509/1- Yıldızların hararet mahzeni Cehennem ve Cehennem’in anbarı ise pis maddeler, taifeler olduğu şöyle beyan ediliyor:
«Dağlar, zihayata ve insana lâzım olan bütün madenleri, ilaçları ve hayata lâzım şeyleri taşıyor ve birinin emriyle ve tedbiriyle gayet mükemmel bir hazine, bir anbar olduğu gibi... zemin dahi bütün o zihayatın erzaklarını bir Rezzak-ı Hakîm’in kuvvetiyle yetiştiren kemal-i mizan ve intizamla bir tarla bir harman, bir matbahtır. Hatta her insanın ve cismindeki herbir uzvun bir deposu ve mahzeni, hatta bir hüceyrenin dahi bir ihtiyat mahzenciği bulunması gibi... git gide tâ dar-ı âhiretin bir mahzeni dünyadır; ve Cennet’in bir tarlası ve deposu, bu âlemdeki hüsünleri ve hasenatları ve nurları mahsul veren âlem-i İslâmiyet ve hakikatlı insaniyet; ve Cehennem’in bir anbarı ise, şerleri ve çirkinleri ve küfürleri mahsul veren ve şer olan ademden gelen ve hayır olan vücud âlemlerini telvis eden pis maddeler, taifeler; ve yıldızların hararet mahzeni Cehennem ve nurlar hazinesi bir Cennet’tir ki; “Biyedihilhayr” kelimesi, bütün o hadsiz hazinelere işaretle pek parlak bir hücceti gösteriyor.» (Ş.603)
509/2- Cehennem’in mühim bir vazifesi: «Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulatını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkıyane sünbüllendiri-yor. Öyle de Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulatlarını kavuruyor ve o dehşetli Cehen-nem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerin-den temizlettiriyor. Bu dehşetli meselenin şimdilik kapısını açmıyacağız. İnşaallah sonra izah edilecek.» (S.259)
509/3- Küfür ve dalâlet tohumunda Cehennem saklıdır: «Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç ve dâhil olduğu gibi, Cehennem’in de küfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî bir yakîn ile müşahede ettim. Ve keza nasılki hurmanın çekirdeği, hurma ağacına hâmiledir. Aynen öyle de, iman habbesinde de Cennet’in mevcud olduğunu hads-i kati’ ile gördüm. Çünki o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül ve inkılabları garib olmadığı gibi, küfür ve dalâlet mânası da tazib edici bir Cehennem’i, iman ve hidayet de bir Cennet’i intac edeceğinde istib’ad yoktur.» (M.N.103)
«Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennem’i bildirir. Evet nasılki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennet’ten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de: Risale-i Nur’da delilleriyle isbat ve baştaki meselelerde dahi işaret edilmiş ki; küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve manevi azabları var eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususi cehennem olur ve büyük Cehennem’den bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatlar, âhirette sünbüller vermesi noktasından bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder. Ben onun bir meyvesiyim, der. Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bu hususi nümunesi benim meyvem olur.» (Ş.231)
«Küfrün içinde mündemiç olan dehşetli cehennem-i maneviyenin tesirine bak gör. Evet |¬" >¬f²A«2 ¬±w«1 «f²X¬2 _«9«~ (47) hadis-i kudsînin sırrıyla, kâfir mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir. Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine bak. Sonra rıza mertebelerini düşün ve sonra da rü’yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak gör ki; hatta ârif fakat isyankâr bir mü’minin âhiretteki cismanî Cehennem’i dahi, Hâlikını tanımayan kâfir-i câhilin kalbindeki manevi cehennemine nisbetle bir Cennet gibi olduğunu bil.» (M.Nu.470)
509/4- Affa lâyık olamamış bir mü’min, Cehennem’de bir nevi tathir muamelesi görür. Evet «insanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle iman ile intibaha gelirse, nuranî misalî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.» (M.N.117)
Cehennem azabıyla olan bu tathir muamelesini istemek, ruhun fıtrî şe’nidir. Evet «cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için kendilerine cezalarının tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır.» (İ.İ.81)
509/5- Demek bozulmamış bir ruh ve fıtrat-ı selime, her nevi şer ve günahı kerih görür. Münkeri maruf, marufu münker sayan ruh ve vicdan ise mütefessihtir. (Bak: 985.p.)
Nefs-i emmarenin tazyikinden ve fücurdan müberra olarak haşirde yeniden inşa ve ihya edilen tefessüh etmemiş insan, dünyada işlediği günah ve hatalarının tamamını görünce, günahlara karşı nedamete alışmış olan ruh ve vicdanında tam bir nefret ve kerih görme haleti ve hissiyle manevi bir tathir inkılabına mazhar olur. Zira günahın çirkinliğini görmek, kemalat-ı vicdaniyeye sebeb olduğu gibi, kemalat-ı vicdaniye nisbetinde de günahın çirkinliğini görür, böylece Cennet’e lâyık yüksek bir kemalat kazanır. Bu mâna ile de alâkalı olarak (75:2) âyetinde, nefs-i levvameye yeminle dikkat çekilir. (Bak: Nefs-i Levvame)
Hadislerde de bu mânada bazı işaretler ve ikazlar vardır. Ezcümle bir münkerin, fiilen veya kalen izalesine çalışmak, eğer bunlara muktedir değilse, o münkeri kalben kerih görmek ve eğer bu dahi olmazsa, kişinin imandan hissesi kalmamış olacağı S.M. 50. hadiste; keza kalbi günah lekesinden tevbe ile (kalben nedamet duyarak) temizlemek İ.M. 4244. hadiste; ve günahtan pişmanlık duymak ve tevbedir diye İ.M. 4252. hadiste ders verilir. (Bak: Tevbe)
Bir rivayet de mealen şöyledir: “İnsanlar kendilerini günahta mazur (mes’uliyetsiz) görmedikçe asla helâk olmazlar.” R.E. sh: 354 ve Ebu Davud Melahim: 17 ve İbn-i Hanbel 4/260-5/293. Diğer bir rivayette de mealen: İşlenmiş günah hatırlanınca hüzünlenme (üzülme) keffarettir, buyurulur. (R.E. sh: 103)
Başka bir hadis meali de şöyledir: Günahın keffareti, nâdim (pişman) olmaktır. Eğer siz günah yapmasaydınız, Allah günah yapan bir kavim getirir ve onları mağfiret ederdi. (R.E. sh: 339 ve K.H. 1931. hadis) Bu hadis, günah işlemenin gerekliliği mânasında asla yanlış anlaşılmamalı. (Bak: 1072/1.p.) Bu hadisin bir mânası şudur ki: Beşer, takva ve fücur işleyebilir fıtratta olmasaydı, imtihan sırrı ve terakkiyat-ı beşeriye olamazdı. (Bak: 1656, 1657.p.lar)
Elhasıl, insan dünyada günahların çirkinliğini kalben, vicdanen hissedip manevi tevbeye sahib olmalı ki, vicdaniyat haline gelen bu haletle afv-ı İlahîye liyakat kazansın. Kur’an (49:7) âyetinde, iman nuru ve şuuru ile münevver ve kâmil kalblerin küfür, füsûk ve isyanı çirkin ve kerih gördüğü beyan edilir ki; bu husus, mevzuumuzu aydınlatan en güzel bir beyan olduğu gibi kemalat-ı beşeriyenin de üstün derecesidir. Evet insan kemalat-ı vicdaniyesi nisbetinde münkeri kerih görür. Asr-ı Saadet’te olduğu gibi. (Bak: 1490.p)
İki hadis meali de şöyledir: «Allah (C.C.) hususi bir zümrenin ameli ile umuma azab vermez. Şayet İslâm cemiyeti gücü yettiği halde, o (müfsid) zümreye aldırmaz ise hepsine azab eder.» (R.E. 91) (Bak: Musibet-i Amme)
«Kişiye, değiştirmeye gücü yetmeyen bir münkeri gördüğü zaman hiç değilse Allah’ın o münkeri sevmediğini bilmesi (yani günahı günah bilmesi) yeter.» (R.E. 243) (Bak: 813/1.p.)
510- Cehennem hakkında Kur’an (2:24) âyetinde «mazi sigasıyla zikredilen ²Åf¬2~ kelimesi, Cehennem’in el’an mahluk ve mevcud olup, ehl-i i’tizalin bilâhare vücudu geleceğine zehabları gibi olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istila etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlıyarak her tarafa dal-budak salıp gelen şu şecere-i nariyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır.
Evet toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nariyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads yani sür’at-i intikal ile hükmedebilir.» (İ.İ.127)
«Bir Hadis’e göre, Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennem’in bir yumurta gibi Arz’ın merkezinde mevcud ve bilâhare tezahür edeceği mümkinattandır. İhtar: Cehennem’in şimdi mevcud olmadığına Mu’tezileleri sevkeden bu hadis olsa gerektir.» (İ.İ.129)
Aynı hadisi teyid eden diğer bir hadiste de: Cehennem dört duvarla örtülü yani bir nevi (matvî) olduğu bildirilir. (*)
Arzın merkezindeki küçük Cehennemle alâkalı olarak çok manidar bir rivayette, Cehhennem’in denizlerle çevrili olduğu beyan edilir: K.H. 951. hadis.
510/1- Mütecaviz ve münafık kâfirlerden, Cehennem azabının tahfif olunmayacağı hakkında Kur’andan bir kaç not:
-Benî İsrail’den (Yahudi Milletinden) dünya hayatını âhirete tercih eden ve bu hırs-ı hayat yolunda her türlü hile ve mezalimi irtikab eden fâsık zâlimler kısmı ve onlara benzeyenlere Cehennem azabı hafifletilmez: (2:86)
-Beyyinat-ı İlahiyeyi ketm ü inkâr ile küfürde ısrar edenler hakkında Cehennem azabı hafifletilmez: (2:162) (35:36)
-Mürtedlerden azab-ı Cehennem tahfif edilmez: (3:83)
-Kendileri şirk ve küfre koştukları gibi, başkalarını da kendi yollarına çevirenlerin azabı artıp hafiflemiyecek: (16:85 ilâ 88)
-Âl-i Firavun ve dolayısı ile kıyamete kadar Firavuniyet yolunu takib edenlerden azab-ı Cehennem tahfif olunmaz: (40:49)
-Cehennem’in her dinmesinde, onlara bir saîr artırılması: (17:97) ve Cehennem’in “Hel min mezid” demesi: (50:30)
-Cehennem ne kötü karargâh, bak: 132. p. da âyet notu.
-Cehennem’de ateşten elbise, bak: 545.p. sonu ve 3775.p.da âyet notu.
-Cehennemde ölmek yok, cild teceddüdü ve galiz azab var, bak: (4:56) (14:17), (20:74)
511- qqCEHL uZ% : Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik. (Bak: Cehl-i Mürekkeb, İlim)
qqCEHL-İ BASİT n[¬K«" ¬uZ% : Bilmediğini bilmek suretiyle olan câhillik.
512- qqCEHL-İ MÜREKKEB `±6h8 ¬uZ«% : Bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemek; kendini biliyor sanmak. (Bak: Mâna-yı Harfi)
«Cenab-ı Hakk’a hamdler, şükürler olsun ki; mesail-i nahviyeden “isim” ile “harf” arasındaki manevi fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:
Harf, gayrın mânasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi; şu mevcudat da, esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlahî mektublardır ki, içlerinde yazılı delâil, berahin, havârık mucize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.» (M.N.214)
«Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar, bir Vâcib-ül Vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.» (S.554) (Bak: Feylesof)
Birkaç atıf notu:
-Hikmet-i hilkatini unutan “ene”nin durumu, bak: 822.p.
-Nur-u akıl kalbden gelir, bak: 1937.p.
-Ülfeti ilim telakki etmek hatası, bak: 3902.p.
513- «Efkâr-ı hazırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebeb; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla, anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca’ ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya had ya resim ile olur. Yoksa vâzıı câhil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i câmid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi.» (S.T.İ.110)
Cehl ve câhil hakkında âyetten iki not:
-Musa Aleyhisselâm’ın “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım” duası: (2:67)
-Câhillerin yersiz sözlerine aldırmamak ve iyilikle geçiştirmek ve onlarla arkadaş olmamak hakkında: (25:63) (28:55) (Bak: Hecr)
514- qqCELAL ÄŸ% : (Celâlet) Nihayet derecede büyüklük. Azamet. *Hiddet-lilik, hışım. * İlm-i Kelâm’da: Cenab-ı Hakk’ın kahrının ve azametinin tecellisi. Cenab-ı Hakk’ın nev’deki tecellisi. Cenab-ı Hak vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veya ihatadan âlî ve hislerle idrak edilmekten celil olduğundan “Celâl” denir.(O.A.L.)
«Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır. Celal ve Cemal’in sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al âlemine tecelli edince; tahliye ile tahliye (tezyin ile tenzih) doğar. Asâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intiba edince; lütuf, Cennet ve nur olarak; kahr da; Cehennem ve nar olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre in’ikas edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebeb olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın (C.C.) rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun.» (İ.İ.64)
Celâl ism-i şerifi Kur’anda (55:27,78) âyetlerinde geçer. (Bak: Esma-ül Hüsna)
515- qqCELALEDDİN-İ HARZEMŞAH ˜_- •ˆ‡~Y'w: (Vefatı Mi. 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7’nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır.
O zamanın deccalı olan Cengiz’in kahr ve şiddeti karşısında İran ve Turan korku ve zillete düştüğünde Celaleddin, Cengiz’in ordularını müteaddid defalar mağlub etmiştir. Kendisine pederinden şehzadelikten başka bir şey kalmadığı halde Harzem’de, Hind’de, Irak’ta, Azerbeycan’da dört devletin meydana gelmesine muvaffak oldu. Küçük küçük kuvvetlerle üç milyon askere sahib Tatar devletine karşı yirmiden ziyade zafer kazandı. Moğol taarruzlarından birisinde bir dağa çekildiği sırada, bir çapulcu taifesi tarafından sırtından hançerlenerek şehid edildi. (R.Aleyh)
516- «Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.”
İşte o zat, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.» (L.131)
qqCELALEDDİN-İ RUMÎ z8—‡ w: (Bak: Mevlâna Celâleddin-i Rumî)
516/1- qqCELALEDDİN-İ SÜYUTÎ z0Y[,w: Abdurrahman bin Ebu Bekr Muhammed. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyut şehrinde doğdu, Mısır’da vefat etti. Zamanın büyük İslâm allamelerindendir. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celaleddin Muhammed bin Ahmed Mısrî’nin, İsra suresine kadar yaptığı (Hi. 864 de vefat edince yarıda bıraktığı) tefsiri tamamlamış ve bu yüzden o esere “Celâleyn Tefsiri” denilmiştir.
517- qqCELCELUTİYE y[#YVDV% : Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) derslerine istinaden, aslı cifir ve ebced hesabı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te’lif edilen Süryanice bir kasidedir. Esas manası; bedi’ demektir. Matbu olup kütüphanelerde mevcud bulunan Mecmuat-ül Ahzab adlı eserin ci: l, sh: 499’dadır.
«Malum olsun ki; Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan
v«P²2«²~ v²,¬²~«— }«S<¬hÅP7~ ?«x²2ÅG7!«:öp¬8@«D²7!öv«K«T²7«! İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) diyor ki: “Onlar vahy ile Peygamber’e (A.S.M.) nâzil olduğu vakit İmam-ı Ali’ye (R.A.) emretti: “Yaz”. O da yazdı. Sonra nazmetti.” İmam-ı Gazalî (R.A.) diyor:
«v«P²2«²~ «v²,¬²~«— «p¬8_«D²7~ «v«K«T²7~«— «v[¬P«Q²7~ «s²4¬Y²7~«— «}«S<¬hÅL7~ «?«Y²2Åf7~ ¬˜¬g«; Å–¬~
¬?«h¬'«²~«— _«[²9Çf7~ ¯ˆYX6 ²w¬8 °i²X«6 ¯±t«- «Ÿ¬" «vÅP«QW²7~ «–YX²U«W²7~ Åh¬±K7~«—
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelutiye’nin hem Süryani kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerhetmiş.» (Ş.737)
518- Celcelutiye’de istikbale dair pek çok işarî ve gaybî ihbarat vardır. Bu ihbarata karşı «eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) bu umum mecazî mânaları irade etmemiş?
Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) irade etmezse, fakat kelâm delâlet eder. Ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delâletle mânaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî mânalar ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir.
Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) böyle bütün işarî mânaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelutiye vahy olmak cihetiyle- hakiki sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) üstadı olan Peygamber-i Zişan’ın (A.S.M.) küllî teveccühü ve Üstadının Üstad-ı Zülcelal’inin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.» (Ş.743)
519- qqCEMAAT }2_W% : Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük, *Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tabi bir heyet teşkil eden ahali. Bilhassa Âl-i Beyt silsilesi âlem-i İslâm’da, kemalât-ı maneviyenin bir merkez-i maneviyesi olmuştur. (Bak: Âl-i Beyt) *Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden; akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbirine bağlı insan topluluğu. (Bak: Cemiyet, Ehl-i Sünnet, Hizb, Hizbullah, İttifak, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, Millet, Milliyet, Ümmet)
520- Dinî bir cemaatın en ehemmiyetli vasfı ve mahiyeti, hak ve hakikat yolunda, rıza-yı İlahîyi kazanmak gayesiyle birleşen ve bir hizmet proğramı ve belli düsturlar dairesinde hareket eden topluluk olmaktır ki, bu şekliyle sağlam ve kâmil bir şahs-ı maneviyi teşkil ederler. Böyle bir cemaat mensubları, cemaata ait meselelerde, şahsî kanaat ve temayüllerine göre hareket etmezler. Bunların muayyen olmayan meselelerde şer’î usule uygun olarak yapacakları meşveretin hakka isabet ve hakikatı ihata derecesi, ferdî kanaatlardan çok üstün ve mutemed olur. (Bak: Şûra)
Bununla beraber maneviyatta yükselmiş bir şahsa bağlı kalarak teşekkül eden cemaatler de vardır. Tarikatlarda olduğu gibi.
521- Kur’an, i’lâ-i kelimetullah cemaatını şöyle tavsif ediyor:
¬¿—h²Q«W²7_¬" «–—h8²_«<«— ¬h²[«F²7~ |Å7¬~ «–Y2²f«< °}Å8~ ²vU²X¬8 ²wU«B²7«—
(3:104) «–YE¬V²SW²7~ v; «t¬¶[³«7—~«— ¬h«U²XW²7~ ¬w«2 «–²Y«Z²X«<«—
Meal-i Şerifi: “Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet (bir cemaat) olsun. İşte onlardır o felahı bulacaklar...” (Bak: 179.p.sonu)
Hayra davet, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker, alel-umum müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes’uliyetten kendini kurtaramaz.
Alel-umum müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir.» (E.T.1154) (Bak: Emr-i Bil Maruf)
522- Dine hizmet yolunda önde giden bu cemaat, asrın gayr-ı İslâmî alışkanlıklarının tesirinde kalmamalı ve levm-i lâimin tenkid ve kem nazarından çekinip aşağılık duygusuna kapılmamalıdır. Kur’an (3:102) âyetinin izahında şöyle deniliyor:
«Allah yolunda hakkıyla gücünün yettiği kadar mücahede etmek ve bu babda hiç kimsenin levminden korkmamak, hatta anası babası kendi aleyhinde bile olsa, Allah için adl ü hakkaniyetten ayrılmamaktır ki, bu hak vücub ve sübut mânasındadır ve (64:16) âyeti bunun beyanıdır.» (E.T.1155) (Bak: 179.p.)
Diğer bir âyet de şöyledir:
«(7:181) «–Y7¬f²Q«< ¬y¬"«— ¬±s«E²7_¬" «–—f²Z«< °}Å8~ _«X²T«V«' ²wÅW¬8«—
Halkettiğimiz kimselerden bir ümmet -bir cemaat-ı fâzıle- de vardır ki, hakka sarılarak rehberlik ederler ve bilhakkın icra-yı adalet eylerler. Binaenaleyh bunların icmaına ittiba, hidayettir.» (E.T.2340)
Atıf notları:
-Âl-i Beyt’in cemaat-ı mütesanidesi, bak: 199.p.
-Çığır açmak, bak: Essebebü Ke-l Fail
-Fıkıh (imanî hakikat) için bir cemaat-ı kalile, bak: 958/1.p.
-Dinî cemaatlar maksadda ittifak eder, bak: 1853.p.
-Muktesid bir cemaat-ı kalile, bak: 1979.p.da âyet notu.
-Levm-i lâimden çekinmeyen mücahid cemaat, bak: 1883.p.da bir âyet notu.
-Fitne devresinde İslâm cemaatından ayrılan, cahiliye ölümü ile ölür, bak: 2447.p.
Müfsid bir cemiyetin menfi tesirinden azade kalmak için gereken müsbet cemaat, bak: 2289/5.p.son yarısı
523- “Âhirette her cemaat imamları ile beraber çağrılacak” mealindeki (17:71) ayeti de müsbet dini cemaatlerin vücuduna işarettir. (Bak: 748. p.başı) On iki cemaat olan Musa (A.S.)’ın kavmi hakkında, asa mucizesiyle nebean eden oniki kaynaktan her cemaatın kendi kaynağını bilmesi mealinde olan (7:160) âyeti mâna-yı küllîsiyle, zaman ve mekânca farklı ve istidadca muhtelif olan insan cemaatlarına maneviyat âb-ı hayatını veren asırların imam ve mürşidlerini de telmih eder. (5:12) âyeti de aynı mânayı teyid eder.
524- Bir hadis-i şerifte de mealen şöyle buyuruluyor:
«Ümmetimden bir taife Allah’ın emirlerini yerine getirmekte devam edecektir. Onlara yardımdan çekinenler, yahud onlara muhalefet edenler, bu taifeye asla zarar veremiyecek, Allah’ın (kıyamet) emri gelinceye kadar bu mutlu taife, insanlara karşı böyle galib ve muzaffer halde kalacaklardır.” (S.M. ci: 6 sh: 126, 174. hadis) (Bak: 988.p.)
Aynı mâna ile alâkalı olarak İbn-i Mace Mukaddime 1. Bab’da 6 ilâ 10. hadisler de vardır. Ekser âlimler, Allah’ın inayet-i hassasına mazhar olmuş bu cemaatın, cihad-ı manevî ehli olduklarını beyan ederler. (Bak: 2922.p.)
Hadis metninde geçen ve “cemaat” manasında olan “taife” kelimesinin izahından bir parçası şöyledir:
«Bu cemaatın Allah Teâla tarafından alacakları yardımı, “Münkirlere karşı kullandıkları susturucu hüccetler, hak ve hakikatları isbatlayıcı bürhanlar ve ikna edici deliller” diye tefsir eden hadis âlimlerine göre, bu cemaat ilim ehlidir. Yardım ve desteği; kılıçlar, mızraklar ve benzeri silahlar ile açıklayanlara göre ise bu cemaat, gazilerdir. Yetkili âlimlerin çoğu, birinci görüştedirler. İbn-i Mace de hadis-i şerifi bu konuya almakla, ilk görüşe temayül etmiş oluyor.» (İbn-i Mace ci: l sh: 17)
Bu rivayet, 387.p.ta bildirilen rivayetle de alâkalı olsa gerektir.
525- Bilhassa fitne ve fesad artarak cemiyetin bozulduğu devrede sağlam ve salabet-i diniyeye sahib bir İslâm cemaatının bulunması gereklidir. Zira cemiyetin tahribatına karşı ferdler, bu İslâmî cemaata istinaden korunurlar. Aksi halde ferd allame de olsa, bozuk cemiyetin ifsadat-ı azîmesi içinde kendini muhafaza etmesi zorlaşır. (Bak: 3491.p.)
Bir rivayette mealen şöyle buyuruluyor:
«Şeytan (insî münafıklar) insanın kurdudur. Koyunu kapıp götüren kurd gibi. Nasıl kurd koyunun tek, sahibinden uzak ve köşe-bucakta kalmasını kollarsa, şeytan da böyledir. (yani müfsid cereyanlar da İslâm cemaatından kopuk insanı öyle kollar. En çok cemaattan ayrı olana musallat olur. Cemaata veya şahsa muhalefet hissinden dostâne hulul edip yakalar ve inşikaka vesile yapar.) Öyle ise size cemaatı, ülfeti (sık irtibatı) ve ammeyi (müslüman ekseriyeti) ve mescidleri (müslümanların toplanıp görüştüğü ibadethane ve medrese gibi dinî mahalleri) tavsiye ederim. Sakın ha cemaattan ayrılmayın ve tefrika ve ihtilafa düşmeyin.» (R.E. 216/16)
Fitne zamanlarında müsbet bir dinî cemaat içinde bulunmanın elzemiyetini beyan eden Bediüzzaman Sünnet yolunda olmak şartıyla bir tarikat mensubunun dahi, münferid yaşıyan bir âlimden daha mahfuz kalacağını şöyle izah eder:
«Adi bir samimi ehl-i tarikat, surî zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zendekaya giremez.
Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmiyen bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.» (M.445)
Bununla beraber keyfiyetsiz çokluğa da katılmamalıdır. Nitekim bir hadis mealinde şöyle buyuruluyor:
«Bir kimse bir kavmin (keyfiyetsiz) kalabalığını artırırsa, o da onlardan olur (keyfiyet meziyetini kaybeder). Kim bir kavmin (cemaatın) ameline (yaptıklarına) razı olursa (beğenirse), onların ameline ortak olur.» (R.E.441) (Bak: 1979, 4038.p.larda âyet notları)
Dostları ilə paylaş: |