İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə48/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   169

1091- Hac hakkında pek çok ehadis-i şerife vardır. Ezcümle:

Sahih-i Buhari 25. Kitab, Sahih-i Müslim 15. Kitab, ibn-i Mace 25. Ki­tabı ve T.T. 2. cild 3. Kitabı hac hakkındadır. Fakat bütün ibadet ve ahkâm-ı diniyede ol­duğu gibi haccın ahkâmını daKur’an ve hadis tercemelerinden değil, ancak şeriat kitablarından öğrenmek mecburiyeti vardır.



1092- qqHACCI- İFRAD …~h4É~ ¬±c& : Umreye niyet etmeksizin yalnız ba­şına yapılan farz, vacib veya nafile hacdır, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana “müfrid” denir. (O.A.L.)

1093- qqHACC-I KIRAN –~h5 ¬±c& : Hac aylarından önce veya hac ayla­rında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü daire­sinde ifa edilen hacca denir. bunu yapan kimseye “karin” denir. (O.A.L.)

qqHACC-I TEMETTU’ pBW# ¬±c& : Hac mevsiminde evvela umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile oca­ğına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye “mütemetti” denir. (O.A.L.)

1094- qqHACER-ÜL ESVED …Y,¶ž~hD& : (El-Hacer-ül Esved) Kâbe’de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan “Esved” den­mektedir.

İslâm Ansiklopedisine göre: Kâbe’nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da “El Ruh-ul Esved” denilen taştır.

“Rivayetlere göre, semavî bir taş olup, Hz. İbrahim Aleyhisselâm’a Ceb­rail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağı’nda mu­hafaza edi­liyordu.

Hz. Ömer Radıyallahü Anhu, Hacer-i Esvet’e yaklaşıp öpmüş ve demiş­tir ki; “Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaatı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm seni takbil ettiğini görmese idim, asla seni takbil et­mezdim.”“(S.B.M.791. hadis meali ve S.M. 15. Kitab-ül Hac, 41. bab)

S.B.M. 798. hadisi de Resulullah’ın Hacer-ül Esved’i tavaf etmesini kay­deder. İbn-i Mace 25. Kitab-ül Hac, 27,28. babları, Hacer-ül Esved hakkın­dadır.

1095- Cenab-ı Hak imtihan sırrının hikmetiyle bazan imtihan edeceği ferdi veya nev’ namına ferdi, itaat etmekten çekineceği bir şeye hürmet et­mesini emreder. Ta ki o zat, kendine mi yoksa Hakk’ın emrine mi bağlı ol­duğu zâhir olsun. işte Hz. Âdem’e secde teklifinde melaike, o emir sahibi namına secde etmesi, şeytan ise te­kebbürle emri dinlemeyip imtihanı kay­betmesi gibi; camid bir taş olan Hacer-ül Esved’e de kâmil bir varlık olan in­san hürmet etmek istemeyip tekebbür etmesi için zahirî sebeb varken, Hakk’a bağlı olan insan emr-i İlahî için ve emir sahibine bağlı­lığının iktizası olarak bu hürmet emrini dinler ve mana-yı harfi ile hürmeten takbil ve isti­lam eder.

Evet hürmet ve muhabbet iki suretledir: Biri, mana-yı harfi denen Hak namına ve Hakk’ın emri için, diğeri mana-yı ismî tabir edilen, o şeyin zatına ve şahsı için yapılan hürmettir. Birincisi ibadet, ikinci ise dalalettir ki, ehl-i şirk olan putperestle­rin putlara hürmeti, böyle bir dalalettir. (Bak: Endad)

“Ehl-i İslâm’ın Hacer-ül Esved’i istilamı, bir milletin kendi bayrağını se­lâmla­ması gibidir. Herkes bilir ki sancağı selâmlamak, bir sırığa takılmış bir kumaş parça­sına değil, onun ait olduğu millet ve hükümete ihtiram göster­mek demektir. işte Hacer-ü Esved de Cenab-ı Rububiyet’in şiarı ve saltanat-ı İlahiyenin tarz-ı kurbiyyet medarı olduğu için onun istilamı, selâmlayanların atabe-i uluhiyete ta’zim ve ihtira­mıdır. Şu suretle de temsil edilebilir ki:

Bir hadis-i şerifte “Allah ile müsafaha etmek isteyen Hacer-ül Esved’i is­tilam eylesin” teşbihi irad edildiği mervidir.” (Müslümanlıkta ibadet Tarihi, Tahir-ül Mevlevî, 2. baskı sh: 165)



Bir atıf notu:

-Hacer-ül Esved’i takbil veya istilam, Allah ve Resulü ile bir nevi biat manasına gelir, bak: 1086/1.p.

qqHACI BEKTAŞ-I VELİ z7— ¬Š_BU" z%_& : (Bak: Bektaş-ı Veli)

1096- qqHADD ±f& : Hudud, çizgi Sınır * Allah’ın hüküm ve kanunları, * Cü­rüm.

* Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etmek. Men etmek. * Keskin, Sivri. * Sert. Gergin. * Mantıkta: Üç tasavvurdan ibaret olan kıyas. * Ekşi. * Tesirli, müessir. (Bak. Ada­let, Ceza, Kı­sas. Zina)



1097- Kur’anda hadd hakkında müteaddid âyetler vardır. Ezcümle, bir âyette şöyle buyurulur:

“(58:5) ­y«7Y­,«‡«— «yÁV7~ «–—Ç…_«E­< «w<¬gÅ7~ Å–¬~ Muhakkak ki Allah ve Resu­lüne

hudud yarışına kalkanlar-Kadı Beyzavi’nin kısaca beyanına göre; Allah ve Resulünun hududunu tanımayıp onlara adavet eden veya onların tayin buyurduğu hududun gayri ahkâm vaz’ veya ihtiyar etmeğe kalkışan kimseler... Alusi tefsirinde bu münasebetle erbab-ı hall ü akid tarafından kanun vaz’ ve salahiyetinin hududu hakkında bazı tafsilatta bulunmuştur. Müracaat oluna. Hâsılı Allah ve Resulü ile re­-

kabete kalkışan kimseler ~Y­B¬A­6 itildiler, yahud çarpıldılar, yahud tepelendiler ukalâ­lık taslarken yüzleri üstü kakıldılar, ²v¬Z¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«a¬A­6 _«W«6 onlardan evvelkile­rin itildikleri, çarpıldıkları gibi, ¯€_«X¬±[«" ¯€_«<³~ _«X²7«i²9«~ ²f«5«— Halbuki biz açık açık

âyetler de indirmiştik. Peygamber’in sıdkına delalet ediyor doğru yolu gösteriyor. Allah ve Resulüne karşı gelmenin fenalığını anlatıyordu.” (E.T.4782)

Bir atıf notu:

-Had yarışına girenler ile dost olmamak, bak: 178.p.

1098- “Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zir ü zeber olur. Ah­lâksızlık, pis has­letler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-i dikkatinize gösteriyorum:

1099- Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmi­yet vermiyor­lar. Hatta ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bı­rakmış.

Misafir, hane sahibine dedi: “Hırsızlıktan korkmuyor musunuz., böyle malınızı köşeye atmışsınız?” Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Mi­safir dedi: “Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”

Hane sahibi demiş: “Biz emr-i ilahî namına ve adalet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.” Misafir dedi: “Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.” Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”

Misafir taaccüb etti, dedi ki: “Memleketimizde her gün elli adamı hırsız­lık et­tikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri ol­muyor.” Hane sahibi dedi: “Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuv­vetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adalet perdesi al­tında garazlar, zâlimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatın sırrı budur:



1100- Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile, Kelâm-ı Ezelî’den gelen ve “hırsız elinin idamına” hükmeden (5:38) _«W­Z«<¬f²<«~ ~Y­Q«O²5_«4 ­}«5¬‡_ÅK7~«— ­»¬‡_ÅK7~ âyetini his­sedip işitir gibi iman ve iti­kadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın de­rin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesden gelen meyelan parçalanır, çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün ke­silir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri akıl, kalb ve vicdan-birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvi zecr ve vicdanî bir ya­sakçı o his­sin karşısına çıkar, susturur.

Evet iman, kalbde, kafada daimî bir manevi yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “yasaktır der, tardeder, kaçırır. Evet in­sanın fi­illeri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.



1101- Elhasıl: “Had” ve “Ceza”, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiye­tindeki latife­leri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli se­nede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesa­bına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena na­zarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hü­kümet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür his­seder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan- hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Ab­destsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakiki adalet ve te­sirli ceza odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

1102- İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Ta anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğ­rudan doğruya Kur’anın gösterdiği yol ile olabilir. Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-ı İslâmiye daire­sinde mahkemeler açmazsa, maddi ve manevi kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere tes­lim-i silah edecekler diye kalbe ihtar edildi.” (H.Ş.75.79)

1103- Hududullah ifadesinin geçtiği ve alâkalı âyetlerden birkaç notu:

-Aile münasebetlerinde hududullah: (2:187,229,230) (58:l ilâ 4) (65:l)

-Aile ve miras hukukunda hududullah (4:2 ilâ 14)

-Hududullahın hakikat ve inceliğini anlamada cahillerin daha çok gabavetli ol­dukları: (9:97)

-Hududullahı koruyan salih mü’minlerin müjdelenmeleri: (9:112)

-Allah ve Resulüne karşı hadd yarışına kalkışanlara meveddet edilmiyeceği: (58:22)

1104- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor.

«_®&_«A«. «w[¬Q«"²‡«~ ~—­h«O²W­< ²–«~ ²w¬8 ¬Œ²‡«ž²~¬u²;«ž¬ °h²[«'¬Œ²‡«ž²~ |¬4 ­u«W²Q«< Êf«&

Yani “Yeryüzünde bir hadd-i şer’înin ikame edilmesi, yeryüzündeki in­sanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.” (H.G.Hadis No: 150)

Sahih-i Buhari 86. kitab, S.B.M. 12. cild. sh: 272, Sahih-i Müslim 29. kitab, S.B.5. cild sh: 276, İbn-i Mace Tercemesi 20. kitab ci: 7 sh: 125 hudud (cezalar) hakkındadır. Kütüb-ü Sitte’nin diğerlerindede “hudud” bö­lümleri vardır.

Hukuk-u İslâmiye ve İst.F.K. 3. cild. 7. kitab sh: 7, cezaî ahkâm’a dair­dir.

Bir atf notu:

-Dar-ül Harbde had cezaları, bak: 623/1.p.

1105- qqHADİS b: Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviye. Hadis­ten bahseden ilim. (Bak: Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye, Tevatür, Te’vil) (Peygambe­rimiz’in (A.S.M.) sözleri, cevami-ül kelim olarak tavsif edilir, bak: Cevami-ül Kelim)



“Sahabeler, Kur’anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-i Ek­rem’in (A.S.M.) ef’al ve akvalinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu’cizata dair ahva­line bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiye şehadet ediyor. Hem Asr-ı Saadet’te, mu’cizatı ve medar-ı ahkâm ehadisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan abadile-i Seb’a kitabetle kay­dettiler. Hususan “Tercüman-ül Kur’an” olan Abdullah ibn-i Abbas ve Abdullah ibn-i Amr ibn-il As, bahusus otuz-kırk sene sonra, Tabiînin binler muhak­kikleri, ehadisi ve mu’cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört İmam-ı Müctehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazı ile muha­faza ettiler. Daha Hicret’ten ikiyüz sene sonra başta Buhari, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. ibn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş def’a Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle mü­şerref olan Celaleddin-i Suyutî gibi allameler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın el­maslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.” (M.112)

Birkaç atıf notu:

-Hadisin meratibini bilmeyenler hadiste münakaşalara girmemeli, bak:2730.p.

-Ahkâma ait rivayetlerin tarikleri, mu’cizeye dair rivayetlerden neden daha çoktur, bak: 2496.p.

-Hadislerin sağlamlık derecesi, bak: 2501,2504,2505.p.lar.

Ehadisin Kur’ana mutabakatının hüzumunu bildiren rivayet, bak: 2730/1.p.sonu

1106- “Evet muhaddisînin, muhakkikîninden “Elhâfız” tabir ettikleri zatlar, lâ­akal yüzbin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işa abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buhari ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhîleri, allameleri tashih ve ka­bul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat’iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadisin muhakkikleri, nekkadları o de­rece hadis ile hususiyet peyda etmişler ki, Resil-i Ek­rem aleyhissalatü Vesse­lâm’ıntarz-ı ifadesine ve üslub-u âlîsine ve suret-i ifadesine unsiyet edip me­leke kesbetmişler ki; yüz hadis içinde bir mevzu’u görse, “mevzu’dur der: “Bu, hadis olmaz ve Peygamber’in sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız ibn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazı ehadis-i sahihaya da mevzu’ demiş­ler. Fakat her mevzu’ şeyin manası yanlıştır. demek değildir. belki “bu söz, hadis değildir” demektir.” (M.94) (Bak: Hadis-i Mevzu)

1107- “Eğer denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın her hal ve hare­ketini kemal-i ihtimam ile sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu’cizat-ı azîme, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli idi. Hem neden Haz­ret-i Enes, Cabir, Ebu Hüreyre’ den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az ri­vayet ediyor?

Elcevab: Nasılki insan, bir ilaca muhtaç olsa, bir tabibe gider; handese için mü­hendise gider, mühendisten nakleder; mes’ele-i şer’iye müftüden ha­ber alınır ve ha­keza. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ülema-i sahabeden bir kısım, ona manen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehadisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Cabir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor.” (M.132)

Kıyamet alâmetleri hakkında gelen derin manalı hadislerin tevili ve tefsiri için, hadis usulü mahiyetinde olan “Kıyamet Alâmetleri” maddesine ve 2024. parağrafa bakınız.

1107/1- İbn-i Mace, Mukaddime l. babda sünnete tebaiyeti ve sünnet yolunda yürüyen cemaatı medheder. 2. bab, hadislere hürmet, teslimiyet ve ilave yapmamak gerektiğini beyan eder. 4 ve 5. bablar, mevzu hadis ihdas etmenin vebalini anlatır. S.B.M. ci: l Mukaddime’de hadis ilmi ve tarihçesi hakkında tafsilat vardır.

1108- qqHADİS-İ AHADÎ >…_&³~ ¬b: “Rivayet eden bir veya iki kol­dan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demektir. İştihar had­dine yetiş­meyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur.” (Muvazzah İlm-i Kelâm)

1109- qqHADİS-İ BİLMANA |XQW²7_" ¬b: Bir hadis-i şerifi aynı laf­zıyla değil, farklı ifade ile manasını nakletmek.

1110- qqHADİS-İ KUDSÎ z,f5 ¬b: Manası Peygamberimiz’e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsi ke­lâm.

1111- qqHADİS-İ MEVZU’ Y/Y8 ¬b: Başkası tarafından söylen­diği halde Peygamberimiz’e (A.S.M.) isnad edilen veya muan’an senedlerle tesbit edil­memiş rivayettir.

1112- Manası derin ve ince olduğundan hakikatını anlamada zorluk çe­kilen ve ilim seviyesi isteyen hadislere, tahkiksiz hemen “mevzudur” den­memelidir. Hem “hangi mes’ele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin. Hatta İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehadisi mevzu’ dediğini, ülemalar taaccüble nakletmişler. Hem her zaif veya mevzu hadisin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadisiyeti kat’i değildir de­mektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.

İmam-ı Şafii mürsel ve zaif hadisleri ahkâm-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor. Yoksa (hâşâ) ümmetçe kabul edilen hakikatlı hadisleri ahkâmda değil, fezail-i a’mâlde ve hâdisat-ı İslâmiyede hüccetlerini ve dela­letlerini kabul et­miştir.” (Ş.420) (Bak: Te’vil)



1113- qqHADİS-İ MUALLAK s±VQ8 ¬b: “Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazfedilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şey­hinin şeyhini zikretmeksizin onların fevkindeki ravilerden itibaren senedi zikredse ta’likte bulunmuş olur.” (H.İ.)

1114- qqHADİS-İ MÜRSEL u,h8 ¬b: “Tabiînden, yani Sahabe’i Ki­ram’a mülaki olmuş zatlardan birinin, sahabi ismini zikretmeksizin Resul-i Ekrem’e ref ve isnad ettiği hadistir.

Meselâ, Hasan-ı Basrî bir hadis-i şerifi İmam-ı Ali’den işitmiş olduğu halde onu zikretmeksizin: “Resul-i Ekrem şöyle buyurdu” diye rivayette bulunsa, bu bir hadis-i mürsel olmuş olur. Böyle “merviyyun anhü” ile “ravi” arasındaki vasıtayı terk et­meğe “irsal” denir. (H.İ. ci: l sh: 36)



qqHADİS-İ MÜTEVATİR h#~YB8 ¬b: Kizb üzerine ittifakları aklen tec­viz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygam­ber Aleyhissalatü Vesselâm’dan rivayet ettiği hadis-i şeriftir. (İlm-i yakîni ifade eder. “Bu hadis-i şerif Peygamber’den (A.S.M.) sâdır olmuş mu? demeğe imkân kalmaz.) (Bak: Tevatür)

1115- qqHADS ‰f& : Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür’at-i intikal Ani ve doğru idrak. Delilden neticeye çabuk varmak.

İki atıf notu:

-Hadisin bir tarifi, bak: 1700.p.

-Felsefede de hads müdafaa edilir,bak: 1731,1817.p.lar.

“Sual: Bürhanınıza şek, itiraz geldikçe imanınız sarsılmaz mı?Bu ma’reke-i ev­ham olan istidlaliyatla taharri zarar vermez mi?

Elcevab: Eğer neticeyi -bürhan ile bağlı-onunla ikamet ve isbat suretiyle olsa ve tahakkuk-u hakaika ayar tutmakla adem-i delilden adem-i medlûlü tevehhüm etse zarar olur. Halbuki iman, incecik bir bürhana yüklenmez. Belki öyle bir hadse bina ve istinad eder ki, o hads öyle menabi’den kuvvet ve öyle maadinden ışık alır ki, söndürülmesi kâinatın söndürülmesidir.

Birinci menba: en azîm icma’ sırrını ve en vâsi’ tevatürün manasını ta­zammun eden milyonlar ehl-i hakikatın ittifakıdır. Sırr-ı icma’ ve sırr-ı teva­tür noktasından tecelli eden bir hads-i mukni’ ile o netice zihinde karar kıl­mıştır. Zira herbir mu­hakkikin bir bürhanı var. Ve o bürhanın mahiyeti teş­his edilmese de, vücudu kat’iyyen malûmdur.

Acaba dünyada hangi itiraz ve şübhe vardır ki, milyarlar huyut-u berahinden te­şekkül etmiş şu habl-i metini kesebilsin? Çünki derim: Vahdete dair şu netice, hasra gelmez ehl-i tahkikin herbiri bir bürhan veya berahin ile hakikat olarak görmüşler. Demek onların bütün bürhanları, sarsılmaz bir bürhandır. Çünki o bürhanları tanı­masa da, vücudlarını bilir. Hadsin zengin bir menbaıdır.

1116- İkinci menba’: Kâinatın bütün şehadetidir.

Üçüncü menba’: Vicdandaki fıtrattır. Bunlar gibi daha çok menba’lar vardır.

İşte bu hads, bütün menabii söndürülmezse sönmez. Şübhe, bir delili, yüz delili atsa da medlûle iras-ı zarar edemez. Çünki o kubbe-i âliye yalnız bir direk üstünde kaim değildir.

Zihnin cüz’iyeti hasebiyle, müşteri nazarıyla isbatına çalışmak hatardır. Belki bu istidlâlat ve berahinin vazifesi menfidir. Matlubu tavsif eder, tasfiye eder, bazan da takviye eder.



1117- Tedkik iki çeşittir. Biri, gittikçe “nurun alâ nur” tenevvür eder. Di­ğeri, gittikçe übehatın zulümatına düşer. Mesalâ, bir tatlı suyun menbaı var. O menba’dan binlerce cedavil ve cedvellerden şu’beler teferru ederek çok yerlerde dolaşıp bazı ecza-i âherle bulaşmış. İşte bir adam menbaı gördü, tattı. Hakkalyakînle tatlılığını anlamış, teşaubatın ittisalini derketmiş; sonra hangi cedvele yahud herhangi fürua rast gelse edna bir emare tatlılığına dair ona kanaat verir, ta aksi kat’i bir delil ile tebeyyün edinceye kadar... O vakit “başka madde karışmış” der. Bu nevi nazar ve tedkik, imanın kuvvet ve inki­şafına yardım eder.

1118- İkinci nazar: Menba’dan aşağı inmeye bedel, aşağıda gezer. Bu ise hangi fürua rast gelse, acılığına bir emare görse şübheye düşer. Tatlılık için delil-i kat’i arzu eder. Heyhat! Her yerde bürhan ele gelmez. böyle incecik bir fürua, cesim bir neticeyi bindirmek ister. Git gide şübhe, emniyetsizlik tezayüd eder. Hem de akıl, nazar penceresiyle eşyaya bakar. Halbuki mahall-i iman olan kalb, hads ve ilham gibi isimlerle tabir edilen bir hiss-i sâdise-i batıniye ile hakaika bakar ki, enbiyada vahy o hisse göredir.

Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir ve dardır. Pekçok hakaika karşı kâsır olur. Kavrıyamadığından hakikat değil der, reddeder.”A .B.81) (Bak: 662.p.)



1119- “Akıl tatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unuta­maz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccih­tir. Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldır-daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı ilahî, onu daima mari­fet-i Zülcelal’e sevkeder. Şu fıtrat­taki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibe­darın cezbiyledir.” (M.N.255)

1120- Tedrisatta maneviyatın hâkim olması gerektiğini, zira iman aklî de­lilden ziyadee hadse istinad ettiğini beyan eden Bediüzzaman bir eserinde şöyle diyor:

“Bu âlem-i İslâm’ın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu darülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan,

En mütesallib olmalı, en müteyakkız olmalı, yahut o dâr olmamalı, İslâmı al­datmamalı. İmanın yeri kalbdir, dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman,

Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağ da vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-ı bîeman.

Kalb ile vicdan, mahall-i iman, Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis; ta­rik-i iman, Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.” (S.731)

İmanın yeri kalbdir: İ.Hanbel 2/172, K.3/134



1121- qqHAFIZİYET }[P[S& : Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik. * Cenab-ı Hakk’ın bütün tohum ve çekirdeklerde olduğu gibi, bir mahlukun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk’ın muhafaza ediciliği. (Bak: Defter-i A’mal, Levh-i Mahfuz)

Kur’anda hafiziyete delalet eden âyetlerden birisi olan ve “İsm-i Hafız’in te­celli-i etemmine işaret eden

 ­˜«h«< ~®h²[«' ¯?Ň«† «Ä_«T²C¬8 ²u«W²Q«< ²w«W«4

(99:7,8) ­˜«h«< ~Èh«- ¯?Ň«† «Ä_«T²C¬8 ²u«W²Q«< ²w«8«—

âyetidir. Kur’an-ı Hakim’in bu hakikatına delil istersen, Kitab-ı Mubin’in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafiz’in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihetlerle gö­rebilirsin. Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumların­dan bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbi­rinden ayrı, nevileri birbirin­den başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı ka­ranlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmiyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan ba­har mevsiminde gel, bak! İsrafil-vari melek-i ra’d, baharda nefh-i sur nevin­den yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benziyen o tohumcuklar, ism-i Hafiz’in tecellisi altında kemal-i im­tisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benziyen tohumcuklar, birbi­rinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakîm’in nimetlerini başları­mız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatı­yor. işte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercai me­nekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohum­cuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi da­vet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyor. Ta nebatî hayat mer­tebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki et­sinler. Ve hakeza... muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hük­müne geçti. İçinde hiç­bir galat, kusur yok.

(67:3) ¯‡Y­O­4 ²w¬8 >«h«# ²u«; «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡_«4 sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafiz’in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından ver­diği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz hâ­rika muha­fazayı ya­pan Zat-ı Hafiz, kıyamet ve haşirde hafiziyetin tecelli-i ekberini gösterece­ğine kat’i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni ta­vırlarda bu derece kusur­suz, galatsız hafiziyyet cilvesi bir hüccet-i kâtıadır ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmi­yeti bulunan, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, ke­mal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhase­besi görülecek. Ayâ bu insan zan­neder mi ki, başı boş kalacak. Hâşâ! Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-bü­yük, az-çok her ame­linden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. işte hafiziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler had ve hesaba gelmez. Bu mesele­deki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerre­dir.” (L.137)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin