı gören İmam ve Müceddidler, ümmeti bozuk cemiyetlerin tesirinden ikaz etmeye çalışmışlardır.
415- İşte bugünkü cemiyetin mahiyetini bütün cepheleriyle bilen ve buna göre gereken tercihi yapmış olan Bediüzzaman Hazretlerine, hariç memlekette mühim yerlerde ceridelerle sorulan “Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kaldın?” sualine verdiği cevabında şöyle diyor:
«Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında her şeyini feda edecek hakiki fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Hakim’in hakikatına; değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki; ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî’den başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.
416- Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı azamî fedakârlık ve azamî sebat ve metanet ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmiyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden, yüz günaha girilmez. Çünki o kırk sene zarfında birtek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye bir kısım sünnet ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler. (Bak: 990.p.)
417- Saniyen: Âyet-i Kerime’de (4:3) ²vU«7 «_«0_«8 ~YE¬U²9_«4 ve Hadis-i Şerifteki ~—h«$_«U«# ~YE«6_«X«# (32) gibi emirler, emr-i daimî ve vücubî değildirler.
Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de herkes için her vakit değildir.
Hem de ¬•«Ÿ²,¬²~ |¬4 «}Å[¬9_«A²;¬‡ « “Ruhbaniyet İslâm’da yoktur” (33) mânâsı, “Ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır” demek değildir. Belki «‰_ÅX7~ p«S²X«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ h²[«' (34) hadisinin sırrıyla, hayat-ı içtimaiyeye hizmet etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i salihînden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten girmişler. Dünyanın fani müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki, hayat-ı ebediyelerine hizmet etsinler.
Madem şahsî ve hususî kemâlat-ı bakiyesi için dünyayı terk edenler, selef-i salihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak, çok biçarelerin saadet-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve imanlarını takviye edip kurtarmaları için ve o hakikat-ı Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek ve hariçten gelen, dahilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zail ve fani dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil, belki hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennem’de vücudum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta azamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.» (H.R.25)
417/1- Bu tecerrüd hali Bediüzzaman’a has kalmamıştır. Asrımızdaki gibi dehşetli fitnenin istilası karşısında bulunmayan geçmiş asırlardaki pek çok veli zatlar ve şahsiyetler, dine ve ilme hizmet gayesiyle, hatta şahsî kemâlat kazanmak için dahi bekâr kalmışlardır. Ezcümle:
Hadis ve fıkıh imamlarından meşhur Nevevî (Muhyiddin Ebu Zekeriya Yahya bin Şeref Hazretleri Mi. 1233-1277) ki; «Şam’ın ünlü medresesi Eşrefiye’de müderrisliğe davet edildi. Yeni ölmüş bulunan meşhur Ebu Şamme’nin yerine Dar-ül Hadis’te hadis okutacaktı. Ders yıllarında sağlığı bozulmuş olmasına rağmen son derece kanaatkâr bir hayat yaşıyarak, evlenmeden ve maaş almadan kendisini ilim ve tedris mesleğine vakfetti.» (Yeni Türk Ansiklopedisi’nden)
Hem meselâ İmam-ı Gazali (R.A.) İhya-i Ulum’unda, Ebu Süleyman Daranî, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî Hazeratı gibi büyük velilerin bekâr kaldıklarını kaydeder. Hele Aktab-ı Erbaadan meşhur Ahmed-i Bedevi de dahil olmak üzere Bayezid-i Bistamî ve Ebu Muhammed Murtatış gibi pek çok büyük ve meşhur veliler evlenmemişlerdir. Hatta İsa (A.S.) ve Yahya (A.S.) gibi peygamberlerden dahi bekâr yaşıyanlar olmuştur. (Bak: 3982. p.sonu)
Evet “Ülema-i Uzzab” namındaki bir eserde de, ilmi evlenmeye tercih eden bekâr âlimlerden bir kısmı hakkında izahat vardır. Biz ihtisaren aşağıya alıyoruz: (*)
l- Abdullah b. Ebi Necih el-Mekkî: Tebe-i Tabiîndendir. Güvenilir Tefsir âlimlerinden olup, fasih bir konuşmaya ve güzel bir yüze sahibdi. Evlenmeyerek hayatını ilme vakfetti. Hicri 131’de vefat etti.
2- Ebu Abdurrahman Yunus b. Habib-ul Basrî (Hi. 90-182): Nahiv üzerine çalışarak bu konuda ve mezhebler mevzuunda eserler verdi. Basra’da etrafına topladığı ilim halkasından nice edibler, nice fusaha-i Arab çıkmıştır.
3- El-Cu’fî (Hi. l19-203): Şeyhülislâmlığının yanısıra hâfızlık, zahidlikle beraber örnek davranışları bulunan bir şahsiyettir. Haccac b. Hamza onun hakkında şöyle der: Ben Hüseyin El-Cu’fî’yi gülerken hatta tebessüm ederken aslâ görmedim ve ondan dünya ile alâkalı bir söz işitmedim.
4- Ebu Nasr Bişr b. el-Haris b. Abdurrahman el- Mervezî: Bu zat “Bişr-il Hafi” ismiyle meşhur olmuştur. Hayatı boyunca ilimle meşgul olan bu zat, özellikle hadis ilmi üzerinde durmuştur. Sonraları ise kendisini sadece ibadete vermiş. Zühd, takva, ibadet ve vera’da adeta alemleşmiştir. İmam-ı Ahmed onun hakkında şunları söylüyor: “Bişr ibadetten, zühdden, vera’dan ve yüce faziletlerden üzerine düşeni yapmada zorlanmaz. Çünki o tek başınadır. Onun ailesi yoktur. Kendi başına hayatın yükünü taşımaktadır. Evlenmeden vefat etmiştir. Ancak kendi gibi birisini bırakmamıştır.
Çok kimseler Bişr-i Hafi’yi derviş, ehl-i tasavvuftan birisi olarak bilir. Ancak o aynı zamanda bir fikir adamı ve düşünürdür.
5- Hennad b. es-Serrî: Zehebî’nin “Tezkirat-ül Huffaz” kitabında ona dair şu malumatlar bulunur: “Hâfız, örnek, zâhid ve müttaki bir şahıstır. Muhaddistir.” En-Nişaburî de onu şöyle anlatıyor: “Hennad çok ağlıyordu, çok da Kur’an okuyordu. Asla evlenmedi ve buna teşebbüs de etmedi.”
6-. Et-Taberî: Müçtehid imamlardandır. Hüccet, müfessir, muhaddis, fakih, usulcü, lügat âlimi, nahivci, edib, şair, muhakkik, müellif ve muallimdir. Amul beldesinde doğdu. 7 yaşındayken Kur’anı hıfzetti. 9 yaşındayken hadis yazmaya başladı. 12 yaşına girdiğinde ilim yolculuklarına çıkmış, memleketinden ayrılmıştı. Bütün İslâm âlemini bu aşk ve şevkle dolaştı. Horasan, Irak, Şam ve Mısır beldelerini gördü. Sonra Bağdad’a yerleşti. Henüz genç yaştayken ilmî yönden imamet aldı.
Taberî Hi. 310 yılında bekâr olarak vefat etmiştir. Geride ne zevce ne de evlad ü iyal bıraktı. Sadece pahasız bir ilim ve kıymeti takdir edilemiyecek bir çok eser bıraktı. Yaşadığı asra öyle bir mühür vurdu ki, kıyamete kadar Taberî Asrı olarak kalacak, eserleriyle Allah indinde en yüce mevkiyi alacaktır.
7- El-Enbarî: Nahivci, müfessir, edib, ravi, hâfız-ul Kur’an sıfatlarıyla maruftur. Hi. 271’de doğmuş, 328’de vefat etmiştir. Bu büyük âlim, hayatı boyunca güzel yemekler yemekten hep kaçmıştır. İlminden alıkoyma endişesiyle kadınlara aslâ alâka duymamıştır. Hıfzetme yönü çok kuvvetliydi. Buna müvazi olarak da ilmi derindi. Kendinden sonra gelecek bir nesil ve zürriyet yerine, otuzdan fazla pek kıymetdar te’lifatı bırakmayı tercih etmiştir ki, bu eserleri toplam beşyüz bin yapraktan müteşekkildir.
8- Ebu Ali el-Farisî (Hi. 288-377): Fars beldesinden Fesa şehrinde dünyaya geldi. İlim tahsiline başladığı yıllarda Bağdad’a giderek orada yerleşti. Daha sonra oradan da ayrılarak, diyar diyar dolaşmaya başladı. Hi. 348’de Şiraz’a yerleşti. Gezip dolaştığı yerlerde hep soru yağmuruna ve imtihana tabi tutuldu. Bereketli bir ömür geçiren Ebu Ali, ilme ve ilim ehline hizmeti kendine şiar edindi. Ömrü boyunca evlenmedi. Zürriyet ve nesil olarak sadece kitablar, tasnifat ve bunlara dercettiği ilmi bıraktı. Yirmibeşe baliğ olan eserleri, kıyamete kadar en hayırlı bir evlad mesabesinde olacaktır.
9- Ebu Nasr es-Siczî: Hadis imamı olarak yaşadığı asırda dikkatleri çekmiştir. Haremeyn’e ve Mısır’a gitmiş, buralarda te’lifatta bulunmuştur. Bir çok talebe yetiştirmiştir. Ömrü boyunca evlenmeyip ilim tahsiline çalışan değerli âlimlerdendir.
10- Ebu Sa’d es-Semmanurrazî: Basra’lıdır. Zahid ve âlim sıfatlarını haizdir. Hi. 371’de doğmuş, 445’te vefat etmiştir. Müfessirdir. Doğudan batıya birçok ülkeyi gezmiştir. Bir çok âlim ve şeyhten ders almıştır. 74. yaşında hiç evlenmeyerek ömrünü tamamlamıştır.
ll- İbn-ül Mübarek b. Ahmed el-Bağdadî (Hi.462-538): Es-Sem’anî onun çok sağlam bir hâfız ve ravi olduğunu söyler.
12- Ebu-l Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî: “Harezm Beldesinin Fahri” lakabıyla da bilinir. Hi. 467 yılında doğmuş, 538’de vefat etmiştir. Horasan’a gelmiş, buradan Bağdad’a bir çok defa geçmiş, büyük ülemalarla görüşüp onlardan ilim almıştır. Lügat, nahiv ebediyat ilmini Harezm’de tahsil etmiştir. Kendine bir çok övücü lakablar takılmış, sözler söylenmiştir.
Evlilikten uzak duruşundaki mazeretini, babalarına isyan eden bazı çocukları görmesine bağlamıştır.
13- İbn-ül Hussab (Hi. 492-567): Zamanının nahivce en âlimi sayılan bu şahıs, ayrıca tefsir, hadis, şiir, Arab dili, mantık, felsefe, hesab ve hendese dallarında da hayli bilgi sahibiydi. Bütün bu dallarda çeşitli eserler vermiş ve bir çok talebe yetiştirmiştir.
14- Ebu-l Fettah Nasuhuddin el-Hanbelî (Hi. 501-573): Fıkha ağırlık vermiş, bu dalda bir hayli ilerlemiştir. Neticede bir çok fakihe ders verir hale gelmiştir. Usulen ve füruen, mezheben ve hilafen bu dalda çalışmıştır. Fıkıh ilmini elde edebilmek gayesiyle bir çok beldeyi dolaşmış, bir çok âlime yol göstermiştir. Yetmiş sene boyunca fetva vererek, talebe yetiştirerek zamanını geçirmiş, evlenmeye fırsat bulamamıştır.
15- Cemalüddin Ebu-l Hasan Ali b. Yusuf Eş-Şeybanî (Hi. 568-646): Mısır’ın yüksek kısımlarında bulunan Kıtf bölgesinde doğdu. Kahire’de gelişip büyüdükten sonra, ilim tahsilini Haleb’de yaptı. Fen ilimlerinde ihtisas sahibi oluşunun yanısıra nahiv, fıkıh, hadis, mantık, matematik, astronomi, hendese ve tarih ilimlerini de öğrendi. Bir çok eserleri bulunan ve nice talebeler yetiştiren bu zat, hayatı boyu asla evlenmemiş, kendini sadece ilme vermiştir.
16- İmam-ı Nevevî (Hi. 631-676): Küçük yaşlardan itibaren parlak zekasıyla dikkatleri üzerine çekti. Dörtbuçuk ayda Et-Tenbih kitabını ezberledi. El-Mühezzeb’in dörtte birini, senenin kalanı zarfında ezberledi. Zamanını ders talimi, kitab yazımı, ilim neşri, ibadet, evrad, oruç, zikir ve maişet darlığına sabretmekle geçirmiştir.
17- İbn-i Teymiye (Hi. 661-728): Harran’da doğmuş, sonradan Şam’a yerleşmiştir. Küçük yaşta kendini ilme vermişti. Bekâr yaşamıştır. İbn-i Teymiye maddesine bakınız.
18- Eş-Şeyh Beşir el-Gazzî: Fakîh, nahivci, müfessir ve edibdir. Hi. 1274 senesinde Haleb’de doğmuştur. 1339 yılında da vefat etmiştir. Talebesi allame ve muhaddis olan Muhammed Ragıb et-Tab onun hakkında şöyle demiştir: “Allame, bilgin ve kadıyy-ül kudat bir şahıstır. Bu yüzden ona Haleb tarihindeki altın nehir ismi verilmiştir.
19- Abdüssalih Ebu-l Vefa el- Efganî: Hi. 1310’da doğdu, 1395’te vefat etti. Usul-ü Fıkıh âlimi ve muhaddistir. Babasının terbiyesinde ve onun ilminden faydalanarak büyüdü. Henüz küçük yaşlardayken Hindistan’a ilim tahsiline gitti. 1330 yılında Haydarabad’a geldi. Burada Nizamiye Medresesine girdi ve hadis, tefsir, fıkıh ve kıraat ilimlerinde medrese şeyhlerinden icazet aldı. Daha sonra burada müderrislik vazifesine başladı.
20- Kerime b. Ahmed b. Muhammed b. Hatem el-Mervezî: Kadın âlime ve hadisçidir. Merv’de dünyaya geldi ve Mekke’de vefat etti. Âlime ve saliha bir kadındı. Bir çok âlimden ders aldı. Hayatı boyunca asla evlenmedi. Yüz seneye yaklaşan ömrü müddetince kendini ilme adayıp, dünyevi zevk peşinde koşmayışı ve asla teveccüh göstermeyişi, takdire şayan bir haldir.» (Ülema-i Uzzab, Abdülfettah Ebu-l Gudda, 1983 Haleb)
417/2- Dinî şahsiyetlerden böyle mücerred yaşamış çok büyük ve meşhur zatlar olduğu gibi, beşer nev’inin muhtelif tabakalarından bekâr yaşamış daha pek çok kimse vardır. Meselâ: Meşhur feylesof Farabî (Mi. 870-950), meşhur seyyah Evliya Çelebi (doğumu Mi. 1611), ilim zühd şiir ve iffetli yaşayısı ile meşhur Mihrî Hatun (vefatı Mi. 1506), divan şairleri arasında meşhur, Mevlevîlik yolunda manen terakki etmiş ve iffetçe de üstün Hatice Nakıye Hanım (Mi. 1845-1898), İstanbul’un fethinden sonra meşhur deniz fatihi ve mücahidlerinden Oruç Reis (Barbaros’un ağabeyi), Mısır’da meşhur mücahidlerden tefsir ve çeşitli İslâmî eserler sahibi Prof. Seyyid Kutub (vefatı 1966), Osmanlı Devletinin 1909 sıralarında maarif nazırlığı makamına kadar yükselen meşhur fikir ve devlet adamı Emrullah Efendi (Mi. 1858-1914), “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” eserinin müellifi ve Medreset-ül Kuzat ve İrşad, Siyer-i Enbiya ve Tarih-i İslâm müdderisi Tahir-ül Mevlevî (Olgun) (Mi. 1877-1951)
Tahir-ül Mevlevî, cemiyetin bozukluğu sebebiyle bekârlığı öven bir Manzumesinde şöyle der:
«Evlenen bahre düşer, evlad olursa gark olur
Sen kenar-ı bahri tut, evlenme sultanlık budur.
Tut ki kazara evlendin, sabredip artık otur
Bir beladır başında, sus söylenme insanlık budur.»
Ayrıca İmam-ı Gazalî Hazretlerinin onbir sene kadar memleketini terkedip inzivaya çekilmesi gibi; pek çok dinî şahsiyetlerin, İlahî terbiye görmek için evlerini terkedip münzevi yaşamaları da bir nokta-i teemmüldür.
417/3- «Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeblerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:
Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektebde ders almağa meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.
Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünki o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyf bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat biçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslenmesine ve açık-saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsızlık ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azablara mukabil; izdivacda aldığı muvakkat bir keyf ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azab çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor... Cehennem azabı çektiriyor.
Hem peder hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemâl-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sâdıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir.
Mütebakisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K.L.252)
«Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor.Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbad olur.» (E.L.II.49)
418- Evlenmede icbar olamaz. Çünkü icbar, mes’uliyeti kaldırır. Evlendirilmeleri istenen erkek veya kız, ebeveyn olmak mes’uliyetine gireceklerinden dolayı; evlenip evlenmemekte kendi ihtiyar ve rızaları olması şarttır. Ebeveyn ve velileri onları evlenmeye zorlayamazlar. Zira böyle bir zorlama, mes’uliyet kaidesini ihlal eder.
Meşhur ve mu’teber Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu bu mevzuda geniş izahat verirken ezcümle şöyle der:
«Büluğ çağına eren bir erkek çocuğun hıyar-ı büluğu, ömrîdir. Binaenaleyh bâliğ veya nikaha muttali olduğu mecliste sükût edivermesiyle veya kalkıp gitmesiyle, bu hıyar hakkı sâkıt olmaz. Sarahaten veya delâleten rızası bulunmadıkça, ömrünün sonuna kadar devam eder. Sarahaten rıza: “Akd-i nikaha razıyım” gibi bir söz ile olur. Delâleten rıza da: “Zevcesine dühul etmek, zevcesini takbil etmek, zevcesinin mehr ve nafakasını vermek” gibi rızaya delâlet eden bir fiil ile tahakkuk eder.
Sagir ve sagire bâliğ olunca hıyar-ı büluğlarını “Nikahı feshettim” veya “Nikahı reddettim “ veya” “Vaki olan nikaha razı değilim” gibi adem-i rızaya delâlet eden bir söz ile istimal ederler. Bunlara “Şimdi bâliğ oldum” “Şimdi âdet görmeğe başladım” sözleri de ilave edilebilir.
Hıyar-ı büluğunu istimal eden tarafın talebi üzerine hâkim iki taraf müvacehesinde nikahı fesheder. Şayet birbirine tezviç edilmiş olan iki çocuktan biri daha evvel bâliğ olup hıyar-ı büluğunu istimal edecek olsa, hâkim diğerinin velisi huzurunda veya mansub vasisi müvacehesinde aralarını tefrik eder.» (H.İ. ci:2 sh:52)
Yukarıda nakledilen, evlenmede icbarda bulunmamak hakkındaki fıkhî hüküm esasen hadislere istinad etmektedir. Ezcümle: S.B.M. ci: ll hadis: 1806,1807, 1808 ve S.M. 16. Kitab-ün Nikah 9. Bab ve İbn-i Mace 9. Kitab-ün Nikah ll. ve 12. Bablar mezkûr hükmü beyan eder.
419- Evlad ü iyal sahibi olmanın getireceği bazı mes’uliyetler ve manevi zararlar ile alakalı ve ikaz edici âyetlerden birkaç not:
-İnsanlar için evlad-ü iyal, mal ve servet gibi nefsin isteklerine meyil ve muhabbet, geçici dünya metaıdır. Halbuki asıl meyil ve gaye, âhiret olmalıdır: (3:14,15)
-Mal ve evladın, bazı şartlarda, bir fitne olduğu: (8:28)
-Âhirette ne mal ve ne de evlad fayda veremez, ancak kalb-i selim (dünya malı ve evlad ü iyalin derd-i maişetiyle ve onların manevi mes’uliyetleriyle bozulmamış ve kemâlat kazanmış kalb) fayda verir: (26:88,89)
-İnsana kurbiyet-i İlahiyeyi kazandıran mal ve evlad değil, ancak hakiki iman ve a’mal-i salihadır: (34:37). Ve (18:46) (19:76) (28:80) âyetleri de aynı mânâ ile alâkalıdır.
-Mal ve evlad ü iyal, zikr-i İlahîden (marifetullahtan) alıkoymamalı.(Mal ve evlad ü iyal meşguliyeti) mani olması ile, âhirette hüsrana sebebdir: (63: 9)
-Aile ve evladdan bir kısmı (cihada, din yolunda çalışmağa mani olmak ve manevi mes’uliyetleri cihetinden getirecekleri zararlar itibariyle) düşmandır. (Bu gibi sebeblerden dolayı) onlardan kaçının ve çekinin: (64:14,15)
Ancak birkaç örnek için sure ve âyet numaralarını verdiğimiz bu ve emsali âyetler bilhassa asrımız itibariyle şayan-ı teemmül ve ibrettir. Ansiklopedinin hacmi itibariyle tafsilata girilmemiştir.
419/1- Yukarıdaki nakillerden netice olarak anlıyoruz ki, dünyada iffet ve huzura, âhirette de ebedî saadete medar olması gereken aile hayatının teşkilinde hissî ve ölçüsüz hareket etmek, (bilhassa asrımızın cemiyet şartları içinde) maddi ve manevi sıkıntı ve mes’uliyetlere sebebiyet verebilir. Esasen evlilik meşru olup teşvik edilmesi gerekirken, yukarıda görülen ciddi ikazların yapılması, -daha çok- bozuk cemiyetler içindir. Şu halde aile yuvasını kurmak isteyen kimse refika-i hayatını seçerken asgari şart olarak; mimsiz medeniyetin aşıladığı modalarına hevesli ve bağlı olmamak, ciddi mütedeyyin olmak, gayr-ı İslâmî âdetleri kalben ve fikren istiskal etmek, fiilen de onlardan uzak durmak ve dindar zevcine itaatkârlık gibi seciyelere sahib olup olmadığına dikkat etmelidir.
Mezkûr asgari şartların fıtrî ve hissî seviyede tahakkuku için, kadının geçmiş hayatında yani evlilik öncesinde İslâmî hayatı yaşıyarak vicdaniyat şeklinde (Bak: Vicdaniyat) melekeleşmiş bir dindarlık derecesini kazanmış olması gerektir. Zira Kur’an (4:3) âyetinde geçen ««_0 kelimesinin maziyi ifade ettiğine dikkat etmek gerektiği gibi, ekseriyetle zevi-l ukûl için kullanılan ²w«8 mevsûlüne bedel ma-i mevsûlenin gelmesi; kadının sîret, seciye, şefkat gibi tayyibiyetine yani güzel hasletlerine işaret olduğunu da ehemmiyetle teemmül etmek gerektir.
419/2- Bilhassa asrımızda olduğu gibi sefih cemiyetlerde görülen açık-saçık kadın ve kızların erkeklerle ihtilatlarıyla hayasızlık artar, zina çoğalır. Böyle zamanlarda evlenen kimse daha dikkatli olmalıdır. Kur’an (5:5) âyetinde “zina yapmıyan ve gizli dostlar edinmeyen kadınla evlenmek”, yani aksi sıfata sahib olanla evlenmemek emrediliyor. Bu gibi âyetlerin asrımıza bakan dersi, calib-i dikkattir. Hassaten (gizli dostlar edinme) hususu, intişar eden bir felaket gibi görünüp, ehl-i namusu daha çok ihtiyata sevkediyor. Kur’an (24:26) âyetinde de, ekser âlimlerin verdiği mana ile: Habis kadınlar habis erkeklere, habis erkekler habis kadınlaradır, diyerek müslüman ehl-i namusu aynı mevzuda ikaz eder.
Bir atıf notu:
-Bozuk cemiyetlerde evlad ü iyal mes’uliyetleri, bak: 162, 163, 168, 177, 181, 183.p.lar.
420- qqBEKTAŞ-I VELİ |7— ¬Š_BU" :
Asıl adı Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Hicri 680 senesinde Horasan’ın Nişabur şehrinde tevellüd, 773’de Anadolu’da Kırşehir’de vefat etti. Hacı Bektaş denilen yerdedir. Şeyh Lokman-ı Horasanî’nin halifesi idi. Bu da Şeyh Ahmed-i Yesevî’nin halifesi idi. Bu da Yusuf-u Hemedanî’nin halifesi idi. Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri, Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri askeri kurulurken dua etti. Bundan feyz alanlara “Bektaşi” denildi. Bu temiz, iyi bektaşiler zamanla azaldı. 1300’den sonra hiç kalmadı. Bu mübarek ismi bir kısım sapıklar kendilerine perde yapıp, İslâmiyet’e aykırı fikir ve hareketlerini yaymak istemişlerse de pek muvaffak olamamışlardır. Günümüzde Bektaşi tarikatı, asliyetini kaybedip, doğru yoldan ayrılmış durumdadır.
qqBELA šŸ" : (Bak: Musibet, Sadaka)
421- qqBELAGAT }3Ÿ" : Hitab ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme sanatı. Mukteza-yı hale mutabık söz söylemek. *Belâgat, hem düzgün hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adıdır. Ve maâni, beyan, bedi’ diye üç kısma ayrılır. (Edebiyat Lügatından) (Bak: Beyan, Edebiyat, Muallekat-ı Seb’a)
422- «Muhakkaktır ki: Tenzil’in hassa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise: Belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise: Hasais ve mezaya, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle temaşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalib-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülat-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efham ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’anın hakkını bahs ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an-ı te’vil etmesinler. Zira her hakikattan daha zâhir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki; Kur’an’ın mânâları hak oldukları gibi tarz-ı ifade ve suret-i mânâsı dahi belîgane ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın ifa-i hakkında mutaffifinden oluyor.» (Mu.63)
«Kur’anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta’mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belagat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.» (İ.İ.47) (Bak: 2112.p.)
423- «Meselâ: (2:5) «–YE¬V²SW²7~ v; «t¬¶[³«7—~ da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki: Bir kısım muhatabın maksadı, ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı, yalnız Cennet’i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım, rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hâkeza... Bunun gibi pek çok yerlerde Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte «–YE¬V²SW²7~ der. Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der:
“Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem’den felah bulursun. Ey sâlih!.. Sen Cennet’e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nâil olursun. Ey âşık!.. Sen rü’yete mazhar olursun.” ve hâkeza..» (S.394) (Kur’anın muhatablara göre hitabı, bak: 2119.p.)
424- «Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin kayıtların, hey’etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.
Meselâ: (21:46) «t¬±"«‡ ¬~«g«2 ²w¬8 °}«E²S«9 ²vZ²BÅK«8 ²w¬¶[«7«— olan Âyet-i Kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir azab ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar. Ezcümle: Şek ve ihtimali ifade
eden ²–¬~ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve keza °}«E²S«9 sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır. Ve keza Åj«8 kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir. Ve keza teb’izi ifade eden ²w¬8 ve şiddeti gösteren “nekal” kelimesine bedel, hiffeti îma eden ¬~«g«2 kelimesi ve ¬±«‡ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:
h[¬L< ¬Ä_«W«D²7~ «t¬7«† |Å7¬~ Çu6«— °f¬&~«— «tX²K&«— |ÅB«- _«X#~«‡_«A¬2
Yâni: İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.» (İ.İ.35)
Bir atıf notu:
-Âhirzamanda belagat-ı Kur’aniyenin hâkimiyeti, bak: 1561.p.
425- qqBERAET }¶<~h" : Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftar olmama. Arî olma. *Huk: Bir davanın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.
Bu kelime aynı kökten farklı türeyişle: Yaratmak, uzaklaşmak, hıfz ve emanın kesilmesi, şifa vermek, temize çıkmak, kurtulmak gibi farklı mânâlarla Kur’anda muhtelif yerlerde geçer. (9:l) âyetinde geçen beraet kelimesini Müfessir Hamdi Efendi şöyle izah eder:
«}«=~h«" - ~«h²A«< - ~«h«" Bu maddenin asıl mânâsı, Müfredat ve Besair’de beyan olunduğuna göre: “Her hangi bir mekruhtan tafassî ve tebaud” demektir. Kadı Beyzavî, Sure-i Bakara’da ²vU= ¬‡_«" |«7¬~ ~Y"YB«4 (2:54) de der ki: Bu terkibin aslı, bir şeyin gayrisinden hâlis olması mânâsındadır ki, ya “hasta marazından, medyun deyninden berî oldu” dedikleri gibi tafassî (halas olmak) tarikiyle olur veya
¬w[¬±O7~ «w¬8 «•«…³~ yÁV7~ ~«h«" gibi inşa suretiyle olur. İlh..
Bu iki mânâ ile de kelime lisanımızda müsta’meldir. Meselâ, “Beraet-i zimmet asıldır” denildiği zaman, ibtidaen inşa suretiyle olan hulûs ve selâmet mânâsı kasdedilir. Cezada cürümden berâet de böyledir. Lâkin deynden berâet bu suretle olabildiği gibi, ibra veya istifa suretiyle de olur ki, bu da tafassî tarikıdır.
Hukukta böyle olduğu gibi bundan me’huz olarak kelimenin bir de hukuk-u siyasiyye ve harb nokta-i nazarından mukarrer ma’nası vardır ki, burada asıl maksud olan da odur. Nitekim Ebu Bekr-i Razi bunu izah ile Ahkâm-ı Kur’anda der ki: “Berâet, kat’-i muvâlat ve irtifa-i ismet ve zeval-i emandır”. Fahreddin-i Razi de tefsirinde der ki: “Berâetin ma’nası, inkıta’ı ismettir.
}=~h" ¶~h"~ –Ÿ4 w8 a¶
Dostları ilə paylaş: |