İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə28/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   169

564- «Hem meselâ, Kur’anın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve Kur’andan çı­kan bir çeşit hülasası olan Cevşen-ül Kebir namındaki müna­cat-ı Peygamberî’de (A.S.M.) yüz defa

¬‡_ÅX7~ «w¬8 _«X¬±D«9«— _«9¬h²%«~«— _«X²M¬±V«' ­–_«8«ž²~ ­–_«8«ž²~ «a²9«~ ެ~ «y«7¬~ «ž _«< «t«9_«E²A­,

cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlukatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insa­nın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihe­tiyle binler defa tekrar edilse yine azdır.» (Ş.246)

Bir atıf notu:

-Cevşen-ül Kebir’in sevabı hakkında vesveseli suale cevab, bak: 3367.p.

Cevşen-ül Kebir, matbu Mecmuat-ül Ahzab eserinin 3. cildin 231. sahi­fesinden alınarak, İstanbul Cağaloğlu semtinde bulunan Sözler Yayınevi ile Envar Neşriyat tarafından basılıp neşredilen Hizb-ül Hakaik-ı Nuriye isimli eserin içindedir.



565- qqCEZA š~i% : Karşılık. *Cürüm veya günah işleyenlere verilen azab. «Ceza, âtide mesuliyet, hiss-i mesuliyet, tatbik-i mesuliyet mânalarını da ta­zammun eder. Bunun için “yevmiddin”in lisanımızda bir ismi de “ruz-i ceza”dır. Lâkin şunu unutmamalıdır ki, aslında ceza kelimesi şimdi mütearef olduğu gibi yalnız ikab ve ukubet demek olmayıp, iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını, ecrini vermek mânasına masdardır ve isim olarak bu ecre dahi ıtlak olunur. Meselâ: “Cezakellahü hayran kesirâ” demek, Allah sana çok hayırlı ecirler, mükâfatlar versin demektir.» (E.T.82) (Bak: Adalet, Hadd, Kısas, Mes’uliyet, Musibet, Mürted, Zina)

Atıf notları:

-Cehennem’de azab, bak: 500-503.p.lar.

-Cezaya kesb-i istihkak, bak: 1900.p.

-Hata ve ceza, bak: 1079.p.da âyet notları.

-Had ve ceza, bak: 1103.p.da âyet notları.

-Masiyetin cezayı istilzam etmesi, bak: 2255/1.p.

-Cüz’î hataların küllî neticelerine göre cezası, bak: 3541.p.

-Mü’minlerin cezaları ekseriya dünyada verilir, bak: 722 ve 4073.p.lar.

-Kâfirin hikmet-i imhali, bak: Kur’an (42:21)

565/1-qqCEZALET }7~i% : Rekaketsiz ifade. *Güzellik. *Müdebbirlik, akıllılık. *Azîm, büyük. *Edb: Kelimeler ince ve sert söylenişlerine göre; elfaz-ı cezle veya elfaz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfaz-ı cezle: Söylenişte tat­lılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifadesi et­meye uygun kelimeler olarak ayrılır. Celadet, sadme, gazanfer, çekâçek, dırahşan gibi... Bu çeşit kelimelerle söylenen ve yazılan ifadelerde cezalet var denir. (Edebiyat Sözlüğü)

Hakikat lisanında cezalet; hakikat-ı nefs-ül emriyeyi ihata eden ve ona hâkim olan zatın yüksek dirayetine dayanan sözlerindeki sıhhat, isabet, nü­fuz, emniyet ve itminankârlık vasfıdır. Bu mânada en yüksek cezalet, Kur’andadır. Zira Kur’an, kâi­nat hakikatlarını tam bir ihata ile görüp hük­meden Hâlik-ı Kâinat’ın kelâmıdır. (Bak: 2097.p.)



566- Evet «Kur’anın nazmında bir cezalet-i hârika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, “İşarat-ül İ’caz” baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatın saniye, dakika, saatı sayan ve birbirinin niza­mını tekmil eden ne ise, Kur’an-ı Hakîm’in herbir cümledeki, hey’atındaki, nazım ve kelimelerindeki nizam ve cüm­lelerin birbirine karşı münasebatın­daki intizamı öyle bir tarzda İşarat-ül İ’caz’da âhi­rine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezalet-i hâ­rikayı bu surette göre­bilir.» (S.370)

Hem «Kur’an başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın taba­kaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış ola­rak yalnız makam göster­dikleri gibi değildir. Öyle ise sözde “kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, ne makamda söylemiş” ise bak. Yalnız söze bakıp durma.



567- Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kuvveti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder. Meselâ:

(11:44) |¬Q¬V²5«~ ­š_«W«,_«<«— ¬¾ «š_«8 |¬Q«V²"~ ­Œ²‡«~ _«< yani “Yâ Arz! Vazifen bitti, su­yunu yut. Yâ Sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.” Meselâ: (41:11)

«w[¬Q¬=_«0 _«X²[«#«~ _«B«7_«5 _®;²h«6 ²—«~ _®2²Y«0 _«[¬B²=~ ¬Œ²‡«Ÿ¬7«—_«Z«7 «Ä_«T«4 yani “Yâ Arz, yâ Sema!

İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime ram olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.” dedi. Onlar da: Biz kemal-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceğiz.” İşte kuvvet ve iradeyi tazam­mun eden hakiki ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ul­viyetine bak. Sonra insanların ­}­8_«[¬T²7~_«Z­BÅ<«~ |¬8Y­5«— ­š_«W«,_«< |¬±T«L²9~«— ­Œ²‡«~_«< |¬X­U²,­~ gibi suret-i emirde cema­data hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi?

Evet temenniden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden fuzuliyane emirler nerede? Hakikat-ı âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-ı emri nerede?..

Evet emr-i nâfiz büyük bir âmirin muti ve büyük bir ordusuna “Arş” emri ne­rede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse; iki emir sureten bir iken, manen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.

Meselâ: (36:82) «–Y­U«[«4 ²w­6 ­y«7 «ÄY­T«< ²–«~ _®¶[[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ­˜­h²8«~ _«WÅ9¬~

(2:34) «•«…³ž¬ ~—­f­D²,~ ¬}«U¬¶[ÍV«W²V¬7 _«X²V­5 ²†¬~«— te iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin Gü­neş’e nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tas­viri ve hakiki bir sa­natkârın işlediği vakit sanatına dair verdiği beyanatı ve hakiki bir mün’imin ih­san başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.”» (S.430) gibi ifa­deler, cezalet-i Kur’aniyeye birer misaldir.



568- qqCİFR hS% : (Cefr) Harflere verilen sayı değeri ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih düşürmek veya isme dair işaretler çıkar­mak ilmidir. (Bak: Ebced)

569- qqCİHAD …_Z% : (Cehd. den) Din düşmanı ile muharebe. *İlim ve imanla, sözle, fiille Allah yolunda çalışmak. Erkân-ı imaniye ve esasat-ı diniyeyi muhafaza ve imanı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garra’nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah’ı i’lâ, küfr-ü mutlakın ve küffa­rın (Süfyan ve Deccal’ın) fitnelerini def’ ile hâkimiyet-i hakkı temin eylemek gayreti. Bu mücahede zamanımızda resmen vazifedar olmayan müslümanlar için, maddi olmaktan daha çok, manevi ve fikrîdir. (Bak: Cemaat, Cesaret, Emr-i Bilmaruf, Galibiyet, Hicret, Mücahede, Tebliğ)

İki atıf notu:

-İlm-i din tahsili ve cihad-ı manevi için bir cemaat-ı kalilenin bulunması, bak: 958/1.p.

-Tahsil-il ilim cihaddır, bak: 1567,1570.p.lar

569/1- Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır. Me­selâ:

²v­U­%~«—²ˆ«~«— ²v­U­9!«Y²'¬!«: ²v­6Η _«X²"«~«— ²v­6 Η_«"³~ «–_«6 ²–¬~ ²u­5

_«;«…_«K«6 «–²Y«L²F«# °?«‡_«D¬#«— _«;Y­W­B²4«h«B²5~ °Ä~«Y²8«~«— ²v­U­#«h[¬L«2«—

¬y¬V[¬A«, |¬4 ¯…_«Z¬%«— ¬y¬7Y­,«‡«— ¬yÁV7~ «w¬8 ²v­U²[«7¬~ Å`«&­~ _«Z«9²Y«/²h«# ­w¬6_«K«8«—

(9:24) «w[¬T¬,_«S²7~ «•²Y«T²7~ >¬f²Z«< «ž ­yÁV7~«— ¬˜¬h²8«_¬" ­yÁV7~ «|¬#²_«< |ÅB«& ~Y­MÅ"«h«B«4

âyetinin ders ve ibret makamında olmak üzere çok kısa bir meali şöyledir:

“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve ka­bileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulün­den ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri (lâyık ol­duğunuz cezası ve felaketi) ge­linceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar gü­ruhunu hidayete erdirmez.”

Dinde emir ve tavsiye edilen a’mal ve vazifelerin tamamını bilfiil ve ekmel tarzda yapılamazsa da iktidar dairesinde yapmak gayreti ile beraber o ekmel dere­ceye binniyet ve bil’iltizam müteveccih olmalı: (Bak: 453.p.)



570- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

¬˜¬…_«Z¬% Ås«& ¬yÁV7~ |¬4 ~—­f¬;_«%«— (22:78) “Allah uğrunda hakkıyla cihad edi­niz.” Cihad: Düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki, üç kısımdır: Birisi, zâhir düşman ile mücahede; birisi, şeytan ile mücahede; birisi de nefs ile mücahededir. Bazıları burada cihaddan murad evvelkidir demiş, bazıları da heva ve nefs ile mücahededir demiş. Fakat evla olan, üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır. Ve bu şümul, hakikat ile mecazın cem’i kabilinden değil, mücahede mefhumunun bizzat şümulündendir. Şübhe yok ki mücahede, mukateleden eammdır. Nitekim rivayet olunur ki, Hazret-i Hasan bu âyeti okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder ve halbuki bir kılıç vurmamış bulunur.» (E.T.3423) (Bak: Müsbet Hareket)

İ.M. 36. Kitab-ül Fiten bab: l, kelime-i tevhid diyen kimseye dokunulmıyacağı hakkındadır.

571- Cihad âyetlerinden biri de şöyledir:

«(9:73) «w[¬T¬4_«X­W²7~«— «‡_ÅS­U²7~ ¬f¬;_«% Ç|¬AÅX7~ _«ZÇ<«~_«< “Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. ²v¬Z²[«V«2 ²o­V²3~«— ve onlara karşı kalın ol, yumuşak davranma.” Bundan anla­şılıyor ki, cihad yalnız seyf ü kıtalden eammdır. Zira münafıklara gizli kâfir ol­dukları haysiyyetle açık kâfirler gibi harb ü kıtal ile cihad melhuz değildir. Münafık­lara karşı cihad, izhar-ı hüccet ve ikame-i hudud ile müfesserdir. Filvaki’ cihad; seyf, lisan vesair herhangi bir vasıta ve suret ile olursa olsun bezl-i cühd ederek çalışıp uğraş­mak, mücahede eylemek de­mektir ki, kıtal bunun bir nev-i mahsusudur.» (E.T.2591)

İslâm âlimleri, harb hukuku ile alâkalı olarak, (29:46) âyetinden, kendile­rine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale etmek; (4:90) âye­tinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokun­mamak gerektiğini anlamış­lardır.

İki atıf notu:

-Cihad, hürriyeti ikame etmek içindir, bak: 1421, 1423/2.p.lar.

-İncil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) cihada memur olacağını bildiren âyet, bak: 1661, 1664.p.lar.

-Mü’minler arasında muharebe, bak: 528.p.sonu

572- Peygamberimiz (A.S.M.) cihad hakkında:

« ²v­U¬B«X¬K²7«~«— ²v­U«K­S²9«~«— ²v­U¬7~«Y²8«_¬" «w[¬6¬h²L­W²7~ ~—­f¬;_«% Müşriklerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücahede edin, buyurmuşlardır.» (55)

«Düşmanla muharebe etmek, nass-ı hadisle kıyamete kadar devam edip gide­cektir. Resulullah (S.A.V.): ¬}«8_«[¬T²7~ ¬•²Y«< |«7¬~ ¯Œ_«8 ­…_«Z¬D²7«~ yani “Cihad kıyamete kadar devam edecektir.” buyurmuşlardır.» (56)

Kur’an (2:193) (8:39) gibi âyetlerde, fitne ehlinin ifsadat ve tecavüzatı durduru­lup asayiş ve emniyetin tam temin edilmesine kadar, cihadın lüzumu beyan edilir. (3:200), (61:4) âyetlerinde de cihad yolunda tam tesanüd etmek emredilir.



573- Diğer bir rivayette de:

¬h«T«A²7~ «_«9²†«~ ²v­#²g«'«~«— ¬}«X[¬Q²7_¬" ²v­B²Q«<_«A«# ~«†¬~

­yÁV7~ «nÅV«, «…_«Z¬D²7~ ²v­B²6«h«#«— ¬²‡Åi7_¬" ²v­B[¬/«‡«—

²v­U¬X<¬… |«7¬~ ~Y­Q¬%²h«# |ÅB«& °š²|«- ­y­2¬i²X«< «ž Ş­† ²v­U²[«V«2

İbn-i Ömer (radıyallahü anhüma)dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: “Resulullah (Sallallahü aleyhi Vesellem): Siz îne alış verişini yapar; sığırların kuy­ruklarına yapışır da ziraate razı olur ve cihadı terkederseniz Allah üzeri­nize bir me­zellet musallat eder de, tâ dininize dönünceye kadar onu kaldır­maz. derken işittim.”

574- Bey-i îne: Bir malı ma’lum bir fiat ve ma’lum bir müddetle satarak sonra o malın çoğu kendi zimmetinde kalsın diye müşteriden onu sattığın­dan daha ucuz fiatla satın almaktır.

“Sığırların kuyruklarına yapışırsınız” ta’biri, cihadı bırakıp da çiftçilikle meşgul olmaktan kinayedir. Aynı kinaye lisanımızda da kullanılır. “Sen kara öküzün kuyru­ğuna iyi sarıl” derler ve bununla çiftçiliği kastederler. “Ziraate razı olmak”, bütün düşünce ve kaygılarının bundan ibaret olmasından kina­yedir.» (57)

Bu rivayet, dünya menfaatlerine şiddetle sarılıp din için çalışmayı terk edenleri ve terk etmeyi zecr ü takbih eder.

Kur’an, (9:38 ilâ 42) ve emsali âyetlerinde, Fisebîlillah cihadı, dünya menfaatle­rine tercih etmek gerektiğini beyan eder.

Aile ve mal meşguliyetleri, cihad ve dinî hizmetlerden geri kalmaya ba­hane gösterilmemeli, yani din ile dünya işi teâruz edince, hizmet-i diniye ter­cih ve ta’cil edilmelidir. (Bak: Kur’an 48.11 âyeti)

Bir atıf notu:

-Din yolunda Allah için hicret eden cemaat-ı kalile, bak: 958/1.p.

575- Bütün ümmet için bilhassa İslâm ve Kur’an hizmetinde fedakârane ve sebatkârane çalışan mücahidler için, daima tazeliğini koruyan ve Kur’an (9:117, 118) âyetlerinde bahsi geçen Tebük Seferi’ndeki bir hâdisede çok çe­şitli ders ve ib­retler vardır. Ezcümle, maddi ve manevi cihadda bir tekâsül ve ihmal, bilhassa kendi şahsî hayatına temayül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmak ve böy­lece cihad ruhuna ve fedakârane sebata fütur getirmek ve kuvve-i maneviyeyi kır­maya sebeb teşkil etmek, büyük mes’uliyetleri mûcibdir. Cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketle­rin cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından tak­bih edilmesi, böyle temayül ve hissiyatların inkişafına meydan verilmemesi, bir nevi tenkil mâna­sında, bu hâdise bir levha-i ibrettir.

İşte bu hakikatı bize ders veren uzun bir hadis, Buhari’de yer almakta ve hâdi­seyi Kâ’b bin Malik (R.A.) şöyle anlatmaktadır:



576- «Resulullah ile müslümanlar gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de on­larla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: “Hazır­lanmağa kudre­tim, vaktim müsaittir” derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Ve neticede, sefere hazırlanamadım ve geri kaldım.

Resulullah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk ara­sında do­laştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk ara­sında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; an­cak ya nasiyesine ni­fak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da ma’lul olup da Allah Teâla’nın mazur gördüğü bir mü’min görürdüm.

Sonra Resulullah bir sabah seferden dönüp Medine’ye teşrif buyurdu. Resulullah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekat namaz kılmak, sonra halkın “Hoş geldiniz!” temennilerini kabul etmek için otur­mak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca, Tebük Seferi’ne gitmeyip arda kalanlar Resulullah’a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te’yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen ka­dar er kişiydiler.

Resulullah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için is­tiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Teâla’ya ha­vale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulullah’a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana “Gel” dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana “Seni nasıl bir mani geri bıraktı? Sen Akabe’de arkana biat almış değil mi idin?” buyurdu. Ben de şöyle cevap ver­dim: “Evet vallahi ya Resulallah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi be­nim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç öz­rüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuv­vetli ve daha sühu­letli değildim.” Bu mazuratım üzerine Resulullah (A.S.M.): “Ha­kikaten bu, doğru söyledi Ey Kâ’b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle” buyurdu..



577- Resulullah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçü­müzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı. Bu hakidan benim bildiğim toprak de­ğildi. Bu hal üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde otu­rup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben onların daha genci ve daha salabetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. ve so­kaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulullah’ın meclisine varır ve ken­dine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulullah selâmıma mukabele ederek du­daklarını oy­nattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulullah’ın yakı­nında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi.

Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hal uzayınca bir gün git­tim, tâ Ebu Katade’nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katade, amcam oğlu ve halk ara­sında beni en çok seven bir zat idi. Vardım ona selâm verdim. Vallahi selâmımı al­madı. Ben: “Ey Ebu Katade! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah’ı ve Resulullah’ı sevdiğimi bilir misin? dedim. Sustu, cevab vermedi. Tekrar and ver­dim. Allah aşkına sordum. Yine sükût etti. Üçüncü bir daha Allah adına and ver­dim. Bu defa: “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.



578- Kâ’b bin Malik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çar­şısında gidiyordum. Medine’ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebetî bir fellah, bir ekinci: “Kâ’b bin Malik’i bulmağa bana kim delâlet eder?” diye soruyordu.

Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebetî kişi bana geldi. Ve Gassan Melikinden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba’dü)den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: “Haber aldığıma göre, sahibin (Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bu­lunuruz.”

Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu say­fayı ocağa attım, ocakta yaktım.

Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulullah’ın gönderdiği bir zat (Huzeyme bin Sabit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: “Resulullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!” dedi. Ben de: “Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” dedim. O da: “Hayır, boşama, yalnız on­dan ayrı bulun, kadınına yaklaşma.” dedi.

Resulullah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ve Hilal’e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, “Haydi ehline (baban ailesi ya­nına) git, Al­lah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun!” dedim.

579- Bundan sonra on gün daha durdum. Ta ki Resulullah’ın bizimle halkı gö­rüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci gü­nün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bu­lunuyordum. Öyle bir halde bulunuyordum ki, Allah Teâla’nın (Tevbe Suresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili Dağı üze­rine en yüksek sesiyle: “Ey Kâ’b bin Malik, müjde!” diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye ka­pandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulullah sabah nama­zını kıldığı zaman Allah’ın, bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilan etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur.

Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabi­lesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili Dağı’nın üstüne çık­mıştı. Bunun sesi attan sür’atli idi.

Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbi­semi he­men çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. Ebu Katade’den iğreti iki kat elbise alıp giydim. He­men Resulullah’a (A.S.M.) koştum.

Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraetimi) tebrik ediyorlar ve: Allah’ın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.



580- Kâ’b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulullah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hemen Talha bin Ubeydullah kalktı, ko­şarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talha’dan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha’nın bu lütfunu unutmam.

Kâ’b der ki: Vaktaki Resulullah’a (A.S.M.) selâm verdim. Mübarek yüzü meser­retten şimşek çakar gibi şakır bir halde bana: “Bir günün hayır ve saa­deti ile müjde sana ey Kâ’b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!” bu­yurdu. Ben: “Ya Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?” dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! bu­yurdu. Esasen Resul-i Ekrem, taraf-ı İlahîden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parladı, hatta o bir ay par­çasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini, onun bu sevimli sima­sından anlardık.

Vaktaki Resulullah’ın huzurunda oturdum. “Ya Resulallah! Allah ve Resulullah’ın rızası için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve ma­lımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır” dedim. Resulullah (A.S.M.): “Hayır, malının bir kısmını ken­dine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Ben de “Şu Hayber’deki hissemi alıkorum” dedim.» (S.B.M. Hadis no:1659)

Bir atıf notu:

-Hizmet ehlinde sebatkârlığın lüzumu, bak: 3940/10.p.

581- Cihad, şehadetle velayet kazandırır. (Bak: Şehid)

Evet «şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekat gibi, cihadda da ni­yetin tasarrufu azdır. Hatta adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır.» (H.Ş.143)

Din düşmanlarıyla cihad yolundaki musibetlerin, imtihan sırrına bakan derin hikmetleri vardır. Ezcümle bu gelen âyet mezkûr hakikatı pek açık ifade eder. Şöyle ki:

«(47:4) ²v­Z²X¬8 «h«M«B²9«ž ­yÁV7~ «š_«L«< ²Y«7«— Eğer Allah dileyecek olsaydı onlar­dan yani o küfredip Allah yolundan sapan veya men’eden kâfirlerden öcünü, intikamını alı­verirdi. Herhangi bir helâk sebebiyle helâk ediverirdi. Meselâ yere geçiriverirdi, vol­kan yapar, gark eder ilh...

¯m²Q«A¬" ²v­U«N²Q«" «Y­V²A«[¬7 ²w¬U«7«— Velakin bazınızı bazınızla mübtela kılmak, imti­han etmek için öyle harb ü darb emrini veriyor. Yani mu’cize ile cebren yapmak için değil, şer’u kanun ile emren yapmak ve insanları birbiriyle def’edip Allah yo­lunda mücahede edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor.» (E.T.4378) (İm­tihan maddesinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.) (29:6) âyeti de mezkûr mâna ile alâkalı­dır.

582- Din yolunda çeşitli meşakkalerle imtihan olmak olan İlahî hikmetin hükmü her zaman caridir. Ezcümle: Bediüzzaman Hazretleri talebeleriyle hapisha­nelerde çektikleri musibetleri, mezkûr hikmetle tefsir ederken şöyle diyor:

«Birden bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve ince­den inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desise­leri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. Çünki böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve baha­neci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiç bir hile, hiç bir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikattan geliyor. Eğer perde altında kal­saydı, çok mânalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi. “Belki bizi kandırırlar” der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapı­yorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid ves­veseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah.» (Ş.522) Demek, dinî hizmetlerde ihlas esastır.

Kur’an (4:95,96) âyetleri, mücahidlerin diğer mü’minlerden fazilet ve de­rece farklılığını ve (9:87, 93) âyetleri de, aileleriyle beraber kalmayı tercihen cihadı terk edenlerin hallerini beyan eder.

(9:46,47) âyetleri de cihad yolunda keyfiyet ehlini tercih etmeye işaret eder. (4: 104) âyeti ise, cenneti uman mü’minin kâfirden daha gayretli olma­sını ister. Allah, mü’minlerin canlarıyla mallarıyla cihad etmelerini ister. Kur’an (3:186) (4:95) (8:72) (9:20, 41,88) (49:15) (61:11) âyetleri örnek veri­lebilir. Ve yine Kur’an (2:207) âye­tinde rıza-yı İlahî için nefsini (kendini, ha­yatını) Allah’a satmak (feda etmek) dersi verilir. (9:111) âyeti de bununla alâ­kalıdır. Kur’an (8:60) âyetinde, cihadın teknik imkânları­nın hazırlanması ve caydırıcı kuvvet ortaya konması tavsiye edilir.



583- İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, manevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uliyet ihtimali de yoktur.

Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir ma­kam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mü­cadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir. (Bak: 1339, 3579 ilâ 3582.p.lar)

O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanı­yor. (Bak: İttihad-ı İslâm)

584- Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan, böyle menfi hâdise­lerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.

İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadisiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tecziye edebi­lirler ve etmelidirler. (Bak: Müsbet Hareket)

Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şart­ları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tat­bikatlarını gös­termek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle teşri’ olunur.

Ahkâmda rey sahibi olmayan müslüman, âyet ve hadislerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadislerden seviyeye göre ib­ret derstleri alabilirler.

Binaenaleyh gerek aşağıda derc edilen hadisler ve gerek bu ansiklopedi­nin diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadisler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulma­mıştır. Belki ibret, ikaz ve teşvik gibi hikmetler içindir.

585- Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden bir kaç hadis ve meal­leri:

_«Z[¬4 ­v¬¬=_«T²7~«— ¬v¬=_«T²7~ «w¬8 °h²[«' _«Z[¬4 ­f¬¶<_«T²7~ °w«B¬4 ­–Y­U«B«,

²w«8 |¬2_ÅK7~ «w¬8 °h²[«' _«Z[¬4 |¬-_«W²7~«— |¬-_«W²7~ «w¬8 °h²[«'

¬y¬" ²g¬Q«[²7_«4 ~®†_«Q«8 ²—«~ ®_«D²V«8 _«Z[¬4 «f«%«— ²w«W«4 ­y­4¬h²L«B²K«# _«Z«7 «¿Åh«L«#

«Ebu Hüreyre (R.A.)’den: Peygamber (A.S.M.) buyurdu: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fit­neye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim on­dan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!

|¬B²[«" |«V«2 «u«'«… ²–«~ «a²<«~«‡­~ ¬yÁV7~ «ÄY­,«‡ _«<

¬u¬¬=_«T²7~ «•«…³~ |¬X²"¬_«6 ²w­6 «Ä_«5 |¬X«V­B²T«[«7 ­˜«f«< «n«K«"«—

Ú «t«V­B²5¶ž¬ «t²[«7¬~«>¬f«< ¯n¬,_«A¬"_«9«~_«8|¬X«V­B²T«B¬7 «¾«f«< Å|«7¬~ «a²O«K«" ²w¬¶[«7 Û

Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öl­dürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?

Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öl­dürmek için elimi sana uzatmam” (Bak: Kur’an 5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi ol! buyurdu.

²—«~ _«Z[¬4 ~Y­Q¬±O«5«— ²v­U«[¬±K«5 _«Z[¬4 ~—­h¬±K«6 : ¬}«X²B¬S²7~|¬4 «Ä_«5 ­yÅ9¬~

«•«…³~ ¬w²"¬_«6 ~Y­9Y­6«— ²v­U¬#Y­[­" «¿~«Y²%«~ _«Z[¬4 ~Y­8«i²7«~«— ²v­6«‡_«#

Ebu Musa (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında şöyle bu­yurdu: Ok­larınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!

ÇÄ«g«< «r²[«6«— ~Y­7_«5 Ö ­y«K²S«9 ÅÄ­g«< ²–«~ ¬w¬8 ÌY­W²V¬7 |¬R«A²X«< «ž

­s[¬O«< «ž _«W¬7 ¬š«Ÿ«A²7~ «w¬8 ­ŒÅh«Q«B«< «Ä_«5 Ó ­y«K²S«9

Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini zelil yapması lâyık değildir, bu­yurdu. “Mü’min kendisini nasıl zelil yapar?” diye sordular. “Gücü yet­meyen işlere girişir” diye cevab verdi.» (58)

Bu hadiste, dâhilde menfi mücadelelere girip mütecaviz münafıkların hücu­muna sebebiyet verilmemesine de bir işaret vardır. İ.M. 36. Kitab-ül fiten 13. babı, fitne zamanında uzlet ve inziva hakkındadır.

586- qqCİHAD-I EKBER hA6¶~ …_Z% : Büyük cihad. Nefsin kötü istekle­rini iş­lememek için gösterilen gayret.

«Nefsiyle mücadele en büyük bir cihaddır. Binaenaleyh en mühim İlahî bir va­zifedir. Nefsini İslâmiyet’in verdiği bir terbiye dairesinde korumayan kimse, ne kendisine ne yurduna hakkıyla hizmet edebilir. Yüksek fedakârlık­lar, yüksek bir İs­lâm terbiyesi sayesinde vücuda gelir.» (B.İ.İ. 443, p.10)

Hem «herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.» (H.Ş.85)

587- Nefsi devam üzere ibadet ve taatlere hasrederek, onu heva ve he­veslerine tabi olmaktan men’etmek, cihaddan da güçtür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Peygamber (A.S.M.):

¬h«A²6«ž²~ ¬…_«Z¬% |«7¬~ ¬h«R².«ž²~ ¬…_«Z¬D²7~ «w¬8 _«X²Q«%«‡

“Küçük cihaddan büyük cihada döndük” buyurmuşlardır.”. (59)

Diğer bir rivayette de: ¬yÁV7~ |¬4 ­y«K²S«9 «f«;_«% ²w«8 ­f¬;_«D­W²7«~ “Asıl mücahid, Allah rızası için kendi nefsi ile mücahedede bulunan kimsedir.” (60)



588- Cihad-ı ekbere ehemmiyet verilmesinde derin hikmetler vardır. Zira cihad-ı ekber, din terbiyesiyle nefsi ıslah ve terbiye etmektir. Nefsi terbiye olmamış, enaniyeti kavi ve hayatı fıskla mülevves şahıslardan, ihlaslı ve isti­kametli hizmet-i diniye de beklenemez. İslâm cemiyetlerinde görülen bir kı­sım ihtilal ve mağlubiyet­lerin sebebi, gereği gibi kâmil ve fâzıl insan olama­maktır. Demek fertlerin kâmil in­san olmalarını sağlayan cihad-ı ekber, İslâm cemiyetinin temelidir.

Diğer bir cihette de cihad-ı ekber; nefs-i emmareyi, enaniyeti, insî ve cinnî şey­tanların ve hassaten münafıkların ifsad plânlarını mağlub ederek kalbin zaferini ka­zanmak olduğundan, galibiyeti zor olan bir cihaddır. Bu sebeble de bu cihada, cihad-ı ekber denilmiştir.

Cihad-ı ekberde muvaffakıyet için kişi, iradesini inad seviyesinde kul­lanmalıdır. Esasen cihad, cehd ü gayreti tam manasıyla kullanmak demektir. (Bak: Günah)

qqCİLBAB _AV% : Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: 3784, 3785.p.lar ve Çarşaf)

589-qqCİNN ±w% : (Cânn) Lügatta bir şeyi hislerden setretmek, gizlemek mâna­sına gelir. Cin, bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sahibi olup pek çok şer ve isyan yapabildikleri gibi, Pey­gamberlerin ve semavî kitabların irşadlarıyla terakki edip yüksek kemalatlara çıkabi­lirler. İnsanlar kadar terakkiye ve mükellefi­yete müstaid olmadıklarından, dinin bir kısım emirlerini yapmakla ve bazı yasaklarından kaçınmakla mükelleftirler. Kıyamet ve haşirden sonra, cinler­den de dünya imtihanını kazananlar Cennet’e, kaybedenler Cehennem’e gi­recektir. Kur’andaki 72. sure, Cin Suresi’dir. (Bak: İfrit, Medyum, Sihir, Şeytan)

Cinlerin varlığını evvela Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Ayrıca Pey­gamberi­miz Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) gelen sahih rivayetleri ve ashabının cinleri görme­leri ve görüşmeleri hâdisleri de vardır. Bunlar latif mahlukat ol­dukları için gaybî ha­berler getirmekte kullanılabilirler. Ancak Hazret-i Pey­gamber’den (A.S.M.) sonra, cinlerin semavi haber hırsızlamaları, Cenab-ı Hak tarafından men’edilmiştir. (Bak: 1014.p.)



590- «Cinden de şeytanlar vardır. İnsten de şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan, mü’mini aldatmaktan âciz kalınca mütemerrid bir insana, yani insî bir şey­tana gider ve mü’mini aldatmağa teşvik eder. Böyle insanlardan şeytanlar bulundu­ğuna bir delil şudur ki: Hz. Peygamber (A.S.M.) Ebu Zerr’e (R.A.) “Cin ve ins şey­tanlarından taavvuz ettin mi?” buyurmuştur.

Ebu Zerr: “İnsin de şeytanları var mıdır?” dedim.

“Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerdir.” buyurdu diye rivayet etmiş­tir.

Firuz Abadî, Besair’inde bunu şöyle telhis ederek demiştir ki:

Cinn hakkında iki türlü kavil vardır. Birincisi, cin mutlaka havassın mecmuun­dan müstetir olan ruhaniyyuna ıtlak olunur ki, ins mukabilidir. Bu surette melâike ve şeyatîn, cinde dâhil olur. Binaenaleyh melâike ile cin bey­ninde umum ve husus-i mutlak vardır. Her melâike cindir, her cin melâike değildir.

İkincisi: Cin, ruhaniyyunun bir kısmına ıtlak olunur. Zira ruhaniyyun üç kısım­dır: l- Ahyârdır ki, melâikedir. 2- Eşrardır ki, şeyatîndir. 3- Ahyarı da eşrarı da müştemil olan evsattır ki, mâna-i hâssıyla cin taifesidir... ilh.» (E.T.2029)



591- Bir âyette şöyle buyurulur: «(15: 27) Å–_«D²7~«— Cânnı da, cinn cinsini teşkil eden gizli mahluku da ¬•Y­WÅK7~ ¬‡_«9 ²w¬8 ­u²A«5 ²w¬8 ­˜_«X²T«V«' ondan (insan­dan) evvel nar-ı semumdan, yani şiddetli sam ateşinden halketmiştik.

Semum: Lügatta ateş alevi gibi esen sıcak rüzgâra ıtlak edilir ki, sam yeli tabir olunur. Ve harur dahi denilir. İbn-i Cerir’in beyanına göre bazı ehl-i Arabiye, haruru gündüz esene tahsis etmiştir. Bir hadis-i şerifte semumun bir Cehennem yı­lanı “lefh-i Cehennem” olduğu haber verilmiştir.

Sâmm, semm maddesinden fâil, semum da onun mübalagası feûl sigasıdır. Semm zehir, bir de “semm-ül hıyat” gibi “ince delik” mânasına ge­lir. Nitekim be­dendeki terin çıktığı ve havanın nüfuz ettiği gizli deliklere “mesemme”, cem’inde “mesâmm” veya “mesemmât” ve cem’ul cem’inde “mesâmmât” denilir. Binaena­leyh sâmm ve semum, mesâmmata nüfuz edici veyahut zehirleyici mefhumlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu nam ile tesmi­yesi de bu haysiyetlerden birisini veya her ikisini mülahaza itibariyledir. Cânnın nar-ı semumdan halkedilmiş olması, cin ve şeytanın insana gizli mesammatından hulûl edecek, zehirleyecek, yakacak bir mahi­yette olduğunu iş’ar eder. İbn-i Abbas’tan mervidir ki, “Şu bildiğimiz semum, cânnın çıktığı semumun yetmiş cüz’ünden bir cüz’üdür” demiş. Demek insan yara­tılmaz­dan evvel, cânnın halkedildiği sırada Arz çok dehşetli ateşler saçıyormuş.» (E.T.3059) (Bak: 266.p.) Semum ifadesi Kur’anda (52:27) ve (56:42) âyetle­rinde de geçer.



592- Diğer bir âyet de şöyledir: «(55:15) Å–_«D²7~ «s«V«'«— Cânnı da yarattı. Cânn, nun’un teşdidiyle cin demektir. Malih ile milh gibi ikiside vasıftır. Veya cin, milh gibi ism-i cins; cânn, mâlih gibi ism-i sıfattır. Yahud burada insandan murad Âdem olduğuna göre, cânndan murad da cinnin babası de­mektir. Bazıları bunu Mücahid’den, cinnin babasıdır, İblis değil diye nakleylemiştir. Bizim kanaatimizce mebde itibariyle bütün insan cinsi, “sal­sal”den yaratılmış olduğundan, insandan murad yalnız Âdem değil, cins ol­duğu gibi; cânndan murad da cin cinsidir. Aşağıda (55:39) Ê–_«% «ž«— °j²9¬~ diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Sure-i Hıcr’de ­u²A«5 ²w¬8 ­˜_«X²T«V«' Å–_«D²7~«— (15:27) buyurulduğuna göre demek olur ki; insanı yaratma­dan evvel cânn yahud cin denilen gizli mahlukları yaratmıştık.

(55:15) ¯‡_«9 ²w¬8 ¯‚¬‡_«8 ²w¬8 Ateşten bir maricden. -Birinci “min” ibdaiyye, ikinci “min” beyaniyye olarak, bir maric ateşten demek olur. Burada maric, iki mâna ile tefsir olunmuştur. Bazıları asıl mefhumu, ızdırab mânasına merecden ola­rak ateşten ibaret bir çalkanan, yani hâlis ateş, dumansız safi alev demişler. Bazıları da merecin asıl mânası, ihtilat olmak itibariyle muhte­lit dumanlı bir ateş demişlerdir. Sure-i Hıcr’de de geçen “Nar-is semum” ta­birine muhtelit mânası daha muvafık gelir gö­rünür. Şu kadar ki, muhtelit, sade duman karışık demek gibi ibtidaî bir mâ­naya ol­mayıp semum mefhu­muna da mutabık olmak üzere herşeye nüfuz ve ihtilat eden diye ateşin hakikatını ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka maric, müteaddi mercden olmak üzere haltedici, yani karıştırıcı demek de olabilir ki, bu da ateşin yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir hassasını ifade etmiş olur.

Hâsılı demek oluyor ki; insan yaratılmazdan evvel güneşte veya arzın bi­daye­tinde olduğu gibi çalkanıp duran muzdarib ve müteheyyic bir halde bu­lunan hâlis bir ateş veya elektrik halinde olduğu gibi herşeye karışabilen nâfiz bir ateş veyahud eşyayı birbirine karıştırmak, ihtilat ettirmek hassasına haiz bir ateşten, biz insanların gözlerine bermu’tad görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayatî unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn tesmiye olu­nur.» (E.T.4669)

593- Cinlerin erkek ve dişi nevileri olup olmadığı hakkında rey farkı bu­lun­maktadır. Cumhurun reculiyete istidlal ettiği âyet şöyledir:

«(72:6) ±w¬D²7~ «w¬8 ¯Ä_«%¬h¬" «–—­†Y­Q«< ¬j²9¬ž²~ «w¬8 °Ä_«%¬‡ «–_«6 İnsten bir takım ri­cal, cinden bir takım ricale sığınıyorlardı. -Böylece sığınma dualarına ta’vizat ve ef­sun namı verilir... Cumhur ²w¬8 lerin ikisinin de beyaniyye olmasını zâhir görerek bu âyetin zâhiri cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğuna ve onların erkeklerine de rical tabir olunduğuna delâlet eyler demişlerdir.... Biz cinn hakkında rical tabirini hakikatları itibariyle değil, temessülleri itibariyle olma­sına hamletmek istiyoruz.» (E.T.5400, 5401)



594- Cinlerin, dünyanın iç tarafında kendilerine uygun meskenleri var. Evet «cin ve ifrit ve sair zişuur ve zihayat mahlukları âlemleri ve meskenleri olduğu çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri» var­dır. (L.65)

«Hem nasılki hava, bizi yürümekten ta’vik etmediği ve su bizi zehabdan men’etmediği gibi, cam da ziyanın geçmesine mani’ olmadığı, hatta kesif olan şeyler dahi, röntgen şuaının akıl nurunun, melek ruhunun nüfuzunu köstekliyemediği gibi; demir hararetin akmasına, elektriğin cereyanına mani’ olmadığı; ve hiçbir şey cazi­benin sereyanını, ruh ve hâdimlerinin cevelanını ve akıl nurunun ve âlâtının seyeranını ta’vik etmediği gibi, kezalik şu âlem dahi ruhaniyatı deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan ve melâikeleri seyerandan men’ ve ta’vik ede­mez.» (M.Nu.275)



595- Diğer bir âyette de cinler hakkında şu beyan var:

«(6:112) ¬±w¬D²7~«— ¬j²9¬ž²~ «w[¬0_«[«- ~È—­f«2 ¯±|¬A«9 ¬±u­U«7 _«X²V«Q«% Her Peygambere de ins ü cin şeytanlarını düşman kıldık... ins ü cin şeytanları, her Peygambere düşman ola­gelmiştir. ¬±w¬D²7~«— ¬j²9¬ž²~ «w[¬0_«[«- terkibinin izafet-i beyaniyye veya lâmiyye olması hakkında iki kavil vardır. Beyaniyye olduğuna göre; insten olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar demek olur. Ve şeytanların bir kısmı ins cinsinden, bir kısmı da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lâmiyye ol­duğuna göre de; inse mahsus yani in­sanlara musallat, insan aldatmağa mah­sus şeytanlar; cinne mahsus, cinnîleri aldat­mağa mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu surette şeytanın ne ins, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmı inse, bir kısmı da cinne musallat olmak üzere iki nevi bulun­duğu anlaşılır. İkrime, Dahhak, Süddî, Kelbî gibi bazı müfessi­rîn izafetin lâmiyye olması ve mugayeret ifade etmesi asl olduğuna binaen şeytanla­rın ins ü cinne mugayir bir cins ve hepsi evlad-ı İblis olduğuna kail olmuşlardır. Fa­kat İbn-i Abbas’tan Atâ ve Mücahid ve Hasen ve Katade, izafet-i beyaniyeyi ihtiyar ederek demişlerdir ki, “Şeytan ins ü cinden herhangi bir âtiy ve mütemerriddir. Yani gerek ins ve gerek cinden olsun serkeş, mütekebbir, fitnekâr, anûd, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şey­tan denilir.» (E.T.2029)



596- Cinlerin ihtidası ve onlarla görüşme hakkında:

«Muhaddisler nakl-i sahih ile İbn-i Mes’ud’dan beyan ediyorlar ki: İbn-i Mes’ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnileri ihtada için Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’a geldikleri vakit, bir ağaç o ecin­nilerin geldiklerini ha­ber verdi. Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbn-i Mes’ud’dan nakleder ki, o cinniler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine ye­rine gitti. İşte cin taifesine bir tek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mucizat işiten bir insan imana gelmezse, cinnilerin (72:4)

_®O«O«- ¬yÁV7~ |«V«2 _«X­Z[¬S«, ­ÄY­T«< tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?» (M.128)

597- «Hem Hz. Ömer’den meşhur bir haberdir ki, demiş: “Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asa, Hâme is­minde bir cinnî geldi, iman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ona kısa su­relerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.” Şu âhirki hâdiseye çendan bazı hadis imamları ilişmişler. Fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler. Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok, misalleri çoktur. Hem deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nu­ruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylanî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar ve bu hâdise yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet ümmet-i Muham­med’in (A.S.M.) melâike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise, Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’ın terbiye ve irşad-ı i’cazkâranesinin bir eseri­dir.» (M.157)

597/1- «Şimdi, ilhâm-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra; gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kâhinler, pek sarih bir su­rette Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’ın geleceğini ve nübüvvetini ha­ber vermişler. Onlar çoktur. Biz, onlardan meşhurları ve manevî tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş bir kaçını zikredece­ğiz. Onların uzun kıssalarını ve sözlerini siyer kitablarına havale edip, yalnız icmalen bahsedeceğiz.

Birincisi: Şıkk isminde meşhur bir kâhindir ki; bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış. Adeta yarım insan. İşte o kâhin, manevi tevatür derecesinde kat’î bir surette tarih­lere geçmiş ki, Risalet-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı ha­ber verip, mükerre­ren söylemiştir.

İkincisi: Meşhur Şam kâhini Satîh’dir ki; kemiksiz, adeta azasız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlardan şöhret bulmuş. Hatta Kisra (yani Fars padi­şahı) gördüğü acib rü’yayı ve veladet-i Ahmediye (A.S.M.) zamanında, sarayın ondört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh de­miş: “Ondört zat, sizlerde hâkimiyet edecek; sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte o sizin din ve devletinizi kaldı­racak!” mealinde Kisra’ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih bir surette, âhirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş.

Hem kâhinlerden Sevad İbn-i Karib-id Devsî ve Hunâfir ve Ef’asiye Necran ve Cizl ibn-i Cizl-il Kindî ve İbn-i Halasat-ed Devsî ve Fatıma Bint-i Nu’man-ı Neccariye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitablarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere; âhirzaman peygamberinin geleceğini, o peygam­ber de, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm olduğunu haber vermişler.

Hem Hazret-i Osman’ın akrabasından Sa’d İbn-i Bint-i Küreyz, kâhinlik vasıta­sıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nübüvvetini gaibden haber almış. Bidayet-i İslâmiyette Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e demiş ki: “Sen git iman et.” Osman bidayette gelmiş, iman etmiş.» (M.174)

598- «Hem kâhinler gibi, hâtif denilen şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın geleceğini mükerreren ha­ber vermişler. Ezcümle: Zeyyab İbn-ül Hâris’e hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâm’ı olmuş:

«b¬Q­" «_«D­Q²7~ «`«D«Q²7~ ¬p«W²,¬~ ­_«<«† _«< ­_«<«† _«<

­_«D­< «Ÿ«4 «}ÅU«W¬" ~Y­2²f«< ¬_«B¬U²7_¬" °fÅW«E­8

Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia İbn-i Karret-il Gatafanî’ye böyle bağırmış, bazıla­rını imana getirmiştir: «p«W«T²9_«4 °u¬0_«" «h¬±8­…«— «p«O«K«4 Çs«E²7~ «š_«% Bu hâtifle­rin beşa­ret­leri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.» (M.175)



599- «Hz. Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men’ ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

«t¬7«† «–—­… ®Ÿ«W«2 «–Y­W«V²Q«<«— ­y«7 «–Y­W«V²Q«<«— ­y«7 «–Y­.Y­R«< ²w«8 ¬w[¬0_«[Åo7~ «w¬8«— (21:82) ilâ âhir... 38:38) ¬…_«S².«ž²~ |¬4 «w[¬9Åh«T­8 ilâ âhir... âyetiyle diyor ki:

Yerin insandan sonra zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hiz­metkâr olabilir, onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırak­maya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime, cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat et­tiriyorum. Sen de benim em­rime müsahhar olsan, çok mevcudat hatta cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”

İşte beşerin sanat ve fennin imtizacından süzülen maddi ve manevi fev­kalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini ta­yin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şey­tanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.



600- Hem temessül-ü ervaha işaret eden Hazret-i Süleyman (A.S.)’ın if­ritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem (19:17) _È<¬Y«,~®h«L«"_«Z«7 «uÅC«W«B«4_«X«&—­‡ _«Z²[«7¬~ _«X²V«,²‡«_«4

misillü bazı âyetler, ruhanilerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i er­vaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işa­ret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, me­denile­rin yap­tığı gibi; hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddi olarak ve ciddi bir maksad için Muhyiddin-i Arabi gibi gizli zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü; onlara müncelib olup müna­sebet peyda etmek ve onların ye­rine gi­dip âlemlerine bir derece takarrub etmekle ruhani­yetlerinden manevi istifade et­mektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi sanat ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çizi­yor ve en güzel suretini gös­teriyorlar.» (S.258) (Bak: Medyum)



601- Hikmet-i İlahiye, cinnî şeytanları da umur-u şerriyede perde etmiş­tir:

«Nasılki melekler ve umur-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi ku­surdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler. Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umur-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadrden ve haksız itirazlardan ve şekva­lara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar.» (Ş.261)



602- Kur’anda: «(6:130) ²v­U²X¬8 °u­,­‡ ²v­U¬#Ì_«< ²v«7«~ ¬j²9¬ž²~«— |¬±X¬D²7~ «h«L²Q«8_«< âyet-i celileleri muci­bince cinlerden de peygamber geldiği bildiriliyorsa da, bu husustaki müşkilin halli için vaki suale, Bediüzzaman Hazretlerinin ver­diği cevab:

«Risale-i Nur’un en ehemmiyetli vazifesi, beşeri dalâletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. Selef-i Salihîn dahi çok bahsetmemişler. Çünki öyle gaybî ve görünmeyen işlerde su-i istimal düşer. Hem şarlatanlar, hodfüruşluklarına bir vesile yapabilirler. Nasılki şimdi ispirtizmacılar “cinler ile muhabere” namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin za­rarına âlet ederler diye çokça medar-ı bahs edilmez. Hem Hâtem-ül Enbiya’dan sonra, cinlerde peygamber gel­memiş. Hem Risale-i Nur bu zamanda bir taun-u be­şerî olan maddiyyunluk fikrini ibtal etmek için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’i hüccetler ile isbat etmeye çalışmış, bu meseleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başka­larına bırakmış. Belki inşâallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, Sure-i Rahman’ı tefsir edip bu meseleyi de halleder.» (Ş.337)

Kur’an (46:29, 30) âyetlerinde, bir grup cinnin Resulullah’a gelip Kur’an dinle­dikleri ve sonra kavimlerine dönüp bunu tebliğ ettikleri bildirilir.

603- qqCİZYE y: Vergi. Haraç. Kur’an (9:29) âyetinde beyan edilen ve müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmıyanlardan alınan ve devlet te­minatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.

«Gayr-ı müslimlerin mükellef olan erkeklerinden senede bir defa alınan şahsî bir vergidir ki, buna “harac-ür rüûs” da denilir. Esasen cizye, ivaz ve kifayet mâna­sına gelir. Müslümanların zimmetine, ahd ve emanına nâil olan ve müslümanların lehinde ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden gayr-ı müslim tebeadan alınan cüz’î bir vergi, şu nâil oldukları nimet ve salahiyete bir nevi ivaz olmak üzere kâfi görüldüğünden cizye namını almıştır.

Maahâza cizye lafzı, ceza mânasına da gelir. Ceza ise hem mükâfat, hem de mücazat, ukubet mânasınadır. Taatın sevabına ceza denildiği gibi, masiyetin ukube­tine de ceza denir.» (H.İ. ci: 3 sh: 550) T.T. ci: 4 sh: 744 cizye hakkındadır.

604- qqCUMHURİYET }<‡YZW% : Demokraside temsilî hükümet şekli. Hal­kın hür olarak seçtiği temsilciler (milletvekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenli­ğini (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükümet şekli. Cumhuri­yetin birbirinden farklı üç tatbik şekli vardır.

l- Parlementer hükümet: Hükümeti meclisler karşısında bağımsız sayan şekil.

2- Meclis hükümeti: Hükümeti meclise bağlı sayan şekil.

3- Başkanlık hükümeti: Devlet ve hükümet başkanı aynı kişidir ve halk tarafın­dan seçilir. Hükümeti başkan kurar, başkan değiştirir. Başkan meclis­lere karşı ba­ğımsızdır. (Amerika’daki gibi) . (Bak: Demokrasi, Lâiklik)



605- Bediüzzaman, 1909’da yazdığı bir makalesinde cumhuriyet mâna­sında meşrutiyeti şöyle tarif eder:

«Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten iba­rettir. Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik et­mek, Din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibi­dir.

Kuvvet kanunda olmalı; yoksa istibdad tevzi olunmuş olur.

(22:40) °i<¬i«2 Ê>¬Y«T«7 «yÁV7~ Å–¬~ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut Din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hü­kümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil! İn­sanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz! Ye’s, mâni-i her kemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.» (T.H.60)

Ve yine 1909 senelerinde Bediüzzaman meclis sisteminin lüzumunu be­lirtmişti. O devrede yazdığı bir eserinde şöyle diyor:

«Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i mede­niyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o ka­dar tekessür etmiş ve leva­zım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün et­miş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilesinde bulu­nan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.» (İ.M.Ş.78)



606- Cumhuriyet hakkında 1935 senesinde Eskişehir Mahkemesinde Bediüzza-man Hazretlerinden sorulan bir suale verdiği cevabından bir parça:

«Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelme­den, ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbe­sinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veri­yordum, ekmeğimi onun suyu ile yer­dim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri Cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hür­meten tanelerini karıncalara veriyorum. Sonra dedi­ler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hülefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mâna-yı dindar cumhuri­yetin reisleri idiler.

İşte ey müddeiumumi ve mahkeme âzaları! Elli seneden beri, bende olan bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsa­nız, ben bi­liyorum ki; lâik mânası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet te­lakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükü­met-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyo­rum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesa­bına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım.» (Ş.363)



606/1- Bediüzzaman Hazretleri bir mahkeme müdafaasında, cumhuriyet idare­sine istinad eden bir hukuk devletinin mahiyetini şöyle izah eder:

«Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel et­memek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişme­yen şiddetli muhalifler, her hükümette bulunur. Hatta Hz. Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki Hristiyanlara kanun-u şeriat ve Kur’anı inkâr ettikleri halde ilişilmi­yordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hatta rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez.» (Ş.350) (Bak: 1414/1.p.)

İşte böyle bir devlet, hukuk devletidir; milletine karşı tarafsızdır ve idare­sindeki her sınıf halkın itimadını kazanır. Gayr-ı hukukî ve anarşik hâdiselere karşı kanunî icraatında kuvvet kazanır. Eğer devlet, millet ekseriyetine rağ­men bir ideoloji sahibi olarak baskı metodlarıyla tarafgir tavra girerse, millî bünyede gruplaşmaya kapı açar, milletin itimadını kaybeder, giderek anarşiye yol açabilir.

607-qqCÜMMEL u±W% : (Cümel) Harflerin sayı değerine göre hesaplan­ması. Ebced. (Bak: Ebced)

Cümmel hesabı iki kısma ayrılır. Şöyle ki: Cümmel-i Ekber: Ebced harf­leri sayı değerlerinin, Arabca ifadesiyle yazılan kelimenin harflerinin sayı değerlerini topla-

mak. Meselâ: • 40 dır. Arabca 40: «w[¬Q«"²‡«~ dir. Sayıdeğeri: (333) eder. Buna göre f±W«E­8 kelimesinin sayı değeri: 1530 eder. Cümmel-i Kebir: Ebced harflerinin adla­rını yazdıktan sonra harflerinin adlarını hesab etmek. Meselâ: • Ú v[8 Û şeklinde yazılır ve sayı değeri (90) olur. Buna göre f±W«E­8 kelimesi, (222) eder.

608- qqCÜNAH ƒ_X% : «Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sı­kıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, “günah” kelimesi­nin aslı budur.» (E.T.806) Bu kelime Kur’anda 25 yerde geçer. (Bak: Günah)

609- qqCÜNEYD-İ BAĞDADÎ z…~fR" f[X% : «Küçük asker manasına ge­len Cüneyd (Hicri: 207-298), Şafiî Hazretlerinin talebesinden ders almıştır. Zamanın kutbu sayılmıştır. Otuz defa yaya olarak hacca gitmiştir. Büyük ve­lilerdendir. (K.S.) Hem neseben dayısı, hem de manevi sahada inkişafına sebeb olan üstadı Seriyy, ona cemaatı irşad müsaadesini vermiştir. Ancak Cüneyd hâlâ kendisinden emin de­ğildir. Nefsini ıslah etmediği, kimseye na­sihat etme derecesine yükselmediği kanaa­tindedir. Bu yüzden dayısı ve üs­tadı Seriyy-üs Sakatî’nin teklifine hemen evet diye­mez, beklemeyi tercih eder.

Ne var ki, beklemekte olduğu günlerde gördüğü mühim bir rüyada, ken­disine tebessümle bakan Hazret-i Resulullah, şöyle emir verir: “Cüneyd! Artık mü’minlerin arasına karış ve onlara ebedî hayata ait hakikatları anlat, ikaz olmala­rına yardım et!”

Bu rüyayı gördüğü anda yatağından fırlayan Cüneyd, sabahı zor bulur. Namaz­dan sonra ilk işi üstadının kapısını çalmak olur. Cüneyd’i tebessümle karşılayan üs­tadı, henüz Cüneyd hiç bir şey anlatmadan ona şu karşılığı verir:

«Haydi, şimdi de vazifeden kaç da görelim! Bizim sözümüzle amel etme­yebilir­sin ama Resulullah’ın emri? Onun emrinde de tereddüt edebilir misin? Doğru va­zife başına!”

Cüneyd utancından üstadının yüzüne bakamaz ve o günden sonra Bağ­dat, Basra, Kûfe ve Hicaz’a varıncaya kadar bütün İslâmî muhitlerde hizmet-i diniyeyi ifa eder.» (İslâm Büyükleri, sh: 147)

610-qqCÜNUDULLAH y±V7~ …YX% : Allah’ın ordu ve askerleri. Zerrattan Seyyarata kadar bütün mahlukat, Allah’ın emrine tabi birer ordu ve asker gi­bidir. Mukad­des Kur’an ve iman hizmetinde cansiperane ve ihlas ve feragatla cehd ü gay­ret eden müslümanlar da “cünudullah” ünvanına maz­hardırlar.

«Evet bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve ga­yet faali­yetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile müsahharane meşgul bulur.

(48:4) ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ ­…Y­9­% ¬yÅV¬7«— âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsi­line göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat ta­burların­dan, tâ yıl­dızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o kü­çücük memur­larda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhane ka­nunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliye­nin vücuduna delâlet ederler.» (Ş.152)

611- qqCÜRCANÎ (Abdülkahir) |9_%h% : Hicrî beşinci asrın ikinci yarı­sında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhî mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir. Abdülkahir-i Cürcanî ilk tahsilini, memleketi Cürcan’da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde oluyor: Eş-Şeyh Ebu Bekir Abdülkahir bin Abdurrahman. Bütün cihetleri ile beğenilen bir zat olmuştur. Hak­kında deniyor ki: Namazda iken evine bir hırsız girse, bulduğu bir takım şeyleri alır. Cürcanî hırsızı gördüğü halde na­mazına devam eder ve bozmaz... Vefat tarihi 471 senesidir. (Kuddise Sırruhu)

611/1- qqCÜRCANÎ (Seyyid Şerif-i Cürcanî) z9_%h% : «Ali ibn-i Mu­ham­med-il Hüseynî, pek meşhur bir âlimdir. Hanefi mezhebinde bulunuyordu. Şer’-i ve edebî ilimleri Ekmelüddin-i Babertî ile Ennur-üt Tavasî’den okumuş, bir çok eazıma mülaki olmuş, tarikat ve tasavvuf dersini de Hace Alaüddin-i Attar ile Nizamüddin-i Hamuşî’den almıştır.

Şarkın pek nevvar bir siması olan Seyyid-i Şerif, bütün hayatını ilm ü ir­fana hasr etmiş, tefsire, hadise, kelâma, fıkha dair yazmış olduğu kıymetli eserler ile ikti­darını isbat eylemiştir.

Pek halûk, fukaraya karşı pek mütevazi olan Seyyid-i Şerif, tasavvuftan da pek çok zevk almıştı. Yazılarında bu zevkin âsarı pek ziyade göze çarpar. Kendisinden bu yolda müstefid olduğu Alaüddin-i Attar’a derin bir muhab­betle bağlı idi.

Seyyid-i Şerif, bir aralık Anadolu’ya uğramış, Fenari merhuma mülaki olmuş, onunla beraber Mısır’a gitmiş, Ekmelüddin’in derslerine devam et­miştir. Nihayet Mısır’ı bırakarak Şiraz’a gitmiş, Şah Şücaüddin’in takdirlerine mazhar olmuştur. Timurlenk (Hi. 789)’da Şiraz’ı elde edince Seyyid’in ferîdüddehr bir âlim olduğunu anlamış, hakkında fevkalâde hürmetler gös­termiş, bu muhterem âlimin hanesine il­tica edenlere aman vermişti. Timur, bilâhare Seyyid-i Şerif’i alıp Maveraünnehr’e götürdü. Artık Semerkant şehri, Seyyid’in şa’şaa-i kemalâtına sahne olmuştu. Ti­mur’un tayin ettiği bir mec­liste, Taftazanî ile Seyyid arasında cereyan eden müna­zara-i ilmiyye ise meş­hurdur. Seyyid, Timur’un vefatını müteakib tekrar Şiraz’a dönmüştür.

Müfessir, mütekellim, fakih olan Seyyid-i Şerif’in bir çok müellefatı var­dır. Bir kısmı şunlardır: (Keşşaf’ın Evail’ine Haşiye), (Tefsir-i Kadı’ya Ta’lika), (Risale fi Usul-ül Hadis), (Şerh-ül Mevakıf), (Hidaye Haşiyesi), Muhtasar-ı ibni Hacib Haşi­yesi), (Şerh-ül Hikmet-il İşrak), (Tarifat-ı Seyyid) (Mekalid-ül Ulûm), (Feraiz-i Siraciyye Şerhi).

Bu bînazîr âlim, (Hi. 740) tarihinde Cürcan’da Esterabad kurbünde “Takû” de­nilen yerde doğmuş, (816) senesinde Şiraz’da vefat etmiştir.» (H.İ. 484)

«Sa’düddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açı­lan Müteahhirîn-i Ülemâ devrinin birincisi, bu Seyyid Şerif Cürcanî’dir.» (K.S.) (İ.A. Cürcanî maddesi)




Ç

612- qqÇARŞAF ¿_-‡_å : Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. *Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli bir örtüdür. Kadınla­rın sokağa çıkarken elbiselerinin üstünden örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca elde edebilmesi bakımın­dan yaygın olarak kullanılagelmiştir. Çeşitli renklerde olabilir.

Çarşaf zengin ve fakir ayrımını kaldırır. İç giyimi örttügü için, ailelerin birbirine özenerek israfa düşmelerini, gösterişi, çekememezlikleri ve bundan doğan huzur­suzlukları önler. Ferâce, car, cilbab denen örtüler de, bu tarz örtü çeşitlerindendir. (Bak: Cilbab)



qqÇOCUK s%Yå : (Terbiye maddesine ve sondaki Kelime İndeksi’ne bakı­nız.)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin