D
613- qqDABBE y±"~… : Debelenen, kımıldanan ve hareketli canlı mahluk.
«Debb, debîb; hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanatta ve ekseriya haşaratta kullanılır... Hareketi gözle idrak olunamayan şeylere de istimal edilir. Dabbe kelimesi de bundan fâil olmak itibariyle, asl-ı lügatte debbeden, debelenen demek olur. Örfte dört ayaklı hayvanatta ve onlar içinde bilhassa feres’te daha ziyade mütearef olmuştur. Bununla beraber (24:45) âyetinden anlaşıldığı üzere, her hayvanda istimal olunur. Hayvan lafzına müradif gibidir.. (27:82) âyetinde “dabbeten” diye nekire olarak vârid olmasından, bunun bildiğimiz dabbelerden bambaşka bir dabbe olması tebadür eder.» (E.T.3701)
613/1- Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadis-i şerifle âhir zamanda çıkacağı haber verilen ve âhirzaman alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüz-zaman Hazretleri izah ederken şöyle diyor:
«Kur’anda gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’i bir kanaatla bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: yÁV7~ Å~¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< «
Nasıl ki kavm-i Firavun’a “çekirge âfatı ve bit belâsı” ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe’ye “Ebâbil Kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan’ın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve “Ye’cüc ve Me’cüc”ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nev’dir. Çünki gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir tâife-i hayvaniye olacak.
Belki (34:14) y«#«¶_«K²X¬8 u6Ì_«# ¬Œ²‡«²~ }Å"~«… Ŭ~ âyetinin işaretiyle, o hayvan, dâbbet-ül
arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.» (Ş.591)
614- Dabbet-ül arz, müteaddid hadis-i şeriflerde de geçer. Ezcümle: Bir hadis-i şerif şöyledir:
²a«A«K«6 ²—«~ u²A«5 ²w¬8 ²a«X«8³~ ²wU«# ²v«7_«Z9_«W<¬~_®K²S«9 p«S²X«< « «w²%«h«' ~«†¬~ °«Ÿ«$
¬Œ²‡«²~ }Å"~«…«— Ä_Å%Åf7~«— _«Z¬"¬h²R«8 ²w¬8 ¬j²W«17~ ¬YV0 ~®h²[«' _«Z¬9_«W<¬~ |¬4
Yani: “Üç şey ortaya çıktıktan sonra, evvelden iman etmemiş veya imanından hayır kazanmamış bir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin garbdan doğması, Deccal ve Dabbetül’arz.”(61) Yani; cemiyette fitne hükmetmezken iman-ı kâmil kazanmamış olan kimsenin, fitne devresinin müfsid cemiyetinde kâmil bir iman kazanması, bilhassa ekseriyet teşkil eden avam için çok müşkil olacağına bir işarettir. (Fitne zamanında imanlarında hayır olmayan ehl-i dalâletin hali, bak: 618.p.)
Mezkûr hadisin ifade ettiği manayı bazı müfessirler, (6:158) âyetinin beyanında izah ederler. Diğer bir hadiste de:
««}Å"~Åf7~«— «Ä_Å%Åf7~«— «–_«'Çf7~«h«6«g«4 ¯_«<³~ «h²L«2_«Z«V²A«5 «–²—«h«# |ÅB«& «•YT«# ²w«7_«ZÅ9¬~
²«‚Y%Ì_«8«— «‚Y%Ì_«<«— Ú ‰Õ Û«v«<²h«8 ¬w²"~«j[¬2 «Ä—i9«—_«Z¬"¬h²R«8 w¬8 ¬j²WÅL7~ «YV0«—
Yani “Peygamber (A.S.M.): “Sizler daha evvel on alâmet müşahede etmedikçe aslâ kıyamet kopmayacaktır” buyurdu. Ve şunları zikretti: “Duhan, Deccal, dabbetü’l-arz, güneşin mağribden doğması, İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü, Ye’cüc ve Me’cücün çıkması.” diye buyurulur.(62) (İbn-i Mâce, 36. Kitab-ül Fiten, 31. bab aynı mevzu hakkındadır.)
615- qqDALALET }7Ÿ/ : Azmak. Hak ve hakikattan, İslâmiyet yolundan sapmak. Sırat-ı müstakîmden ayrılmak. Şaşkınlık. (Bak: Bid’at, Fâsık, Gaflet, Heva, Hidayet, Küfr, Sefahet)
Sual: Hilkat âleminde «bütün silsilelerin Hâlik’ın vücub-u vücuduna kat’î şehadetleri göz önünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalâlete düştüklerinin esbabı nedendir?
Cevab: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Meselâ: Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayanlar içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal “Hilali gördüm.” der. “İşte bu gördüğüm aydır:” diye hükmeder.
İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mâhiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da; ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar; yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garib nakışları ve acib sanat eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir.
616- Hüseyin-i Cisrî’nin dediği gibi; âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün zînetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini görmediğinden, o zîneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca tesir-i hakikiyi esbab-ı câmideye vermeye mecbur kalmışlardır.» (İ.İ.89)
617- Dalâlete düşmenin bir sebebi de, hakaikın müvazenesini muhafaza edememektir. Evet «bahr-i hakaik olan Kur’anın âyetleri... bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i îmaniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Müvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’anın bir i’caz-ı mânevîsi neş’et eder.
İşte şu sırr-ı âzimdendir ki, ülema-i ilm-i kelâm, Kur’anın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu’tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur’anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddî ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lağım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlahiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül vücud’u isbat ederler. Âyet-i Kerime ise, herbirisi birer Asâ’yı Musa gibi her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelal’i tanıttırır. Kur’anın bahrinden tereşşuh eden Arabî “Katre” Risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat, fiilen isbat edilmiş ve göstermişiz. İşte hem şu sırdandır ki: Bâtın-ı umura gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmiyerek, meşhudatına itimad ederek, yarı yoldan dönen ve bir cemaatın riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâlle’nin bütün imamları hakaikın tenasübünü, müvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp bir cemaat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’aniyenin i’cazını gösterir.» (S.441)
Bu mevzuda tafsilat istiyenler, me’haz gösterilen kitaba bakabilirler.
617/1- «İnsanı dalâletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp merci’lerini kaybetmek mahzurludur. Kezalik kudretin levazımı ile hikmetin levazımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden taleb etmek hatadır. Ve keza daire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhid’in iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli. Ve keza, kudretin taallukatı ayrı, vücudun cilveleri veya sâir sıfatın tecelliyatı ayrıdır. Birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ: Dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def’îdir. Çünki icad ile tecelli arasında fark vardır.» (M.N.80)
618- Hem Kur’anda, sefahette tiryakilik ve enaniyet gibi hislerin insanı dalalete götürdüğü bildirilmektedir. Ezcümle:
« «–—ÇfM«< «— ¬?«h¬'´²~ |«V«2 _«[²9 Çf7~ «?_«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< «w<¬gÅ7«~
(14:3) ¯f[¬Q¬" ¯Ä«Ÿ«/ |¬4 «t¬\³7—~ _®%«Y¬2 _«Z«9YR²A«<«— ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2
âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yâni elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.”
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 «–—ÇfM«< «— ile der ki:
“O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan _®%«Y¬2 _«Z«9YR²A«< «— ile der ki: «Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir fir’avunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.!” İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mâna-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Ş.724) (Bak: Ulemâ-üs Sû)
İki atıf notu:
-Dünya hayatını âhirete tercih edenler, bak: 719, 720.p.lar.
-İmanlarında hayır olmayanlar ihbar eden hadis, bak: 614.p.
619- Kendilerine hak tebliğ edildiği halde, nefisperestlik ve enaniyet gibi sebeblerle hakkı dinlemeyip iman etmeyen ehl-i dalâlet, Kur’anda muhtelif vasıflarıyla tavsif edilir. Ezcümle, bir âyet-i kerimede şöyle tasvir ediliyor:
«(36:8) ® «Ÿ²3«~ ²v¬Z¬5_«X²2«~|¬4_«X²V«Q«% _Å9¬~ “Çünki biz onların boyunlarında bir takım bağlar, kelepçekler yapmışızdır.” Âyette geçen aglâl, gaynın zammıyla “gull” ün cem’idir... Cumhur bunun bir istiare olduğunu söylemişlerdir ki, hidayetlerine mani olan enfüsî ve içtimaî i’tiyad ve şeraitin ¬y¬TX2|¬4 ˜«h¬¶<_«0 ˜_«X²8«i²7«~ ¯–_«K²9¬~ Åu6«— (17:13) mısdakınca bir ceza-i mükteseb halinde tab u ilzamını tasvirdir. Çünki tomruk ve kelepçek gibi bağlar, ceza ve ukubet âlâtından olmak itibariyle cebrî olan fıtriyyatı değil, iktisab ile istihkaka terettüb eden cezaî bir ilzam ifade eder. İlk nazarda asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu “aglal” hem ferdin kabiliyyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevk eden bir cem’iyyet sultasının fena tazyiklerini hem de bâtıl itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklid, taassub, heva gibi küfr ü masiyeti hoşlandırıp imandan kaçındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir.» (E.T.4009-4010) (Bak: 3490.p.)
Demek oluyor ki bilerek ve severek ecnebi âdetlerine tâbi olmak, yüksek Kur’an ahlâkına zıd düşen hareketlerdir.
Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken mühim husus şudur ki: İnsan dalâlete ya cehalet veya nefsin meyli gibi sebeblerle düşer. Niyetleri iyi olup cehaletten dolayı dalâlete düşenler; ikaz ve ta’lim ile hakka dönerler. Eğer dalâlet, cehaletten değil de iyi niyete rağmen nefsin galebesinden olsa, bu gibiler dahi daimî bir nedamet hissi ile hakka dönmek isterler. Ciddî bir irşad sebebiyle de hakka dönecekleri umulur. Bilerek dalâleti tasvib ve tercih edenler ise, “dalâlen baîd” hükmüne dahildirler ki, Kur’an (4:60, 116, 136, 167) (14:18) (22:12) (34:8) (42:18) (50:27) ve emsali âyetlerinde “dalâlen baîd” ehli, tavsif ve takbih edilir. “Dalâlin mübin” ifadesinin geçtiği âyetler için bak: 2683.p.
620- qqDAR-ÜL HARB hE7~‡~… : Harp yeri. Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-ı İslâmî hüküm-lerinin hâkim olduğu yer. (Bak: Dar-ı Ridde)
Dar-ı İslâm ile dar-ı harbin mahiyetleri hakkında Ömer Nasuhi Efendi Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nda şu bilgiyi veriyor:
«Bir dar-ı harbin dar-ı İslâm haline gelmesi için yalnız bir şart vardır ki, o da o darda İslâm ahkâmının icra edilmeğe başlamasından ibarettir. Velev ki içinde onun eski gayr-ı müslim ahalisinden bazıları mukim bulunsunlar, velev ki o dar, dar-ı İslâm’a muttasıl bulunmasın.
Binaenaleyh İslâm mücahidleri, gayr-ı müslimlere ait bir ülkenin herhangi bir beldesini fethederek içinde cum’a, bayram vesaire gibi İslâm ahkâmını icraya başlasalar, o belde bir dar-ı İslâma tahavvül etmiş olur. Bu hususta bütün Hanefi müçtehidleri müttefiktirler.
621- Bir dar-ı İslâm’ın -Allah Teâla muhafaza buyursun- bir dar-ı harbe tahavvülü, İmam-ı Azam’a göre şu üç şartın tahakkukuna mütevakkıftır:
l- Dâr-ı harbe muttasıl olmalıdır.
2- İçerisinde şirk ahkâmı icra edilmelidir.
3- İçinde evvelki eman ile emin bir müslim veya zimmî kalmamış olmalıdır.
Evvelki emandan maksad, müslim için İslâmiyeti cihetiyle zimmî için de akd-ı zimmeti sebebiyle İslâm hükümetinin kuvvetine müstenid olarak sabit bulunan emniyet ve selâmettir. Bu üç şart tahakkuk etmedikçe bir belde veya bir ülke dar-ı harb sayılamaz.
Bu kavle göre bir İslâm beldesi, mücerred ehl-i harbden birinin galebe ve istilasıyla veya ahalisinin bil’irtidad ahkâm-ı küfrü icra etmesiyle veya içindeki ehl-i zimmetin nakz-ı ahd ederek tegallübde bulunmasıyla dar-ı harbe inkılab etmiş olmaz. Meğer ki mezkûr üç şartın üçü de tahakkuk etsin. (Bedayi, Tenvir)
Yukarıda yazılı üç şartın tahakkukuyla dar-ı harbe tahavvül eden bir İslâm beldesi, tekrar İslâm mücahidleri tarafından feth ve istirdad edilince evvelki hükmüne rücu eder. Yani arazisi öşriyye ise yine öşriyye, haraciyye olur. Kadim ahalisi, kabl-el kısme avdet edince mallarını meccanen alırlar, taksimden sonra gelince de yalnız kıymetleriyle alabilirler.
622- İmameyn’e göre; herhangi bir İslâm beldesinde ahkâm-ı küfr icra edilmeğe başlandığı, yani harbî bulunan nâfiz-ül hükm bir hükümdarın istilasına maruz kaldığı takdirde dar-ı harb haline gelmiş olur. Çünki bir darın bir dar-ı harb olması; gayr-ı müslimlerin meneası, kuvveti, ordusu itibariyledir. Bunları da nâfız-ül hükm olan hükümdarları ve hükümetleri temsil eder.
Binaenaleyh hükümdarı harbî olan herhangi bir ülke, bir dar-ı harb bulunmuş olur. Velev ki dar-ı İslâm’a muttasıl olsun. Müfta-bih olan da budur. Nitekim bir fetvada şöyle denilmiştir:
“Bilad-ı İslâmiyeden bir beldenin civarında vaki karyelerde mütemekkin olan zimmîler, itaat-ı veliyy-ül emrden bilkülliye huruc edip bazı bilad-ı İslâmiyeyi istila ve müslimîn ile muharebe için temekkün ve tehayyüz eyleseler, bu taifenin karyeleri şer’an dar-ül harb olup, haklarında harbî ahkâmı cari olur. (Mecmua-i Cedide, Dürer, Dürr-ül Muhtar, Hindiyye)
623- Şafiî fukahasının beyanına nazaran dar-ı İslâm şöylece üç kısımdır:
l- Müslümanların ikamet ettikleri beldeler.
2- Müslümanların fethedip eski ahalisini içerisinde bir cizye mukabilinde iskân eyledikleri beldelerdir. Bunların arazisi, gerek kendilerine temlik edilsin ve gerek edilmesin, İslâm hükümetinin istilası altında bulunması kâfidir.
3- Evvelce müslümanların ikamet edip bilahare gayr-ı müslimlerin zabtettikleri beldelerdir. Müslümanların bu beldelere olan kadîm istilaları, bunlarda dar-ı İslâm olmak hükmünün istimrarı için kâfidir.
Demek oluyor ki, bir belde bir kere dar-ı İslâm oldu mu artık ondan sonra mutlaka, yani gerek bilahare oraya gayr-ı müslimler müstevli olsunlar ve gerek olmasınlar ve orada müslimlerin ikametine gerek müsaade etsinler ve gerek etmesinler orası dar-ı küfr, dar-ı harb hükmünde olamaz. (Tuhfet-ül Muhtac)» (H.İ. ci: 3, sh: 394)
623/1- Kur’an-ı Kerim’de lafzen dar-ül İslâm ve dar-ül harb tabirleri geçmemektedir. Hadislerde ise; “Dar-ül harbde had cezaları tatbik olunmaz” ve “Müslümanla harbî arasında faiz yoktur” mealinde geçer. (İbn-i Kudame El-Mugni, Riyad 1981, IV/45-46) İmam-ı Azam bu hadise göre, dar-ül harbde had cezasının tatbik edilmiyeceğine hükmetmiş, fakat İmam-ı Malik ve İmam-ı Şafiî ise, tatbik edileceğine hükmetmişlerdir. (Aynı eser sh: 46)
İslâmî hükümler kat’i nass ile sabit ise, üzerinde herhangi bir ihtilaf mevzubahs olamaz. Cumhur-u fukahaya göre müslümanların dar-ül harbde harbîlerle ve kendi aralarında faiz muameleleri haramdır. Çünki faiz nass-ı kat’ile tahrim edilmiştir. Ebu Hanife ve İmam-ı Muhammed, dar-ül harbde müslümanın gayr-ı müslimden faiz almasının caiz; gayr-ı müslime müslümanın faiz vermesinin ise haram olduğuna hükmettiler. (İbn-i Abidin, Bulak 1272,IV/188) Bununla beraber müslümanların fetva ile değil, takva ile amel etmeleri evladır. Cumhur-u ülema mezkûr hadisi, medar-ı ahkâm olacak sıhhatte görmediler. (İbn-i Kudame IV/46)
624- «Müslim olan müste’minler:
Bir müslim, ticaret gibi bir maksadla bir dar-ı harbe müste’mim olarak gidebilir. Böyle bir müste’min, misafir bulunduğu memleket ahalisinin canına, malına, namusuna kat’iyyen taarruz edemez. Böyle bir taarruzdan dinen memnu’dur. Çünki o memlekete gitmek için müsaade istihsal etmekle, oradakilerin hukukuna hiçbir vechile tecavüz etmemeyi taahhüd etmiş olur. Bilahare bunun hilafına hareket etmesi bir gadr, bir hıyanet olacağından buna asla cevaz verilemez. Meğer ki o memleketin hükümdarı veya hükümdarının müsaadesiyle ahalisi o müste’minin hukukuna tecavüz ederek kendisini habs veya malını ahzetsinler. Bu takdirde verilen ahde muhalefet o memleket tarafından vuku bulmuş olduğundan, müste’min de bazı hususlarda mukabele-i bilmisilde bulunabilir.
625- Bir müslim, müste’minen bulunduğu bir gayr-ı müslim memleket ahalisinin bir malını bey’u şira veya riba gibi bir tarik ile birrıza alabilir. Meselâ: Bir dirhemi birrıza iki dirhem ile peşin veya veresiye olarak mübadele edebilir. Kezalik dar-ı harbde fâsid akidler ile elde edeceği bir maldan, bir müste’minin istifade etmesi caiz bulunur. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed’e göredir.
İmam Ebu Yusuf’a göre bu gibi muamelat, dar-ı harbde de caiz değildir. Müşarünileyhe nazaran, bir müslim nerede bulunursa bulunsun İslâm ahkâmını iltizam etmiştir, ona muhalif olan bir şey yapamaz.
İmam-ı Azam ile İmam Muhammed de diyorlar ki: Harbîlerin malları esasen mübahtır. Şu kadar var ki müste’min, onların hukukuna tecavüz etmemeyi deruhde etmiştir. Bu cihetle onların rızalarını istihsal ederek mallarını elde ettiği takdirde tecavüz ve hıyanet mevzubahs olamaz. Bu halde onların mallarını, asıl ibahetine mebni kendi rızalarıyla ahzetmiş olur, yoksa riba gibi, fâsid akd gibi gayr-ı meşru bir tarik ile ahzetmiş olmaz.
Bir müslim, müste’mi olarak bulunduğu dar-ı harbde birisinin malını gasb veya istikraz suretiyle ahz edecek olsa bunu her halde sahibine reddetmesi icab eder. Hatta bu hususta kendisine diyaneten emrolunur. Çünki reddetmemek bir gadrdir. Gadre ise diyaneten mesağ yoktur. Şayet böyle bir malı dar-ı harbden dar-ı İslâm’a çıkarmış bulunsa, bu mal kendisine helal olmaz. Binaenaleyh bunu tasadduk etmesi lâzım gelir. (Hindiyye, Feth-ül Kadir, Redd-i Muhtar)» (H.İ. ci: 3, sh: 462)
626- Yukarıda kaydedilen bir kısım şer’î nakillerde görüldüğü üzere, İmam-ı Azam ve Şafiî gibi büyük müçtehidlerin dar-ül harbin tahakkuk şartları hakkındaki reyleri, hikmetli olarak farklıdır. Bu sebeble de, meseleye tek taraflı bakan şahsın, umum müçtehidler müvacehesinde hangi bir diyarın dar-ül harb olup olmadığı hususunda lehte ve aleyhte delil göstermesi mümkündür. O halde böyle meselelerin, inşikaka sebeb olacak şekilde ve tarafgirane fazlaca medar-ı bahsedilmesi maslahat olmaz. Uhuvvet ve ittihad-ı İslâm’a zarar getirir.
Bir dar-ül İslâmda iki ana unsur var: Ahkâm-ı şer’iyenin hâkimiyeti ve şeair-i diniyenin hâkimiyeti. Hanefi’de daha çok hukuk ciheti, Şafiî’de ise daha çok şeair ciheti nazara alındığı anlaşılıyor. Bir İslâm memleketinde zuhur eden gayr-ı İslâmî hayat sebebiyle dar-ül harb olduğu fikri ortaya atılsa, millî hayatta hissiyat-ı diniyenin devamına sebeb olan bir kısım şeairin de ta’tiline yol açar. Şeairin içtimaiyata ve bilhassa avama yaptığı manevi tesir ve hiss-i diyanet bütün bütün zayıflar. (Bak: Şeair)
627- Bununla beraber, müvazene nazara alınmadan, bozuk bir içtimaî hayata “normaldir” denilse, bilhassa tabaka-i avam gaflete düşürülür ve bid’atlara karşı bu tabakanın dinî hassasiyeti kaybolur ve ülfetle bid’aları hoş görüp dalâlete düşebilir. O halde böyle mes’elelerin çok nazik olduğu ortaya çıkıyor. Böyle olunca da çok dikkat, insaf ve ferasetle hareket etmek gerektir.
Evet °}«W²&«‡ |¬BÅ8~ ¿«Ÿ¬B²'¬~ hadis-i şerifi ile bildirildiği gibi, müçtehidlerin farklı reylerinde hikmet ve rahmet vardır. Zira böyle içtihadî meselelere bakışta, cihet muhteliftir. Zira dar-ül harb gibi dinin içtimaî bazı meselelerinde hem hukuk hem şeair cihetleri müçtemi’dir. (Bak: 631.p.) O halde hududu aşıp böyle içtihadî sahalara usul hârici girmemeli. Böyle meselelerin halli için, maddi-manevi şartların zuhuru ile bu zamanda teşekkülüne büyük ihtiyaç bulunan ve âlem-i İslâm’ın mercii mânasında olması gereken büyük İslâm şûrası lâzımdır ki, teşettüt ve fevza-i âraya sebeb olmadan mülzim ve merci’ olsun. (Bak: 3576.p.) O halde hayat-ı içtimaiyede hizmet edenler, ittihad-ı İslâma kuvvet vermelidirler. (Bak: İttihad-ı İslâm)
628- Böyle içtihadî meselelerde ehil olanlar arasında uhuvvetkârane ve insaf düsturuna uygun olmak ve inşikaka meydan vermemek şartıyla müdavele-i efkâr yapılabilir.
Eğer yapılan müzakereler fitneyi tahrik edecek münakaşalara dönüyorsa, müslümanlara karşı susmak tercih edilmelidir. Fitne zamanlarına ait bazı rivayetlerde bu tarz tavsiyeleri görüyoruz. Ezcümle: «Elinizi, dilinizi tutun. Evin demirbaşlarından biri olun.» (Ebu Davud, Fiten 2, 4258.hadis)
«Fitnelerde dil, kılınç darbesinden daha şiddetlidir.» (İbn-i Mace, Fiten, 3967. hadis)
629- İslâm dünyasının en büyük bir meselesi olan ihtilafı terk ile esasat-ı diniye etrafında ittifak etmek ve teferruat sayılan meseleler üzerinde usulsüz münakaşalara girmemek gerektiği fikrini ısrarla ileri süren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.» (E.L.I. 204) (Bak: Müsbet Hareket)
«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (E.L.I 206) (Bak: 785.p.)
«Binler teessüf ki: şimdi müdhiş yılanların hücumuna maruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek birbirini tenkidle yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.» (K.L.246) (Bak: 1528.p.)
630- «Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?
Cevab: Evvela müttefekun aleyh olan makasıd-ı aliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik; zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-ı te-
fehhümdeki tefavüt bu ittihad-ı vahdesi sarsamaz, racih de gelemez. ¬yÁV7~ |¬4 Ç`E²7«~
düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa -ki zaman dahi pek çok yardım ediyor- ihtilâfat sahih bir mecraya sevk edilebilir.» (S.T.İ.83)
«Sual: Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne dersin? Re’yin nedir?
Cevab: Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki; rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey-i ekseriyetin naziresidir. Rey-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Tâ herbir istidad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.
Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekler ve bazı rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyetin tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men’etmektedir.
Sual: Acaba kâinatta şu meclis-i âli-i İslâm, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı bulamıyacak mıdır?
Cevab: İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.» (Mün. 71-73)
Dostları ilə paylaş: |