İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə33/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   169

675/1- Bir memleketin kendi içtimaî hayatındaki müşterek ve umumi ihtiyaçla­rını, sahib olduğu medeni ve iktisadî şartları içinde temin ve icrası için teşkil ettiği hukukî ve idarî teşkilatı olan devletin sahibi, devleti kuran millettir. Bütünüyle dev­let memuru ve âmirleri, hakkın ve halkın hâdimleri ve maaşlı işçileri mânasındadır. Bir hadiste buyurulduğu gibi:

« ²v­Z­8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ ­f¬±[«, (63) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır. Bir hâ­kimi­

yet ve benlik için tahakküm âleti değil.... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuri­yeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidane bir mer­tebe tarzına getir­diğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet adalet olmaz, esasiyle de bo­zulur. Ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksız­lıklara vesile olur.» (E.L.II.173)

İşte bu hakikat-ı hadisiyeye aykırı olarak, enaniyetin hâkimiyeti zevkiyle zaman zaman bir kısım devlet ricali, milletin şahsî hayatına, kıyafetine hatta düşünce itika­dına kadar müdahale etmek istediklerinden, devletin müdahale sahasını hayli geniş­letmişler. Halbuki devletin -milli hizmetleri müstesna- adlî ve idarî müdahale sahası, ciddi bir ihtiyaç olmadıkça genişletilmemelidir. Çünki devlet daha çok müstehlikler kadrosu olduğu cihetle müstahsili azal­tacağı gibi (Bak: 1279. p.da haşiye) ferd hürri­yetlerine de müdahalesi artar ve böylece devlet, memuru olduğu milleti rahatsız eder. Halbuki devletin sahibi millettir. Vazifedar memurîn kadrosu olan devlet, âmiri olan millete ve mil­letin vicdanına, mukaddesatına muhalif bir yol tutamaz.

Devletin dâhildeki vazife sahası, askerî teşkilat, adalet müesseseleri, dev­let ge­lirlerine ve gelir kaynaklarına bakan vazifedarlar, hastahane, yol, muha­berat ve fa­kirlere yardım hizmetleri gibi vazifeler çerçevesinde kalır ve lü­zumu kadar vazife yüklenir. Yoksa bürokrat (Bak: Bürokrasi) durumuna ve giderek aşırı devletçiliğe ka­yar ve devletin sahibi olan milletin üstünde müte­hakkim bir kadro olarak ortaya çı­kar. Bilhassa harb veya ihtilal hâdiselerinin neticesinde «istibdadat-ı askeriye» (Ş.264) ve bir nevi askerî saltanat şekline döner.

676- «Devlet teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimi­yet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:

l- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasetini şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve serbest rekabete dayandırıp iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde bulunduğu devlet şeklidir.

2- Sosyalist ve Komünist Devlet: Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.

3- Faşist Devlet: Menfi milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan, şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline veren devlet şeklidir.

4- Teoratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bu­lunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu devlet şekli ce­miyet ve milletlere hükmetmiş, fakat tahrif edilmiş İncil’e sahib oldukları ve İlahî iktidar ve hâkimiyet yerine ruhban sınıfının hâkimi­yet ve iktidarını ikame ettikleri için insanın fıtratındaki hakikatı taharri ve hürriyet fikri galebe çalarak bu devlet ve idare şekli Fransız ihtilaliyle yıkıl­mış, fakat ihtilalciler ve muakibleri beşeriyeti yeni­den ızdırablara düçar eden kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerden başka birşey getirememişlerdir. Çünki hareket ve istinad noktaları, beşerî fikir ve ölçüler olup materyalist (maddeci) dünya görüşlerinin zaruri neticesi olarak teavün yerine cidal; hak yerine kuvvet; iktisad yerine ihtiyaçları tezyid ve tahrik ve sefahete teşvik et­tik­lerinden beşeriyetin huzur ve saadetlerini bozdular. (Bak: Teokrasi)

5- İslâm Devleti: İktidar ve hâkimiyeti; milliyet ve unsuriyet yahut içtimaî sınıf­larda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah’da kabul eder. “Hâkimiyet Al­lah’ındır” kaidesine istinad eden devlettir.

Bu devlet, halkı veya siyasî temsilcisi olan kişiyi yahut meclisleri İlahî ik­tidar ve hâkimiyetin tatbikçi memurları olarak görür.» (O.A.L.) (Bak: 2195.p.sonu ve 3895.p.)

677- qqDEVLETÇİLİK tV[æB7—… : Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve zi­raatın devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma ait olan işleri ve bu iş­ler için lâzım gelen teşkilat, müessese ve sairlerini devlet eliyle yapıl­masını kabul eden idare sistemi. *Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseselerini devlete dev­retmek fikri. Bunun ifratı, fertlere ve millete zu­lümdür ve dinsizlik rejimi olan ko­münizme giden bir usuldür. (O.A.L.) (Bak: Sosyalizm)

678- qqDİL u<… : Lisan, zeban. *Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu. * İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat. *Muhtelif âlât ve edevatın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları. *Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz kumluk, uzunca kara parçası. *Mc: Gıybet, mezemmet, dedikodu, çekiştirme. (Bak: Lisan)

«İnsanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere âlet olu­yor... Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir mü­fettiş olmak ve kelimeler vazife­sinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir ter­cüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat’i bir surette ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz zihayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhu­runda ve gündüz kat’iyetinde nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâm-ül Guyub’un daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşietinden hâ­riç hiçbir şey yoktur diye ilan ederler.» (Ş.647)



679- Dilin ikinci vazifesi olan konuşmada, lüzumsuz kelâmları söyleme­mek ge­rektir. Ezcümle bir hadiste şöyle buyuruluyor:

¬¿—­h²Q«W²7_¬" ¬h²8«~ ެ~ ­y«7 «ž ¬y²[«V«2 «•«…³~ ¬w²"~ ­•«Ÿ«6

Åu«% «— Åi«2 ¬yÁV7~ ¬h²6¬†«— ¬h«U²X­W²7~ ¬w«2 ¬|²ZÅX7~«—

«Yani: Ma’rufu emretmek (Kur’an hakikatlarını bildirmek), münkeri, kötülük­leri menetmek (zararlarını anlatmak) ve Allah’ı zikretmek dışında kalan sözleri, in­sanın aleyhindedir.» (64) (Bak: Mizah)

Hem « ¬y¬9_«K¬7 ²w¬8 «•«…³~ w²"~ _«<_«O«' ­h«C²6«~ Âdem oğlunun hatalarının birçoğu di­linden ileri gelmektedir.» (65)

Hem « «t«9_«K«7 ²o«S²&¬~ Dilini muhafaza et (lüzumsuz şeyler söyleme). Yani: İn­san lisanına hâkim olmalıdır. Çünki lüzumsuz lakırdılar insanın kıy­metini düşürür, kendisini çok kere günaha sokar, mes’ul bir halde bırakır.

Bir Arab şairi diyor ki:

~®‡~«h¬8 ¬•«Ÿ«U²7~|«V«2 ­a²8 ¬f«9 ²f«T«7«—  ®?Åh«8 ¬€Y­U­K7~|«V«2 ­a²8 ¬f«9 _«8«—

Yani: Ben sükût ettiğimden dolayı bir kere olsun nâdim olmadım, fakat söyle­diğim sözlerden dolayı defaat ile nedamet ettim.» (66)

Kur’an (31:19) (49:2,3 âyetleri de gereksiz ve âdaba aykırı olarak yüksek sesle konuşmama dersini veriyor. T.T.ci: 2, sh: 107 ve ci: 5 sh: 329 aynı mevzu hakkında­dır. Kur’an (23:3) (25:72) (28:55) âyetleri, lüzumsuz ve mantıksız konuşmalardan, sohbet-i suriye ve münakaşa gibi hareketlerden kaçınmayı ders verir.



680- Mevlana Cami Hazretlerinin, yerli-yersiz ve riyakârane konuşmalara karşı hassasiyetini gösteren bir hâdise:

«Mevlana Cami, bilhassa ihlasta ilerlemiş, maneviyatta mesafe kat’etmiştir. Bundan olacak ki, gösterişten çok rahatsız olur, bütün huzur ve rahatını tevazuda, ihlasta bulurdu. O insanı maddî ve ilmî kazancıyla değer­lendirmezdi. Bütün mes’elesi; gönül ehli olmak, iyi niyet sahibi bulunmak, tevazu ve ihlas içinde dinî hayat yaşamaktı. Muhatablarında aradığı bunlardı. Nitekim bir gün mâna büyükleri­nin oturduğu bir davet sofrasında biri dik­katini çekti. Adam henüz ruhen olgun­laşmamış olduğunu, her haliyle belli ediyordu. Yemeğe başlarken yüksek sesle ve hodfüruşane bağırdı:

-Tuz getirin! Yemeğe tuzla başlamak sünnettir.

-Adamın kendisini göstermek için söylediği bu sözden rahatsız olan Mevlana, yavaşça cevap verdi:

-Hazret, ekmekte tuz vardır. Onu hatırlıyarak yerseniz, sünneti yerine getirmiş olursunuz.

Adam fazla ders almadı bu ikazdan. Az sonra birine bir ihtar verdi:

-Ekmeği tek elle koparıyorsun. Tek elle koparmak mekruhtur.

Cami Hazretleri bu hareketen de rahatsız oldu. Tekrar düzeltme yaptı:

-Sofrada başkasının eline, ağzına bakmak da mekruhtur. Hem de senin hatırlat­tığından fazla mekruh...

Adam birazcık ders alır gibi olup susmuştu. Ama kendini mutlaka gös­termek istiyor, dikkatleri üzerine çekmek için konuşmaya devam niyeti taşı­yordu. Nitekim az sonra yine başladı:

-Yemek yerken konuşmak sünnettir!

Mevlana Cami yine ikaz etti: “Çok konuşmak ise mekruhtur.”

Hatalı sözler sarfettiğini anlayan adam, bundan sonra lüzumsuz konuş­mayı da, sivri ve rahatsız edici sözlerle hata düzeltmeyi de terketti.» (İslâm Büyükleri sh: 221) (Bak: 732/2.p.)

Kur’an (58:9,10) âyetlerinde fısıldaşma (gizli konuşma) bazı hallerde ya­saklanır.



681- qqDİN w<… : İslâm, şeriat. * Millet. * Âdet, hal, siyaset. * Hesab: * Kahr, ga­lebe, istila. * Mâlik olmak. Aziz olmak. Vera, takva. Masiyet ve ik­rah. Hizmet. * Hüküm, kaza ve ihsan. * Bir şeyi âdet eylemek, de’b. Sîret ve tarikat. * Tedbir ve tevhid. * Melik, mülk. * Birisini hoşlanmadığı şeye sevketmek.

«Asl-ı lügatta din; ceza, yani mükâfat veya mücazat veya itaat etmek. Mana-yı masdarîlerle alâkadar olarak, bir tâbi’ ile hâkim bir metbu arasındaki nisbetin ismi­dir. Bu nisbet, metbu hâkim tarafından mülahaza edildiği za­man sevab veya ikab ile tatbik-i mesuliyet; tâbi’ tarafından mülahaza edildiği zaman da arzu-yu selâmet ve ümid ü mehafetle taat ve inkiyad ifade eder ki, bunlar dinin mâna-yı masdarîsidirler. Hâsılları, deyyaniyyet ve diyanettir.» (E.T.1061)

* Ist: Allah ile kul ve kullar arasındaki münasebetleri tanzim eden İlahî nizam. * İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan hak ve hakikat kanunlarının heyet-i mecmuasıdır. Din kâinatın, dünyanın, hayatın ve in­sanın yaratılış gayelerini, hikmetlerini açıklayarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İnsanların cemiyet hayatında ba­rış içinde ve kardeşçe yaşamala­rını sağlar, hakiki saadete ulaştırır. Dinin za­yıfladığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilalci ideolojiler yayılır, milletin birlik ve dirliği bozulur. (Bak: İslâm, Şeriat)

Birkaç atıf notu:

-Sıbgatullah, din-i fıtrî, bak: 3375.p.

-Din kelimesinden maksad, bak: 1223.p.

-Din milliyetin hayatı, bak: 553.p.

682- Bernard Shaw demiş:

«Din-i Muhammedî’nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din; tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferid olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani: Islah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed’in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletle­rini kendine celbedebilir.

Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vacibdir ki desin: “Mu­hammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârıdır. “Ve halaskârlık namı, ona veril­mek lâzımdır.» (M.215)

683- «Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler, Felakete Sebebdir-ler.

Şu jön-türkün hatası: Bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâ­miyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet; müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görü­yordu. Şimdi zaman gösterdi:

Medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi: Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İs­lâm bunu anladı...

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terak­kisi. İh­mali nisbetinde idi milletin tedennisi.

Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenasi.» (S.716)



684- Din hakkında âyetlerden birkaç not:

-Allah indinde din, din-i İslâm olduğu hakikatını bildiren bazı âyetler: (3:19, 73, 83, 85) (5:3) (39:3)

-Din-i Kayyim: (6:161) (12:40) (30:43)

-Yevm-id din: (1:3) (26:82) (37:20) (38:78) (51:12) (56:56) (70:26) (74:46) (82:15 ilâ 18) (83:11) (Bak: Yevm-id-din)

-Din-i fıtrî ve hanif: (30:30) (98:5) (Bak: Hanif)

-Edyan-ı semaviyenin esasatta müşterekiyeti ve dini ikame etmek: (42:13)

-Din-i Hakk’ın bütün dinlere galebesi: (48:28) (61:9)

685- qqDUA š_2… : Allah’a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. *Salât, namaz. * Cenab-ı Hak’tan hayır ve rahmet dilemek. Allah’ın rızasını, hidayet ve isti­kamete muvaffakiyeti dilemek, yalvarmak. * Peygamber’e (A.S.M.) salavat getirmek. * Birisini çağırmak. * Birisini bir şeye sevketmek. * Bir kimseye bir isimle tesmiye et­mek. (Bak: Cevşen-ül Kebir, Salât, Sevab-ı A’mâl)

686- Kur’anda dua ile alâkalı çok âyetler vardır. Bu âyetlerden biri olan «(25:77)

²v­6Η_«2­… «ž ²Y«7 |¬±"«‡ ²v­U¬" ÎY«A²Q«< _«8 ²u°5 Yani: “Ey insanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” mealindeki âyetin beş nüktesini dinle:

Birinci Nükte: Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hük­mündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi dua üç nevidir:

Birinci nevi dua: İstidad lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidad ile, Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için, bize neşv ü nema ver; küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın büyük hakikatına çe­vir.”

Hem şu istidad lisanıyla dua nev’inden birisi de şudur ki: Esbabın içti­maı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet, bir lisan-ı hal hükmüne geçer. Ve müsebbebi, Kadir-i Zülcelal’den dua eder, isterler. Meselâ: Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki: “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlikımız!” derler. Çünki o mucize-i hârika-i Kudret olan ağaç; o şuursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi mu­haldir. Demek içtima-i esbab, bir nevi duadır.

687- İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zihayatların ikti­dar ve ihtiyarları dâhilinde olmıyan hacetlerini ve matlablarını, ummadıkları yerden vakt-i münasibde onlara vermek için, Hâlik-ı Rahim’den bir nevi du­adır. Çünki iktidar ve ihtiyarları hâricinde, bilmedikleri yerden vakt-i münasibde onlara bir Hakîm-i Ra­him gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir.

Elhasıl: Bütün kâinattan Dergah-ı İlahiyeye çıkan bir duadır. Esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.



688- Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zişuurların duasıdır ki, bu da iki kı­sımdır. Eğer ıztırar derecesine gelse (Bak: 4013.p.) veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebetdar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmış ise veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, (Bak: 875.p.) ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakiyat-ı beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havarik-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, manevi bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidad ile istenilmiş, on­lara verilmiştir. Lisan-ı istidad ile ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi, bir mani olmazsa ve şerait dâhilinde ise, daima makbuldürler.

İkinci kısım; meşhur duadır. O da iki nevidir: Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ: Çift sürmek, fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil, belki toprak hazine-i rah­metin bir ka­pısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar..



689- Eğer desen: Bazan kat’i olacak işler için dua edilir. Meselâ husuf ve küsuf namazındaki dua gibi. Hem bazan hiç olmayacak şeyler için dua edilir?

Elcevab: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilan eder. Zahirî maksadlar ise, o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir; hakiki faideleri değil. İbadetin faidesi, âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir.» (M.299-301)



«Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibade­tin vak­tidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ay’ın tutulmaları, küsuf ve husuf na­mazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakit­leridir. Yani gece ve gündüzün nuranî ayetlerinin nikablanmasıyla bir aza­met-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam et­mesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsufla­rının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, ni­yaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde, beliyyeler def’olun-mazsa; denilmiyecek ki: “Dua kabul olmadı.” Belki deni­lecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle belayı ref’etse; nurun alâ nur... o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir.» (S.317)

Bir atıf notu:

-Yağmur duasının bir hikmeti ve ondan alınacak ibret dersi, Bak: 3050.p.

690- «Üçüncü Nükte: Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetle­dir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlası verilir. Meselâ: Bi­risi kendine bir erkek evlad ister. Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evladını veriyor. “Du­ası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evla bir surette kabul edildi” denilir. Hem bazan, kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Du­ası reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfa’ bir surette kabul edildi” denilir. Ve hâ­keza... Mâdem Cenab-ı Hak Ha­kîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevab verir. Fa­kat hikmetine göre bi­zimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etme­meli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabib beni dinlemedi” denil­mez. Belki ah ü fizarını dinledi, işitti, cevab da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.

691- Dördüncü Nükte: Duanın en güzel, en lâtif, en leziz, en hazır mey­vesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki; birisi var ki onun sesini din­ler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim zat var; ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını defedebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir fe­rah, bir inşirah duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp «w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~ der.

692- Beşinci Nükte: Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın netice­sidir. Çünki dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir; en uzak maksadlarımı yapa­bilir; benim her ha­limi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işiti­yor ki, be­nim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de O’ndan bekliyorum. O’ndan istiyorum. İşte duanın verdiği hâlis tevhidin ge­nişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halavet ve safiliğine bak,

(25:77) ²v­6Η_«2­… «ž²Y«7 |¬±"«‡ ²v­U¬" ÎY«A²Q«< _«8 ²u­5 sırrını anla ve

(4:60) ²v­U«7 ²`¬D«B²,«~ |¬9Y­2²…~ ­v­UÇ"«‡ «Ä_«5«— fermanını dinle.

²˜~«Y' >…~«… y«9 ²…~«… |;~«Y' y«9 h«6«~ denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, iste­mez vermezdi.» (M.301-302)



693- Bir hadis-i şerifte: « ­?«…_«A¬Q²7~ «Y­; «š_«2Çf7~ Å–¬~ Yani: Şüphesiz ki dua iba­det­tir.»(67) buyuruluyor. Aynı kitabın 3853. hadisinde ise: Duada acele et­mek, istenen şeyi hemen dünyada istemek, duanın kabulüne mani olduğu beyan edilir.

694- «Sual: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki, bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan sa­lavat-ı şerifeyi sefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

Hem ¬`²[«R²7~ ¬h²Z«P¬" (68) yani gıyaben ona dua etmek; hem hadiste ve Kur’anda ge­len me’sur dualarla dua etmek. Meselâ:

¬?«h¬'³ž²~«— _«[²9 Çf7~«— ¬w<¬±f7~|¬4 ­y«7«— |¬7 «}«[¬4_«Q²7~«— «Y²S«Q²7~ «t­V«\²,«~ |¬±9¬~ Åv­ZÅV7«~



(69) ¬‡_ÅX7~ «~«g«2 _«X¬5«— ®}«X«K«& ¬?«h¬'³ž²~ |¬4«— ®}«X«K«& _«[²9 Çf7~ |¬4 _«X¬#³~ _«XÅ"«‡

gibi câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevaki-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’a da, hususan saat-ı icabede; (70) hem şuhur-u selasede, hususan leyali-i meşhurede; hem rama­zanda, hususan leyle-i ka­dir’de dua etmek kabule karin olması rahmet-i İla­hiye’den kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri gö­rünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.» (M.279)



695- Duanın kabulüne mühim bir vesile de, hastalıkta kazanılan halettir: «Has­talık, insandaki aczini, za’fını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve za’fın di­liyle halen ve kalen bir dua ettirir. Cenab-ı Hak, insana, hadsiz bir acz ve ni­hayetsiz bir za’f ver­miş.. tâ ki daimî bir surette dergah-ı İlahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin.

(25:77) ²v­6Η_«2­… «ž²Y«7 |¬±"«‡ ²v­U¬" ÎY«A²Q«< _«8 ²u­5 yani: “Eğer duanız olmazsa ne ehem­-

miyetiniz var.” âyetin sırrıyla insanın hikmet-i hilkatı ve sebeb-i kıymeti olan samimi dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan şekva değil, Al­lah’a şükür etmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, âfiyeti kesbetmekle kapama­mak gerektir.» (L.211)

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: «Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için ve­rilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; (*) kendisi de bir nevi ibadettir ve has­talık ile aczini anlayıp der­gah-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlın­dan verir. Hem dua istediği­miz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez... Hâlik-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.» (L.215)



696- «Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacâtında, istirahat-ı nefs için dua et­memiş; belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudi­yet için şifa taleb eylemiş. Biz o münacât ile birinci maksadımız; günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mani ol­duğu zaman iltica edebiliriz.» (L.12)

697- Dualar, huzur hakikatı ve şuuru ile yapılmalıdır. Yani Cenab-ı Hak her şeyi her an bilip gördüğü hakikatına istinaden karşılıklı konuşma ve muhatab ma­kamı haletiyle olmalı. Yani:

«Sen Cenab-ı Mücib-üd Daavat’a münacâtta bulunduğun zaman, ona karşı öyle bir tarz-ı hitabda bulun ki, sanki Cenab-ı Mücib-i Rahim, senin yanındadır ve bera­berindedir ve seni görmektedir ve seni işitmektedir ve rahmet ve keremiyle sana nüzul etmektedir gibi tasavvurla hitab et! Yoksa sen onun yanında imişsin veya be­raberinde imişsin veya ona yakın imişsin veyahut ona doğru yükselmekte imişsin gibi farz ve tahayyülde bulunma! (Allah’ın mahlûkatına karşı kurbiyet ve bu’diyeti, bak: 2145, 2146.p.lar)

Evet Cenab-ı Hakk’a karşı münacâttaki vaziyetin ise; bir geminin şark cihetinde bir yerde oturtulmuş gözsüz ve sağır birisinin, telefonun kulağında fısıldayarak, manzar-ı âlâda hurdebinî teleskoplarla ona bakan zâta karşı mü­nacât edip, kaşlarıyla işaret eden şahıs gibi ol! Hem geminin sahib-i alîminin şuurundan tereşşuh edip ya­pılan geminin pusulasıyla, gayet kolay olarak o gemi, her bir menzili kat’edince onun hatırından geçen hatıraları da ilmi ile bilen bir zata karşı şükrünü ilan eden kimse gibi ol.» (M.Nu.262) (Namazda huzur, bak: 1388.p.)

Duada kalben başka şeylerle meşguliyet ve gaflet, duanın makbuliyetini zedeler. T.T. ci: 5, 365. hadisin beyanı da mevzu ile alâkalıdır.



698- «Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çi­çeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğ­farı ver ki, onun eli seyyi­attan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehennem’e ye­tişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, is­tiğfar ve tevbe dahi, meyelan-ı şerri ke­ser, tecavüzatını kırar.» (S.468)

699- «Sual: Denildi ki: Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Hal­buki böyle cüz’î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve her bi­risine aynı hediye düş­mek, tavr-ı aklın haricindedir.

Elcevab: Fâtır-ı Hakîm nasılki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi inti­şarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış (Bak: 1230/1.p.) ve radyo vasıta­sıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (A.S.M.); umum yerlerde ve umum in­sanlara aynı anda yetiştirmek gibi, öyle de; oku­nan bir Fatiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvatına aynı aynı yetiştir­mek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî ha­vada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasılki bir lamba yansa, mu­kabilindeki binler âyineye (herbirine) tam bir lamba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yasim-i Şerif düşer.» (Ş.685)



700- Duada avuç içini aşağı doğru çevirmek hakkında Büluğ-ul Meram adlı eser şu rivayetleri nakleder:

« ¬š_«WÅK7~ |«7¬~ ¬y²[ÅS«6 ¬h²Z«P¬" «‡_«-«_«4 |«T²K«B²,­~ Enes (R.A.) dan rivayet edildi­ğine göre, Peygamber( A.S.M.) yağmur duası yapmış ve avuçlarının sırtı ile semaya işaret etmiştir.

Bu hadisi 896 numara ile Müslim de tahric etmiştir.

701- Bu hadis-i şerif, dua ile belânın giderilmesi istenildiği zaman, avuç­ların sırtı semaya çevrilerek; bir şeyin vücud bulması veya verilmesi istenil­dikte ise, avuçların içi semaya çevrilerek el kaldırılacağına delildir. Nitekim bu husus, Hallâb b. Es-Saîb’in babasından rivayet ettiği şu hadiste sarihtir:

«w²O«" «u«Q«% «Ä«_«, ~«†¬~ «–_«6  •ÕÕ‹  Å|¬AÅX7~ Å–¬~

_«Z²[«7¬~ _«W­;«h²Z«1 «u«Q«% «†_«Q«B²,~ ~«†¬~«— ¬š_«WÅK7~ |«7¬~ ¬y²[ÅS«6

Yani, Peygamber (A.S.M.) bir şey istediği zaman avuçlarının içini, bir şeyden (Allah’a) sığındığı zaman ise avuçlarının dışını semaya çevirirdi.



702- Keza _®A«;«‡«— _®A«3«‡ _«X«9Y­2²f«<«— (21:90) yani “Rağbet ve korku halle­rinde bize dua ederler” mealindeki âyet-i kerimesi dahi; rağbette avuçların içi, rehibde avuçla­rın dışı semaya kaldırılır diye tefsir edilmiştir.» (B.M. ci: 2, sh: 230)

«Ellerini yukarı kaldırıp, avuçlarının içlerini dua kıblesi olan arş tarafına açmak ve eğer şiddet ve âfat def’i için olursa, ellerinin arkasını yukarı doğru tutup, akis olunması mervidir.» (Mecma-ul Adab sh: 30) (Bak: Ebu Davud 1487, 1490. hadisler)

Bazı kaynaklar duada ellerin bitişik veya arası açık olabileceğini kayde­derler. (Bak: Ebu Davud hadis no: 1489, 1491 ve İ.U. ci: l sh: 880)

703- Farz namazlarının hemen akibinde yapılan duanın makbuliyeti hak­kında hadis-i şerifte:

« ¬€_«"Y­B²U«W²7~ ¬€~«Y«VÅM7~ «h­"­…«— ¬h¬' ³ž²~ ¬u²[ÅV7~ ¬¿²Y«%

Yani: Gecenin son kısmında ve farz namazların akibinde yapılan dua­lardır, buyuruluyor.» (71)

704- Şerre dua meselesi ise, bilhassa asrımızda bazı safdil müslümanların çok garib bir halidir. Şöyle ki:

« (17:11) ®žY­D«2 ­–_«K²9¬ž²~ «–_«6«— ¬h²[«F²7_¬" ­˜«š_«2­… ¬±hÅL7_¬" ¬–_«K²9¬ž²~ ­²f«< «—

Yani: “İnsan hayra dua eder gibi, şerre dua veya şerri davet eder. Sanki o büyük ecre dua ediyormuş gibi, o elîm azaba dua eder. Veya ef’aliyle o azabı davet eyler.» (E.T.3168)

Evet esbab âleminde duaların en müessir ve kuvvetlisi, fiilî duadır. Zira fiilî dua, istenen şeyin elde edilmesi için hikmet-i İlahiyenin koyduğu sebeblerine riayet etmektir. Meselâ; gazete, mecmua, radyo ve televizyon gibi neşriyat vasıtalarıyla ya­pılan menfi neşriyat ve telkinata kapıları açarak kendi­sini ve aile efradını bu menfi telkinata maruz bırakmak, hatta bunlara para vererek o menfi neşriyatın devamına yardım etmek, umumi ahlâkın bozul­masına ve neticede günahların, şerlerin umu­mileşip aileleri ve cemiyeti istila etmesine sebebiyet vermek, safdilâne ve şuursuzca, şerrin lehinde fiilî bir duadır.



İki atıf notu:

-Şerli insanlara dua etmemek, bak: 2162.p.

-Duanın (fitne içinde) kabul olmaması, bak: 813, 908, 2646.p.lar.

705- Bu çeşit menfi fiilî duanın dehşetli bir başka misali de dinî an’ane ve yaşa­yış tarzından uzaklaşarak ecnebi mukallidliğine özenmek, moda ve asrîlik namı al­tında bu Avrupa yaşayış tarzını taklid dahi, İslâmiyet aleyhtarı düşüncelerin ve âdetlerin yayılıp yerleşmesine ve böylece umumi hayatın ve ahlâkın bozulmasına sebebiyet veren fiilî bir dua ve telkindir. (Müfsid reislere safdilane taraftarlık hatası, bak: 126.p.)

706- Bu menfi fiilî duanın neticesinde maruz kalınan dehşetli zararları görünce feryad edip Allah’tan bu şerlerin def’i için kavlen dua ve niyazda bulunmak, önceki menfi fiilî duaya ters düştüğünden kabule şayan olmaya­cağını Peygamberimiz (A.S.M.) haber vermektedir. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruluyor:

Åw«U¬-Y­[«7 ²—«~¬h«U²X­W²7~ ¬w«2 Å–­Y«Z²X«B«7«— ¬¿—­h²Q«W²7_¬" «–—­h­8Ì_«B«7 ¬˜¬f«[¬" |¬K²S«9 >¬gÅ7~«—

²v­U«7 ­`[¬D«B²K«< «Ÿ«4 ­y²X«2~Y­2²f«B«7 Åv­$ ¬˜¬f²X¬2 ²w¬8 _®"_«T¬2 ²v­U²[«V«2 «b«Q²A«< ²–«~ «yÁV7~

Nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, emr-i bilma’ruf ve nehy-i anilmünkeri yaparsınız veya Allah size azabını gönderecektir. Sonra O’na dua etse­niz de duanız kabul olmayacaktır. (72)

Diğer bir hadiste ise:

«yÁV7~~Y­2²f«# ²–«~ «u²A«5 ¬h«U²X­W²7~ ¬w«2 ²h«Z²9~«— ¬¿—­h²Q«W²7_¬" ~—­h­8

²v­U«7 «h¬S²R«< «Ÿ«4 ­˜—­h¬S²R«B²K«# ²–«~ «u²A«5«— ²v­U«7 «`[¬D«B²K«< «Ÿ«4

buyurulmaktadır. Yani: «Allah’a dua edip de duanız kabul edilmiyecek ve af dileyip de mağfiret olunmıyacağınız hale gelmeden önce ma’ruf ile emredin, münkerden nehyedin.» (73)

Gayet manidar diğer bir hadiste de:

¬•Ÿ²,¬ž²~ ¯•²f«; |«V«2 «–_«2«~ ¯}«2²f¬" «`¬&_«. «hÅ5«— ²w«8 buyurulur. Yani: Bir kimse bir bid’at sahibini ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.(74)



707- Bu ve benzeri ehadisten anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih edilerek revaç bulmasını önlemek yerine, bid’atlara özenip taklid etmek, nefse de hoş geldiğinden, bid’alar intişar eder. Bu ise, şerleri celbeden menfi ve fiilî bir dua olur ve manevi hayatın temeli olan şeairin za­yıflamasına, hatta şeairin cemi­yette hoş karşılanmaz hale gelmesine sebebiyet verir ki, âhirzaman fitnesinin deh­şetli bir vasfını teşkil eder. (Âhirzaman fit­nesinde münkerin maruf, marufun münker sayılması, bak: 985, 3186.p.lar)

Bir atıf notu:

-Duası makbul olanlar, bak: 3964/2.p.

708- Dua hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Esma-ül Hüsna ile dua etmek: (7:180)

-Sadakat (zekat) verenlere dua: (9:103)

-Zaruret ve sıkıntıda iken dua edip, rahatta iken etmiyen müsrifin zümresi: (10:12)

-Binek ve vasıtalara binilince okunan dua: (43:13)

Hadis kitablarında dua hakkında bölümler vardır. Ezcümle, T.T.ci: 5. sh: 198. duanın fazileti babıdır.

709- qqDUHAN –_'… : Duman. * Tütün. * Kıtlık ve kuraklık. * Kur’an-ı Ke­rim’in 44. Suresinin adı. * Arab lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.

«Duhan, ilk yaratılıştan yani esir maddesinin yaratılışından,

(79:29) _«Z[«E­/ «‚«h²'«~«— âyetinin işaretiyle ecram-ı münire yaratılışına kadar olan devre, duhan’a benzediğinden teşbih olabilir.» (Bak: Kur’an 41:11) (E.T.’den mezkûr âyetlerin tefsir özetidir.) (Bak: 1918. p.haşiyesi)

Hem (11:7) ¬š_«W²7~ «|V«2 ­y­-²h«2 «–_«6«— âyeti de esir maddesine işareti vardır. (Bak: Esir)



710- qqDUHAN-I MÜBİN w[A8 ¬–_'… : (Kur’an (44.10) âyetinde geçer)

Aşikâre duman. *Mc: Koyu gaflet ve dalâlet ki duman siste olduğu gibi, duhan da hakikatların idrakine perde olur.

«Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mes’ud Haz­retlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünki çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za’fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senele­rinde havanın fenalığından, sema dumanlı görünür. Bir de Arab, galib olan şerre, duhan tesmiye eder. Nitekim dumanlı hava tabirini biz de kullanırız.» (E.T.4297)

Kıyamet alâmetlerinden olan bu “duhan” hakkında rivayet ediliyor ki. «Bütün arz, içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve dönecek... Huzeyfe: Ya Resulallah! O duhan nedir? demiş; Resulullah, Kur’an (44:10) âyetini okuyup buyurmuştur ki, “maşrık ile mağrib arasını dolduracak, kırk gün kırk gece duracak, mü’min zükam gibi olacak, kâfire sarhoş gibi burnundan, ku­lağından girip aşağısından çıkacaktır.» (E.T.4298) (Kıyamet alâmetlerinden olan duhan rivayeti, bak: 614.p.)

Kur’an kelimelerinin fihristesi olan Mu’cem-ül Müfehres’te şu kayıt var­dır: Bu duman, kıyametten biraz önce veya kıyamet anında vukua gelecek. Yahut bu, şerrin galib gelmesinden kinayedir.

710/1- «Haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan» (Ş.732) hakkında (Büyük İslâm İlmihali sh: 27 p. 60) kıyamet alâmetlerini sayarken: «Bir duhan= dumanın zuhuru ki, mü’minleri nezleye tutulmuş bir hale getirecek, kâfirleri de sarhoş gibi yapacaktır» der.

Demek bir mânada da âhirzaman fitnelerinde dehşetli bid’alar zulümatı ve ka­ranlıklı dalâletlerin istilası ile hakikatleri görmeye mani olan bir gafletin (Bak: Gaflet) ve içtimaî hayatın fertlere menfi tesirinin vaziyet-i müdhişesini, hatta mü’minlerin de o manevi nezle sebebiyle, hakikatın manevi zevkini tam alamıyacağını bir nevi ihbardır.

Evet duhan tabir edilen bu kalın gafletin yani sefahatin hayatperestliğin ve me­deniyet namı altında umumîleşen Avrupaî ve asrî hayatın te’siriyle dinî hayatın esası olan hissiyat-ı mütevarise, hissiyat-ı kalbiyye, hissiyat-ı ulviye, hissiyat-ı vicdaniye gibi tabirlerle ifade edilen manevî hisler inkişaf etmez.

Ahsen-i takvim tabiriyle Kur’anda bildirilen fıtrat-ı asliye, fıtrat-ı selime, o ce­miyet toprağı altında bir çekirdeğin toprak altında çürümesi gibi bozu­lur. (Bak: 1968, 1969.p.) Artık o insanın Allah’a karşı mânevî mes’uliyet duy­gusu ve haya gibi dinî hayatın temeli olan hisleri gelişmez; gelişmiş olanı da bozulur; cemiyette umu­mileşen apaçık günahları kerih göremez. (Bak: 509/5.p.) İşte âhirzaman fitnesinde olacağı ehadisle ihbar edilen duhan, as­rımızda dehşetiyle zuhur ettiysede umumî ve kalın gaflet sebebiyle ekser in­sanlarca fark edilmemektedir.



Atıf notları:

-Âhirzaman fitnesinde gözlerin kör, kulakların sağır olması, bak: 985,986.p.lar.

-Günahların, zikirden uzaklaştırması, bak: 1074.p.başı

-Günah-ı kebire içinde amele ihlasla muvaffakiyet azdır, bak: 3651.p.

Kur’an bütün insanlara hitab ettiğinden, ifadeleri böyle muhtelif vücuh ve mânaya şamildir. (Bak: 2110-2112. p.lar) “Duhan” hadislerde de geçer. Ezcümle; Buhari 65. kitab 44. bab; Müslim 2798 ve 2947. hadisleri ile İbn-i Mace 4041 ve 4055. hadisleri örnek verile­bilir.

711- qqDÜNYA _[9… : (a.i. Denaet veya Dünüvv’den ism-i tafdili olan “edna”nın müennesidir.) En yakın, en aşağı mânasına gelir. Şimdiki âlemi­miz. Âhirete veya ölüme en yakın olmasından veya insan nefsindeki hislere tesirde en yakın ve aldatıcı olması sebebiyle bu isim verilmiştir. (Bak: Arz, Eyyam-ı Kur’aniye)

Dünyanın yüz ölçümü, 510.101.000 km2’dir. Aydan uzaklığı, 384.365 km.dir. Güneşten takriben 149.589.000 km. uzakta bir yörünge boyunca ortalama saatte 107.219 km. hızla döndürülmektedir.

Dünya Güneş etrafında, bir elipse benzer medarında hareket ederken güneşe olan uzaklığı ve hızı her noktada aynı değildir. Bunun için verilen ra­kamlar ortalama olarak alınmaktadır. Bu husus diğer seyyareler için de variddir.

Dünyanın Güneş etrafındaki bir dönüşü, güneş yılı olarak tarif edilmiş olup 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 saniye sürecek şekilde ayarlanmıştır. Dünyanın şekli, kutuplardan basık karpuz biçimindedir. Ekvatordaki çapı, 12.756,3 km., kutuplar­daki çapı ise 12.713,6 km.dir. Atmosferinin % 78,09’u azot, % 20,95’i oksijen, yakla­şık % 0,2-0,4’ü su ve kalan kısım da diğer bazı gazlardır. Dünya hem Güneş, hem de kendi etrafında döndürülür. Cenab-ı Hak dünyanın dik değil de 23º 27’ eğik yaptığı ekseni ile güneş etrafında dö­nüşü, mevsimlerin husulüne; kendi etrafında dönüşünü de gece ve gündü­zün husulüne sebeb kılmıştır.

«Kur’an (79:30) âyetinde, yayıp döşemek ve deve kuşu yumurtası ma’nasında olan (dahy-dahv) tabirinden, hicri 968 tarihinde vefat eden Ahteri Kebir müellifi, dünyanın bir elips şeklinde, devekuşu yumurtası biçi­minde yuvarlak olduğuna inanmış ve bundan üç asır evvel ifşa etmiştir.» (H.Basri Çantay)

712- Âyetlerde, hadislerde ve bütün İslâm büyüklerinin irşadlarında, dünya ha­yatına aldanmamak için pek çok ikaz ve ihtarlar vardır. Ezcümle: Kur’anda (17:19) âyetinin de teyid ettiği gibi:

«(11:15,16)_«Z«B«X<¬ˆ«—_«[²9Çf7~ «?Y«[«E²7~ ­f<¬h­< «–_«6 ²w«8 Her kim dünya hayat ve zinetini isterse yani muradı, niyeti hep bu olur, buna çalışırsa ²v­Z«7_«W²2«~ ²v¬Z²[«7¬~ ¬±¿«Y­9 dünyada amellerini kendilerine tevfiye ederiz, bâligan mâbelağ ifa eder veririz.

«–Y­K«F²A­< «ž _Z«[¬4 ²v­;«— Ô O halde bunlar dünyada bahse maruz olmazlar. Yani hak­ları yenmez, sa’y ü amellerinin bedelinde hiçbir şey eksik verilmez.

«t¬¶[³7—­~ Ô Bunlar -dünya hayat ve zinetini murad eder olanlar «w<¬gÅ7~ o mah­rumlar­dır ki ­‡_ÅX7~ ެ~ ¬?«h¬'³ž²~ |¬4 ²v­Z«7 «j²[«7 Ô Âhirette kendilerine ateşten başka hiçbir şey yoktur. _Z«[¬4 ~Y­Q«X«. _«8 «n¬A«&«— Ô ve bütün işledikleri orada habtolmuş bulu­nur.

«–Y­V«W²Q«< ~Y­9_«6 _«8 °u¬0_«"«— Ô ve her ne yaparlarsa bâtıldır. Haddizatında boştur, daha açıkçası Allah’tan başkası fani olduğundan mahza Allah için yapılmış olmayan her amel bâtıldır.» (E.T.2771) (Bak: 1507.p.)

713- Diğer bir ayette de: «_«[²9 Çf7~ «?Y«[«E²7~ «–—­h¬$ÎY­# ²u«" (87:16) fakat siz gafil in­sanlar o felahı herşeye tercih ederek o tezekkiye çalışacak yerde öyle yapı­yorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. onun zinetini, eğlencesini, yemesini, içme­sini, kadınlarını, lezzetlerini takdim ediyor, onlarla iştigal ve o yolda mallar sarf ü is­tihlâ­kini hoşlanıyorsunuz da âhiret felah ve saadetini hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz.» (E.T.5766) (Bak: 1082, 1083.p.lar)

«Hasılı: (57:20) ¬‡—­h­R²7~ ­_«B«8 ެ~ _«[²9Çf7~ ­?Y«[«E²7~ _«8«— dünya hayatı, meta-ı gu­rurdan başka birşey değildir. bir meta’dır fakat bir aldanma metaıdır... an­cak Said İbn-i Cübeyr Hazretlerinden mervi olduğu üzere meta-ı gurur ol­ması, âhiret tale­binden alıkoyması cihetiyledir. Amma Allah Teâla’nın rıdvanına ve âhiret metali-bine vesile edinilmesi haysiyetiyle ne güzel meta’, ne güzel vesiledir.» (E.T.4752)



714- Sual: Ehadiste «dünya tel’in edilmiş, “cîfe” ismiyle yadedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. “Fenadır, pis­tir” diyorlar. Halbuki sen bütün kemalât-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşı­kane ondan bahsediyorsun?

Elcevab: Dünyanın üç yüzü var:

Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar. Onların nukuşunu göste­rir. Mâna-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâ­yıktır.

İkinci yüzü: Âhirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezrasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâ­yıktır.

Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünya­nın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fanidir, zâ­ildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir.

Kur’an-ı Hakim’in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir. (Dünyevî meşru işlerin bir nevi ibadet ol­ması, bak: 2793.p.)



715- Şimdi dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

Birincisi: Ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakk’ın marifetine ve muhabbet ve iba­detine sed çektiği için tahkir eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zaruri işleri onları amel-i uhrevî­den men’ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile Cennet’in kemalat ve mehasi-nine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a gü­zel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dün­yanın ne kadar kıymetdar mehasini varsa, Cennet’in mehasinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünki eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nef­retinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Zira dünya eline geçiyor, fakat dur­muyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. “Pistir” der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tah­kir odur ki; hubb-u âhiretten ve marifetullah’ın muhabbetinden ileri gelir. Demek makbul tahkir, ev­velki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yap­sın. Amin» (S.625)

716- «Sual: Diyorlar ki: ehl-i velayet ve ashab-ı kemalat, dünyayı terketmişler. Hatta Hadiste var ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başı­dır.” Halbuki sahabe­ler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ed­nasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

Elcevab: Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’i isbat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, Esma-i ilahiyeye mukabil olan yü­zünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, Esma-i İlahiyenin ayinesi görüp, müştakane te­maşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fani yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.» (S.484) (Dünya âhiretin tarlasıdır, bak: 535, 544, 1031.p.lar)



Birkaç atıf notu:

-Dünyanın zinetlerini terk, bak: 1241.p.

-Dünya bir misafirhanedir, bak: 2105.p.

-Dünya hayatındaki gaye, bak: 1025, 1030.p.lar.

İnsanın, dünyadan ebede kadar, hayat yolculuğunun mahiyet ve istikameti ile alâ­kalı ola­rak Bediüzzaman’ın gördüğü bir vakıa-yı hayaliye için 3244, 3245.p.lara bakınız.

717- Sual: «Mahbublara olan aşk-ı mecazi aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nasda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazi dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet dünyanın fani yüzüne karşı olan aşk-ı mecazi, eğer o âşık, o yü­zün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, baki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazi aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki; kendinin zail ve hayatıyla bağlı ka­rarsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup, afaka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına dü­şer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtar­sın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:

Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam ayinesi bu­lunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî... Herbirimiz kendi ayinemiz vasıtasıyla, hususi odamızın şeklini, he­yetini, rengini de­ğiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hakeza... ayinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleşti­rir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumi oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab ede­bilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

718- İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam ayinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fa­kat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemi­miz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem... onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatı­mız gibi, zail, fani, kararsızdır, his­sedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız ayine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; on­dan, cilve-i esmaya in­tikal eder.

Hem o hususi dünyamız, âhiret ve Cennet’in muvakkat bir fidanlığı ol­duğunu derkedip ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o mecazi aşk, hakiki aşka inkılab eder.

Yoksa (59:19) «–Y­T¬,_«S²7~ ­v­; «t¬¶[«7—­~ ²v­Z«K­S²9«~ ²v­Z²[«K²9«_«4 «yÁV7~~Y­K«9 sırrına maz­har olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususi kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini layemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O mu­habbet onun için hadsiz belâ ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder.» (M.10) (Bak: Hırs, Tul-ü Emel)

Bir atıf notu:

-Hususi dünya, bak: 1077.p.

Esasen «Dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti su-i istimal ederek; fani, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarfettiğinden, 75) ¬}«¶[[¬O«' ¬±u­6 ­‰Ì~«‡ _[²9Çf7~ Ç`­& hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.» (L.233) (Bak: Rabıta-i Mevt)



719- Kur’an (14:3) âyetinin bir kısmı olan «_«[²9Çf7~ «?Y«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< bah­sinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bakiyeye bile­rek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, baki el­maslara bildiği halde ter­cih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair âza vazifele­rini kısmen bırakıp onun imdadına ko­şar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile ya­ralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor. (Bak: Beka ve 1269.p.)

Hem nasıl ki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şa’şaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek işti­rak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvi latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp per­vane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.



720- Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde ol­mak şar­tıyla (Bak: Zaruret) bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edil­mesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebi­yet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şı­rınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Evet insaniyetin ya­şamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkma­sıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şe­rait-i hayatın ağırlaşma­sıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet na­zar-ı dikkati şu ha­yata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor.» (K.L.104) (Bak: Menfaatperest)

Birkaç atıf notu:

-Hırs-ı dünya, bak: 2791, 3002.p.lar

-Dünya hayatına davet edenlere cevab, bak: 1185.p.

-Dünyaya çağıranlar çoktur, bak: 1280.p.

-Dünyaperestlerin başına gelen semavi musibet, bak: 284.p.

-Bu asrın nazarı, dünya menfaatlarını birinci derecede görür, bak: 1484,1488.p.lar.

-Dünyayı âhirete tercih eden ehl-i dalalet, bak: 618.p.

721- İşte insanların böyle tehlikelere düşmemeleri ve dünyanın fani yü­zünden alâkalarını kesmeleri için Kur’an ve ehadiste pek çok ikaz ve irşadattan bulunul­maktadır. Fakat ehl-i dünya bu ikazları bile garib karşılar. Ezcümle, dünyanın ehemmiyetsizliğini ders veren hadislerden biri olup «en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:

(76) ¯š_«8 «}«2²h­% _«Z²X¬8 ­h¬4_«U²7~ «¬h«- _«8 ¯}«/Y­Q«" «ƒ_«X«% ¬yÁV7~ «f²X¬2 _«[²9 Çf7~ ¬a«9¬ˆ«— ²Y«7

ev kema kal, meal-i şerifi: “Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek ka­nadı ka­dar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler.” Hakikatı

şudur ki: ¬yÁV7~ «f²X¬2 tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek

kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene de­ğil, belki herke­sin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var. Biri Cenab-ı Hakk’ın esmasının ayineleri-dir. Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri; fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz marzî-yi İlahî olma­yan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek Esma-i Hüsnanın ayineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiâtın menşei ve beliyyatın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerre­sine değmediğine işarettir.» (S.346)



Bazı atıf notları:

-Allah sevdiği kulunun dünyasını kapar, bak: 411/1.p.

-Âl-i Beyt’in dünyadan küstürülmesi, bak: 1196, 1334.p.lar

-Dünyaya küsmek, bak: 1517.p.

-Dünya menfaat ve meşgaleleri, cihada mani olmamalı, bak: 573, 574.p.lar

-R.E. sh: 26’da 3. hadis; kalbinde bina yapmak sevgisi bulunanları zemmeder.

722- Hem yine dünyanın âhiret saadetine nisbetle ehemmiyetsizliğini anlatan bir hadis-i şerif de şöyledir:

¬h¬4_«U²7~ ­}ÅX«% «— ¬w¬8ÌY­W²7~ ­w²D¬, _«[²9 Çf7«~ (77) “Yani: Dünyada şu mü’min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dar-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, ma­dem Cehennem’den çıkmıyacaklar. Hasenatla­rının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri (Bak: 712.p.) ve büyük seyyi­atları te’hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü’min bu dünyada dahi kâ­firden manen ve hakikat nokta-i naza­rında çok ziyade mes’uddur. Adeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde ma­nevi bir cehennemi ateşlendiriyor.» (L.48) (Bak: 2170/1.p.)

Bir hadiste: «Allah kuluna hayır murad ederse, cezasını dünyada, şer murad ederse, âhirette verir» diye buyuruluyor. (R.E. sh:26) (Bak: 565.p.)

723- İki hadis-i kudsîden iki ibret levhası:

«t²[«V«2 «l<¬h«E²7~|¬8¬h²&«~ _«[²9­… _«< _«[²9 Çf7~ |«7¬~ |«&²—«~ «yÁV7~ Å–¬~

«t[¬4 «f¬;~Åi7~ |¬8¬f²'~«— «l<¬h«E²7~|¬8¬f²F«B²,~«— «t[¬4 «f¬;~Åi7~ |¬R«B²"~«—

Yani: “Allah Teâla dünyaya şöyle vahyetmiştir: Sana hırsla düşkün olanı mahrum et! Seni önemsemeyip geri çekileni de ara (onu mahrum etme). Sana düşkün olanı kendine hizmetçi edin ve sana düşkün olmayana hizmetçi ol.” (78)

_«[²9 Çf7_¬" ¬Ä_«R¬B²-¬ž²~ «Ä_«R¬B²-¬ž²~>¬f²A«2 ¬`²V«T²7~|«V«2 ­`¬7_«R²7~ «–_«6~«†¬~ «–~«h²W¬2 «w²"~|«,Y­8 _«<

. ¬Ä_«W²7~¬w«2 ­y­B²V«S²3«~«— ¬Ä_«W²7~ ¬p²W«D¬" ­y­B²[«V«B²"~«— «€²Y«W²7~ ­y­B²[«K²9«~«— ¬h²T«S²7_¬" ­y«A²V«5 ­a«V«R²-«~

|¬#«…_«A¬2 |«V«2 ­y«BÅW¬; ­a²V«W«& ¬?«h¬'³ž²~ ¬h²8«_¬" ¬f²A«Q²7~¬`²V«T²7~|«V«2 ­`¬7_«R²7~ «–_«6~«†¬~«—

.«}«&~Åh7~ ­y«9«f«" «— |«X¬R²7~ ­y«A²V«5 ­a²\«V«8«— >¬…_«A¬2 ­y«7 ­a²8««f²F«B²,~«—

Yani: “Ey İmran oğlu Musa! Eğer kulumun kalbinde dünya meşguliyeti üs­tünse, ben onun kalbini ihtiyaçla meşgul ederim, ona ölümü unuttururum, ona mal toplama hastalığını veririm ve onu âhiretten gafil bırakırım. Eğer kulun kalbinde âhiret işiyle uğraşmak üstünse, onun gayretini bana yönelti­rim, kullarımı ona hiz­metçi kılarım, kalbine zenginlik doldururum ve bede­nine de rahatlık veririm.» (79)

Bir hadis-i şerifte de dünya hayatı şöyle tavsif edilir:

« ¬u[¬A«, ­h¬"_«2 ²—«~ °`<¬h«3 «tÅ9«_«6 _«[²9 Çf7~ |¬4 ²w­6 Yani: “Sen dünyada sanki garib imişsin veya yolcu imişsin gibi bir halde bulun.» (80) (Bak: Zühd)

Bir atıf notu:

-Mü’minin ölümünün, ana karnından dünyaya gelişine benzetilmesi, bak: 2402.p.

724- Dünya hayatı hakkında, dünya kelimesinin geçtiği âyetlerden bir­kaç not:

-Dünyayı âhirete tercih edenler: (2:86) (9:38) (14:3) (16:107) (79:38, 39) (87:16, 17)

-Dünya zevki ve çeşitli menfaatları, nefsin nazarında güzel göründüğünden onlara aldanılmaması: (3:14) (18:46) (28:60, 61) (57:20)

-Dünya hayatı aldatıcı bir hayattır: (3:185) (6:32, 70) (7:51) (10:24) (13:36) (29:64) (40:39) (42:36) (43:35) (47:36)

-İnsan dünyanın, Allah âhiretin kazanılmasını istiyor: (8:67)

-Ehl-i dünyanın dünyalıklarına imrenmemek: (9:55,85) (18:28) (20:131) (28:79, 80)

-Dünya hayatıyla tatmin olup âhireti ummayanların cezası. (10:7) (45:34, 35)

-Dünya serveti, ekser insanlarda hakiki diyanete mani olduğuna işaret: (10:88)

-Dünya menfaati için dine alâkadarlık gösterenler: (22:11)

-Dünyanın yalnız zahirini bilip, hakiki vechini bilmemek gafleti: (30:7)

-Dünya zinetini isteyen, Peygamber’in (A.S.M.) ezvacı hakkında gelen tahyir âyeti: (33:28,29)

-Dünya hayatını gaye edinenlere isteklerinden verilir, âhirette mahrum bırakılır: (42:20) (46:20)

qqDÜŞMANLIK tVXW-… : (Bak: Adavet)





Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin