İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə32/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   169

673/3- Bediüzzaman Hazretlerinin demokratlık ve millet hâkimiyeti hakkın­daki bazı beyanlarından birkaçı şöyledir.

«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti gös­termek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir.» (H.93)

«Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî de­nilen adâlet ve meşveret ve kanununda cem’i kuvvet» (İ.M.Ş.61)

«Hem de meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir se­bebi ve hâkimiyet-i milliyeyi te’min ile makina-yı hayatın buharı olan hürri­yetteki irade-i cüz’iyyeyi, istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşve­ret-i şer’iyyenin mâyesiyle mayalandıran, meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasiye adem-i ihtiyacı­nızı görmek istiyor.» (İ.M.Ş.52)

«S-Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?

C-Saatçı ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet hâ­kimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kayma­kam ve vâli reis değiller belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.» (Mün. 33)

Evet «İslâmiyetin bir kanun-u esasisi olan Hadis-i Şerifte ²v­Z­8¬…_«'¬•²Y«T²7~­f¬±[«, (*)

yani: Me’muriyet emirlik ise: Reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. De­mokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasisine dayanabilir. Çünki kuvvet ka­nunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfi olur.» (E.L.II.163)



673/4- Zamanımızın ehemmiyetle üzerinde durulan mes’elelerinden biri de, demokrasinin İslâmla bağdaşıp bağdaşmadığı mes’elesidir. Mevzuyu ana yapısı iti­bariyle ve avam seviyesinde ele alacağız.

Evvela, tatbikatta görülen demokrasi ile nazariyattaki demokrasiyi karış­tırma­mak gerekiyor. Bundan sonra nazariyattaki demokrasinin hür seçim, hukukun hâ­kimiyeti, kanun karşısında müsavat, din ve vicdan hürriyetiyle fi­kir ve kelâm hürri­yetleri gibi temel yapısının tesbiti lâzım geliyor. Tâ ki tatbi­katta görülen demokrasi­nin, nazariyattaki demokrasiye nisbetle eksiklikleri ve zıt tarafları görülebilsin. Böy­lece ana hatlarıyla tesbit ve tayin edilen nazarî demokrasi, eksik ve bazan hürriyet rejimine muhalif giden tatbikattaki de­mokrasiden ayrılsın, iltibas edilmesin ve de­mokrasi adına icra olunan anti­demokratik tatbikatları görülebilsin.

İslâmiyetle münasebeti ve tevfiki bakımından ele alıınacak nazarî de­mokrasinin esaslarına girmeden önce, önemli bir hususa temas etmek gere­kiyor. Şöyle ki:

Nazarî demokraside -ana yapısı ve esasları itibariyle- İslâmî yani semavî men­şee, diğer bir tabirle vahye dayanmak veya dayanmamak mecburiyeti yoktur. Vahye dayanmamak mecburiyeti ancak lâik demokraside aranır. Na­zariyattaki demokra­side böyle bir mecburiyet mevzubahis değildir. Genel şekliyle demokrasi, vahye da­yanıp dayanmamayı mevzu etmediği ve ikisine de eşit manada ve değerde baktığı müddetçe de semavî dinlerden ayrılıp, be­şerîlik vasfını alır. Halbuki İslâmiyet, siyasî iktidar sahibi değilken, yani tabi’leri cemiyette azınlıkta iken de prensip ve itikadî vechesiyle vahye da­yanmayı esas alır hem vahyin tebliğini ister ve hâkimiyetine yani bütün kâi­nata hâkim olan Allah’ın ahkâmının beşerin şahsî ve içtimaî hayatına da hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu hâkimiyete zemin hazırlanmasını emre­der.

Demokrasinin bîtaraflık yapısı itibariyle siyasî hayatta demokratik iktidar, vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini iktidara getiren bu topluluğu temsil eder. Zira demokrasinin temel prensiplerinden biri, halk hâkimiyetidir. Bu sebeble halkın iradesini temsil etmeyen bir iktidar demok­rat olamaz. Eğer cemiyette ço­ğunluk olarak vahyi esas alan bir topluluk mevcutsa, iktidar da bu topluluğun tem­silcisi olmak bakımından vahyi esas alan ve vahye dayanan bir iktidar olmak duru­munda ve mecburiyetindedir. Bu iki durumun dışında ne lâik, ne de antilâik azınlık yani muhalefet grupla­rın bir fırsat ele geçirme, aldatma veya kuvvet kullanarak ikti­dar olma şekli, demokraside kabul edilemez.

Tatbikatta gördüğümüz demokrasilerde ise, zaman zaman bu tarz do­lambaçlı yollara başvurma, demokrasi adı altında, ideolojik maksad ve men­faatlere göre ha­reket ve icraatlar yapmak, asrın siyaset dünyasında bir nevi maharet addedilir ol­muştur. Oysa İslâmiyet, mütecaviz olmayan ve cemi­yette ekseriyet olan bir toplu­luğa tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü tebliğ, demokrasinin de reddedemiyeceği, en meşru bir yoldur. Hür rejimlerde fikir ve söz hürriyetine, teb­liğe karşı çıkılamaz. Aksi hal tecavüz olup, demokrasinin en mühim bir esası çiğ­nenmiş olur.

İnsaniyeti mesh eden (Bak: Mesh) hayvanî hürriyetlerinden burada bah­sedil­medi. Bir derece bilgi için Medeniyet maddesine bakınız.

673/5- Bilindiği gibi aristokrasi ihtisas, dirayet ve liyakat esasına dayan­dığından halkın iktidarına yer vermez. İktidarı, imtiyazlı azınlığın hakkı ola­rak kabul eder. Demokrasi ise halk ekseriyetine dayanır. İslâmiyet ise, -şer’î ahkâmla tayin edilme­miş sahalarda teşri’ için- havastan kurulan şûra heyeti vasıtasıyla ihtisas, dirayet ve ahlâk cihetlerinden liyakatlı olan meb’us nam­zetlerinin tesbitinden sonra bu şahıs­ları, milletin re’yine arzeder. Seçilen va­zifeyi deruhte eder. Böylece İslâm, kendine has ulvî meziyetleri yanında hem aristokrasinin liyakat ve hem de demokrasinin halk iradesi gibi maslahatlı ta­raflarını da cem’ eder.

673/6- İnsanların ekserisi nefsanî temayüllere sahip oldukları cihetle, böyle bir ekseriyeti temsil eden demokrasilerde içtimaî hayattaki neticelerinin müsbet olması ihtimali zayıftır. Bu mevzu ile alâkalı olarak, Prof. Dr. İbra­him Canan tarafından kaleme alınan “Âhirzaman Fitnesi ve Anarşi” adlı ese­rin 404. sahifesinde şu ifadeye yer verilmiştir:

«Yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir: Siyasî tarih araştırıcıları, demok­rasinin en eski yurdu sayılan kadîm Yunanistan’dan zamanımıza ka­dar cereyan eden hâdiseleri değerlendirince -her seferinde muttarid ve kesin olmamakla beraber- umûmiyet itibariyle demokratik idarelerin peşini anarşi­nin takip ettiğini, anarşinin de yerini kan ve diktatör idarelere bıraktığını mü­şahede etmişlerdir.» (Parkinson, L’Evolution de la Pensée Politique, l,22; 2, 60, 211.)

Cemiyette ekseriyetçe yaşanan hayat tarzı, çok defa cemiyetin ekserisine tesir eder ve aşılanır. Bu müessiriyet içtimaî (sosyolojik) bir kanundur. Eğer cemiyetin hayat tarzı kısmen de olsa nefsanî ise, daha çabuk yayılır. Bediüzzaman Hazretleri âhirzaman fitnesine ait bir hadîsi izah ederken der ki: “Müştehiyat ise, nefisler ta­raftar olduğundan çabuk sirayet eder.” (Ş.586) Bozuk cemiyetlerde fikir yoluyla ya­pılan müsbet telkin ve tebliğler, az olan bazı iyi niyetliler için fayda sağlar. Fakat mezkûr kaide ve nokta-i nazara göre, sefih ve nefisperest bir cemiyeti düzeltmeye alâkasız kalan ve böyle bir cemiyetin ekseriyetine dayanan demokrasilerde, ıslahtan daha çok ifsad ve anarşi artar. Ancak şu husus var ki, kuvvetli ve müessir bir İslâmî ıslah ve tebliğ faaliyetine mümanaat etmeyen bir demokrasi anlayışı tatbik edilse du­rum değişebilir. Böyle müsbet faaliyetlerin neticesi olarak cemiyette umumî bir ıslah ve düzelmenin mümkün olacağını beyan eden Bediüzzaman Haz­retleri bu hususu şöyle ifade eder:

«Ma’lûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamir­cinin bu derece muka­vemeti ve te’siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede ol­saydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecektir.» (K.L.149)

Yani tatbikattaki demokrasi, nazariyattaki demokrasiye muhalif şekil ide­olojik bir gaye takibiyle dini hizmetlere ve hakikî ıslah faaliyetlerine müma­naatı ve baha­nelerle müdahalesi olmasa idi, hiç değilse bîtaraflık prensibi ile ifsad ve ıslah faali­yetleri arasında hakem makamında kalsa idi, anarşik hâdi­selerin önlenmesinin mümkün olacağını bazı hâdiseler münasebetiyle devlet ricaline ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde de şunu hatırlatır:

«Evet Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır ef­kârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Menetmek, Cumhuriyetin kanun­larının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere tarafdarlık ile, Cumhuriyetin esaslı prensib-lerine zıddı zıddına gidemez.

Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hük­münü al­sın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit hakem hük­münü versin ve hâ­kimlik noktasında hükmünü icra etsin.

Evet inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes’elemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya din­sizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın garbda ve Avrupa’da zuhuru; ve agleb-i Enbiyanın şarkta ve Asya’da tulu’ları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim, galib, din cereyanı­dır. Elbette Asya’nın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade ede­cek. Ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına tema­yül ettirecek­tir.» (T.H.241)



673/7- Çok icmalen ele aldığımız hakiki hürriyet rejiminin yapısında gayr-ı meşru, haksız tecavüzlere yer yoktur, yasaktır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri­nin Risale-i Nur külliyatında mevzu ile alâkalı bahislere yer verilmiştir. Ezcümle, milletler arası umumî sulhun ve hakikî hürriyet rejimi­nin korunması için, mütecaviz vahşet ehlinin tecavüzüne karşı kuvvet kulla­nılabileceğini, fakat medenilere karşı ikna usulünün esas alınmasının lüzu­munu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri Kur’ana istinaden diyor ki:

«Eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve ina­dını kırmak ve tecavüzatını def’etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstik­balde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hak­kaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.» (H.Ş.35)

«İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini ga­lebe ede­cek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.» (H.Ş.36)

«Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i be­şerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlâhiyeden bekliyebi-lirsiniz.» (H.Ş.37)

«Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve ruy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahme­tinden niyaz edi­yoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.» (H.Ş.43)

«Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî, adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı teza­hür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara... » (H.Ş.52)

«Amma cihad-ı hâricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husu­mete vaktimiz yoktur.» (İ.M.Ş.57)

«Husumet ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin ol­sunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hare­ketimiz ikna’dır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvi göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz.» (İ.M.Ş.60)

«Ecnebilerin vahşi oldukları kurun-u vustada; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza et­miş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medeni ve kuvvetli ol­duklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil ol­muştur. Zira din nokta-i naza­rından medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.» (H.Ş.96)

Mezkûr nakillerde görüldüğü üzere, Kur’an en yüksek medeniyeti, yani farklı anlayışlara veya dinlere bağlı olup mütecaviz olmayan milletlerin, sulh içinde yaşa­malarını te’min eden umumî düsturları câmi’dir.

Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkeme müdafaasında, bu hükmü te’yid eden şu beyanları dikat çekicidir:

«Ma’lumdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokun­mamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.

Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâki­miyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizle­rin küfür re­jimlerini kabul etmeyip Kur’an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasra­niler tabi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu’teriz bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede bir­likte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükûmetinin mukad­des rejimle­rine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana ka­pılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmayan şarkta, garbda, bütün dünya adalet müesse­selerinde cari ve hâkimdir.» (T.H.651)

673/8- Beynelmilel meşhur hukukçular da, İslâm dininin vaz’ ettiği umumî düsturların, sulh-u umumîyi ve beynelmilel asayişi te’min eden bir külliyete sahip olduğunu tasdik ederler.

Ezcümle, «Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cemiyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: “Ben itikad ediyorum ki: Muhammed’in misli, yani siretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin müşkilatını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husûlüne sebeb olacak. Evet bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihti­yacı var olduğunu her­kes anlar!» (M.215)

«Bugünkü medeni cemiyetler, Kur’anın yüksek hakikatlarını, yüksek te­rakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişeme­mişlerdir. Bu büyük hakikatı, meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:

“Demokrasiyi en ileri götüren millet, İngilizlerdir. Bunun daha ötesi, Müslü­manlıktır.” » (N.Ç. 184)

«Müslümanların dini, Kur’an dinidir. Bu din müsalemet, emniyet ve hu­zur di­nidir.» (Piskopos Volter Meron’un “Müsalemete en doğru yol” adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan)

«Fransa’nın en ma’ruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar), 1913 sene­sinde Figaro gazetesi’nde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsale-metin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteş-riki di­yor ki:

“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine naza­ran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, ci­han medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir; o kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebi­liriz. Filhakika bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları te’min etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı ta­nımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şek ve şüphe yoktur.”

Fransız muharriri, daha sonra, Kur’anın umumi müsalemeti muhafaza husu­sundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki: İslâmiyet, yeryüzün­den kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı de­vam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır... buna imkân yoktur! ... Gaston Care» (İ.İ.221)



673/9- İslâmiyet nazarında harp, ancak bir mecburiyet neticesidir. «Na­sıl, bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlum­lara bin rahmettir. Ve o zâ­limi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yü­zer biçarelere yüzer merhametsizliktir....» (Ş.230)

Aynen öyle de mütecaviz bir milletin zalimane ve sulh-u umumiyi ihlal eden te­cavüzüne karşı zulmünü durdurmak için -müsamaha ve şefkatle- harb açmamak, büyük bir haksızlık olur.

«Cihadın hikmeti insanları ikrahtan korumak, hakkın bil’ihtiyar kabul ve intişa­rına sed çekmek istiyen ve gücünün yettiğine cebr ü ikrah eden hak düşmanlarının def’i ve mevaniin ref’idir...» (E.T.864)

Evet « ²v­Z­8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ ­f¬±[«, hadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istib­dadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.» (İ.M.Ş. 60)

İslâm âlimleri harb hukuku ile alâkadar olarak, (29:46) âyetinden, kendi­lerine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale etmek; (4:90) âyetinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokun­mamak gerektiğini anla­mışlardır.

673/10- Mezkûr hür rejim esaslarını 1400 sene önce İslâm getirmiş ve fıkıh kitablarında tafsilâtıyla kaydedilmiştir.

Ancak şu var ki, bu prensip ve hürriyetlerin şekil ve hududlarının tayi­ninde be­şerî ve semavî ölçülere göre farklılık vardır. Bu farklılığın en ciddî ciheti şudur ki:

Prensip ve kanunlar, hak ve adaleti, iyiyi ve faydayı koruyan; bâtılı ve zulmü, şer ve zararı durduran mahiyette olmalıdır. Fakat iyi ve kötünün tayi­ninde semavî ve beşerî nokta-i nazarlardan hangisi tercih edilecek? Bilinen bir gerçektir ki, cemiyet dine bağlı değilse, beşerî anlayış, cemiyet dindar ise, semavî kıstaslar hükmedecek­tir. Bu demokrasinin icabıdır. Meselâ: Bir İslâm cemiyetinde millî ahlâkı bozan ve manevî hukuka ve değerlere zarar veren durumlar, önlenecektir. Zira sosyal hayatın tesiri inkâr edilemez. (Bak: 673/6) Meselâ, açık-saçık gezmek hürriyeti isteyen bir gayr-ı müslim kadın, bu haliyle müslümanların manevî hayatına ve en kudsî varlığı olan uhrevî sa­adetine zarar verip hukukuna dokunuyor. Hattâ böyle serbestlikler, bir İslâm cemiyetinin bozulmasına dahi yol açabilir. Beşerî nokta-i nazar ise, böyle bir zararın varlığını düşünmüyor. O halde müslüman ekseriyetine istinaden ku­rulan bir İslâm devletinde bu ve buna benzer manevi zararların önlenmesi lâzımdır. Bu müdahale, halk ekseriyetine dayanan hür rejimin icabıdır. Çünkü azınlıkla ekseriyet arasındaki bu tarz durumlar ve mes’eleler tezadîdir. Her iki tarafın isteğini yapmak mümkün değildir. Bu itibarla azınlığın istedi­ğini yapmak, ekseriyetin hakkını ilga etmek demektir. Bu da İslâma zıd ol­duğu gibi aynı zamanda da antidemokratiktir. Azınlıkta olanlar, başkalarına zarar vermeyecekleri sahada serbest olabilirler. Böy­lece bir icraatı, hür rejime aykırı görmek, azınlık hâkimiyetini getirmek demektir. Amma gayr-ı müslimler, başkasına zarar vermeyen ve vicdan hürriyeti içinde yerini alan hareket, fikir ve inançlarında serbest ve hürdürler. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

«(9:6) «¾«‡_«D«B²,~ «w[¬6¬h²L­W²7~ «w¬8 °f«&«~ ²–¬~«— Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse -yani mühlet-i mezkûre çıktıktan sonra sana istiman eder, se­nin ken­disine eman verip câr olmanı, yani taarruzdan himayeyi taleb ederse ­˜²h¬%«_«4 sen de ona eman ver, ¬yÁV7 «•«Ÿ«6 «p«W²K«< |ÅB«& tâ ki Allah kelâmını dinle­sin.

Hâsılı öyle, o maksadla eman ver, ­y«X«8²_«8 ­y²R¬V²"«~ Åv­$ sonra da onu me’menine iblağ eyle -istima’ ettikten sonra iman etmezse canı ve malı taar­ruzdan masun ola­rak onu eman yeri olan mahalline, vatanına yetiştir.» (E.T.sh: 2458)

Mezkûr âyetin tefsirinden anlaşılıyor ki: İslâmiyetin bazı insaniyete uy­gun şart­lara göre gayr-ı müslimlere tanıdığı hukukî teminat, bütün insanlık dünyasının cid­diyetle bakacağı emsalsiz bir ibret levhasıdır.

Bir müslüman azınlığı da, gayr-ı müslim bir devlette aynı hürriyete sahip olma hakları vardır ve olmalıdır. Medenilik iddia edenler, bu hakları çiğne­yemezler.

Eğer insanların insanca yaşama hak ve temel hürriyetleri, değişmez ve değişti­rilemez prensipler olarak görülmezse; kuvvetlinin zayıfı, ekseriyetin azınlıkta kalan­ların ihlâkini istiyen ve insanlığı canavar hayvanlar derekesine indiren bir anlayış hâkim olur.

Medenilik iddia edip, gerçekte ona karşı olanların garip bir durumu da şudur ki: Lâikliği kendi maksatlarına vesile yapıp, gerekirse demokrasinin lâ­ikliğe feda edile­bileceğini telkin ederler. Yani halk ekseriyetini azınlık sulta­sına, zümre hâkimiyetine mahkûm kılmayı isterler ve bu arzularını da dema­gojilerle meşru göstermeye çalı­şırlar. Sonra dönerler hür rejimin, millî irade­nin muhafızı kesilirler. Böylece, bu ka­dar açık bir tenakuzu anlamıyacak ka­dar da milleti saf ve anlamaz zannederler.

673/11- Netice olarak diyebiliriz ki: Nazariyattaki demokrasi ile İslâmî idare ara­sında esaslar bakımından bir şekil benzerliği vardır. Ne var ki de­mokrasilerde hem semavîliğe hem de beşerîliğe kapı açıktır.

Demokrasi sistemi bir araç olup, bunun kendi başına bir talebi olamaz. Önemli olan husus, onun kimler tarafından kullanıldığıdır. Dünyada demok­rat namını alan miletlerin, cemaatlerin, cemiyetlerin hayatta gaye ve ideoloji­leri vardır. Ve o yolda çalışırlar, bazan da çarpışırlar. Bunlardan umumî sulh ve huzur beklenmez. Sulh-u umumî, kâmil insanların işidir. Bir Fransız müsteşriki şöyle diyor: «İslâmiyet yeryü­zünden kalkacak ve bu suretle hiçbir müslüman kalmayacak olursa, barışı devam etrirmeye imkân kalır mı? Hâ­yır... buna imkân yoktur.» (İ.İ. 221)

Evet sistemleri, rejimleri tatbik edecek ve mütecavizleri durdurabilecek kâmil insanlar yoksa, mücerred sistemler bir şey yapamaz. İslâm, vahye da­yanan hayat ni­zamiyle birlikte daha çok kâmil insan yetiştirmeyi hedef alır. Cemiyetlerde faziletli insanların çoğalması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri bu neticenin esas olduğunu gösterir. İnsan bolluğunda kaht-ı ricalin önlen­mesini ister. Bunun da ancak Allah’a inanmak ve O’na bağlı olmakla müm­kün olduğunu beyan eder. Allah’a bağlılığı ol­mayan insanın, kendi menfaat ve zevkine bağlı olacağı âşikârdır. Dünya insanların sonu gelmez isteklerine kâfi olmadığından hodgâm (egoist) insanlar arasındaki mü­cadeleler de bit­mez. Bu çeşit insanlar daha çok arttıkça da dünyada sulh ve huzur azalır. Hâl-i âlem buna şahittir.

En kısa şekliyle ve ehemmiyet kazanmış bazı prensip ve hususiyetleriyle muka­yesesi yapılan İslâm ve demokrasi arasında görülen şeklî benzerlik ve farklılıktan anlaşılır ki; hiçbir hür rejim adı altındaki siyasî sistemler, 1400 sene önce hakiki hür rejimi getiren İslâmiyete kem gözle bakamaz.



qqDENEY |9 ˜… : (Bak: Tecrübe)

qqDEPREM •h"… : (Bak: Zelzele)

qqDETERMİNİZM •i[X[8h# ˜… : (Fr. i. Determinisme) (Bak: İcabiye)

674-qqDEVİR ‡—… : (Devr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhde­sine ge­çirmek. *Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri ha­tırlamak. *Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. *Bir şeyin kendi mihveri etrafında dönmesi. *Aktarma, bir şeyin bir kaptan veya bir yerden diğerine nakli. *Bir şeyin diğerine teslimi. *Bir bölük veya takım askerin teftiş veya emniyeti muhafaza için dolaşması. *Bazı ehl-i tarikatın dönerek ettikleri zi­kir, sema. Tas: Dünyaya gelme (Nüzul), gel­diği yere dönme hali (Uruc). *Dairevî bir hareket. Müddet. Zaman. Çağ.

Bu kelime İlm-i Kelâm ıstılahında: Sebebin neticeyi, neticenin de sebe­bini icad etmesi, yani birbirini icad etmesi mânasındadır. Bu ise, aklen muhal ve bâtıldır. Çünki her iki taraf varken yok, yokken var olmaları lâzım geliyor.



675- qqDEVLET }7—… : Sınırları belli bir memleketin sahibi olan insanla­rın kur­-

duğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilat. (Bak: Ulu-l Emr)

Kur’anda (59:7) âyetinde geçen (düveleten) kelimesini müfessirler çeşitli mâ­nada tefsir ederler. Keza, (24:62) âyetinde geçen emr-i cami ifadesinde umûr-u umumiye mânasıyla devlete bir telmih olabilir. (Devletin ilk teşek­külüne gizli bir telmih, bak: 2889.p.da bir âyet notu)

Asrımızın demokrasi sistemine dayanan devlet ve dolayısıyle devlet adamı; resmî sıfatıyla, milet içindeki fikrî ve dinî cemaatlere karşı bîtaraftır. Çünki devlet, milletin bilâtefrik idare merciidir. Devlet adamı şahsî hayatında herhangi bir fikre bağlı olabilir. Fakat devlet adamı sıfatıyla bîtaraf kalır ve fikren muhalif olduğu ta­raflara da âdil muamele etmesi gerekir. Devlet adamı, vazife makamında, eğer ide­olojisi hesabına tarafgirane hareket ederse, devletin itibarına zarar verir ve umumi huzurun bozulmasına ve milli bün­yede gruplaşmaları tahrik ederek tefrikaya yol açar.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin