İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə56/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   169

İki atıf notu:

-Hayat, nur ve vücudda zahiri perde konulmamış. bak: 845,2535.p.

-Hayat sıfatının camiiyeti ve ism-i Azama masdariyeti, bak.226.p.

“Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her bi­risi birer keşşaftır.” (M.470)



1243- Hem “hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülasadır ve şuur ve his dahi ha­yattan süzülmüş, hayatın bir hülasasıdır ve akıl dahi şuurdan ve his­ten süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır ve ruh dahi hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit müstakil zatıdır. Öyle de maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülasat-ül hülasadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın haya­tıdır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve vahy-i Kur’an dahi - hayatdar hakaikının şehadetiyle-hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz ka­fasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (S.109)



1244- Hem hayat, bütün âlemlere şamildir. Evet “âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zat­ları olan er­vah ile dolu olması elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyeti ister ve istilzam eder. Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmel ve ma­nidar vaziyetleri ve canlı mey­veleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı eze­liye güneşinin ziyası olan bu meşhud cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre o zi­yanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.” (S.110)

1245- Fakat İsm-i Hayy’ın tecellisiyle bütün âlemler hayatdarlıkla mü­nevverdir. Bu hakikata işaret eden bir âyette şöyle buyuruluyor:

“(*) ­–~«Y«[«E²7~ «|¬Z«7 «?«h¬'´ž²~ «‡~Åf7~ Å–¬~«— (29:64) Küremiz hayvana benziyor. Asâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan ol­mayacak mıdır? Veya bir mikrob, küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?

Hayatı varsa ruhu da vardır. insan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği man­zume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid,. mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferd hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zişuur olmayacak mıdır? Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kes­retin mebdei vahdettir, müntehası da vah­dettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i Ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuv­vetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazi­belerin mühassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i lati­fesidir.

Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerekir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi, ha­yat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sariye tesmiye ederler.

İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatının menşei:Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.” (S.T.İ:8-9)

(Burada zikredilen mebde-i ruh, Kur’an (70:4) (97:4) âyetlerinde zikre­dilen ru­hun hakikatına telmih olsa gerektir.)

1246- Keza “vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi herbir zihayat olan şeye mal eder. Bir şeyi bütün eşyaya ma­lik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey’-i zihayat diyebilir ki: “Şu bütün eşya, malım­dır. Dünya, hanemdir. Kâinat malikim tarafından ve­rilmiş bir mülkümdür.” Nasılki ziya ecsamın görülmesine sebebdir ve renk­lerin- bir kavle göre-sebeb-i vücududur. Öyle de hayat dahi, mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebebdir. Hem cüz-î bir cüz’îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri, bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ı vücudun umumuna sebebdir. Hatta hayat kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir ayinesidir. Bak ha­yatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır.Başka kâinatta ne varsa o dağa nisbeten madumdur. Çünki ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ bal arısına. Hayat ona gir­diği anda, bütün kâinatla öyle müna­sebet te’sis eder ki, bütün kâinatla, hususan ze­minin çiçekleriyle ve nebatat­ları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz, be­nim bahçemdir, tica­rethanemdir.”

1247- İşte zihayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envaiyle ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur. İşte en küçük zihayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan, kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zihayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer: Yani o zişuur ve zihayat, manen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zişuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve te­messül ile geliyorlar. (Bak: l159.p.)

Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafi ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır.

Evet hafi ve dakiktir. Çünki enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zâhir ve kes­rette ve mebzuli­yette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kal­mıştır. Hakikatı, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pakdır, şeffaftır. Dest-i kudret esbabında perdesini vaz’etmiyerek, doğrudan doğruya mü­başeret ediyor. Fakat sair şeylerdeki umur-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmiyen nâpak keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde et­miştir.” (S.506)

1248- Kur’anda (67:2) «?Y«[«E²7~«— «€²Y«W²7~ «s«V«' >¬gÅ7«~ gibi âyetlerle ehemmi­yeti bildirilen “hayat, kudret-i Rabbaniye mucizatının en nuranisidir, en gü­zelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye ayinelerinin en camii ve en berrakıdır. Evet hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatı ile bildirir. Çünki hayat, pek çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb’a ziyada ve muhtelif edviyeler tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi, pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlar­dan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek in­kişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hü­kümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ: Hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit Hakîm ismi dahi tecelli eder. Hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini hacatına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın de­vam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddi-manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde; muhtelif sıfat birbiri içine gi­rer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir. Ve hakeza. İşte hayat bu cami mahiyeti itibariyle şuun-u zatiye-i Rabbaniyeye ayinedarlık eden bir ayine-i Samediyettir. İşte bu sırdandırki: Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vacib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki haya­tın vazi­fesi büyüktür. Evet Samediyetin ayinesi olmak kolay bir şey değil, adi bir va­zife değil.

İşte gözönünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmiyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları vezatları olan ruhlar, birden ve hiçten vü­cuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zat-ı Vacib-ül Vücud ve Hayy-ı Kay­yum’un vücub-u vücu­dunu ve sıfat-ı kudsiyesini ve Esma-i Hüsnasını; lemaatın Güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmiyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmiye mecbur oluyor. Öyle de: Hayy-ı Kayyum; Muhyi ve Mümit olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli doldu­ran zihayatların vücu­dunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Ha­yat mertebe­sinden düşüp camid bir cahil-i echel olmalı.” (S.675)



Bir atıf notu:

-Manevi âlemlerin hayatdarlığı, bak: 2617.p.

1249- “Sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mü­him ülema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevab: Hayattadır. fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ülema, hayatında şüphe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.

1250- İkinci Tabaka-i Hayat: Hz.Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın ha­yatlarıdır (Bak: 1605.p.) ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pekçok yer­lerde bulunabi­lirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed de­ğillerdir. Bazan istedik­leri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür de­recesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu ta­baka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamat-ı velayette bir makam vardır ki; “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak,ayn-ı Hızır telakki olunur.

1251- Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata gi­rerek nurani bir letafet kesbeder. Adete beden-i misalî leta­fetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar.

“Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhiselâm gelecek, Şeriat-ı Mauhammediye (A.S.M.) ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki:

“Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmi­yet’e inkılab ede­ceği bir sırada, nasılki İsevilik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür. Öyle de Hz. İsa Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı ma­nevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.

1252- Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şü­hedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîle­rini tarik-ı hakta feda ettikleri için Cenab-ı Hak kemal-i ke­reminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ih­san eder.

Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar... yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme git­tiklerini biliyorlar, kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir, fakat kendilerini ölmüş bili­yorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasılki iki adam bir rüyada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaça­cak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifa­deleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazha­riyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’idir. Hatta Seyyid-üş Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu ta­baka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş.

Hatta ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim ya­nımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulundu­ğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, taht-el arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gör­düm. O,. beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağla­dığını söyledi. Kendisini ha­yatta biliyor, fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’i rüya, bazı şe­rait ve emaratla, geçen hakikata bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir. (Bak: 1254.p.)



1253- Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe te­zahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-ı hayatı tenvir ve isbat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu ta­baka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiş­tir. “(M. 3-7)

1254- Şehidler hakkında bir âyette şöyle buyuruluyor:

“(2:154) «–—­h­Q²L«# «ž²w¬U«7«— °š_«[²&«~ ²u«" °€~«Y²8«~ ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 ­u«B²T­< ²w«W¬7 ~Y­7Y­T«# «ž«—

~Y­#_«8 _«8 °š_«[²&«~ ²v­ZÅ9«~ «–—­h­Q²L«< ²v­ZÅX¬U«7 ²>«~ Şehid kendini hayy bilir.(*) Feda et­tiği hayatı sekeretı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve baki görüyor. Yalnız daha ne­zih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rüyada lezaizin envaına cami bir bahçede geziyorlar. Biri rüyada olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakiki mütelezziz olur.

Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan desatirleri mütemasildir.” (S.T.İ.9-10)



1255- qqHAYVAN –~Y[& : Canlı şey, her canlı varlık. *İnsan olmayan id­raksiz canlı yaratık. *Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır vs. *Mc: Akılsız ve idraksiz insan, ahmak. Aslı “Hayevan”dır.

İnsan ile hayvan arasında çok farklar vardir. Ezcümle: “İnsanda akıl ve fikir ol­duğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zaman­larla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gele­cekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düş­müş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat nokta­sında aşağı düşer.” (S.145)



1256- “İnsaniyyet, iman ile insaniyyet olduğunu, insan ile hayvanın dün­yaya ge­lişindeki farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak ge­lir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktıdar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek hay­vanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve ma­rifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded iste­mek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir. ubudiyet-i fiiliyedir.”(S. 315)



1257- “İnsandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki, herbirisi hay­vana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ güzelliğin bütün meratibini farkeden in­san gözü ve taamların bütü çeşit çeşit erzak-ı mahsusalarını tem­yiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihaz­ları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir-iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir ci­haz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o in­kişaf hususidir.” (S.324) (Bak:İnsan)

1258- “İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek az­dır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ balık ile kuş, kıy­met-i ruhiyece bir­birine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir.” (M.N: 128)

Mezkûr hakikatlardan anlaşıldığı gibi insanın ilim, amel ve manevi ter­biye ile tekâmül yolunu takib etmesi, yaradılışındaki hususiyetlerin icabıdır.



1259- Hem “hayvanat taifesinden balığın hissiyat-ı hayvaniyesi zaif oldu­ğun­dan, o da nebat cinsine ilhak ettirilmiştir. Bu hal ise, onunda habbe ve taneler gibi yalnız it’am için olduğuna işarettir ve ondaki hayır ve ehemmi­yete alâmet de budur.

Hem ey hayvan! Senin kızkarındaşın olan nebat ve ağaç kendi yerlerinde mah­dum ve mütevekkil durup, rızıkları onlara hem de onların pek kesretli olan evladlarına koşup gelmektedir. Hatta herbir ağacın kök ve damarları adeta hazine-i rahmetle muttasıl olup,bundan ona açılan birer menfezleri vardır da, rahmet-i Rahman, onların herbirine muhalif olan hacetlerine göre taksimat yapar. Meselâ in­cirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i mü­nevver ve hakeza her birisine lâyık ve muvafık rızık ita etmektedir. İşte ne­battaki hürmet âyeti de bu olur.

Ey hayvan-ı mütekebbir! Senin mercuhun senin üstünde üç derece rüşhaniyetinin sebebi ise, senin enaniyetin ve hırsın ve ihtiyarındır. Öyle ise teslim ol ki, selâmeti bulasın .” (M.N.564)

1260- Hayvanların çektikleri meşakkatlerden incinen insan, hayvanat âlemine İlahî şefkat ve hikmet nokta-i nazarıyla bakmalıdır. Zira “hayvanlar gibi mevcudat başıboş değiller, belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahim’in nazarındadır­lar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlik-ı Rahim’inin rahmetinden daha ileri şefka­tini sürme.” (S.636) (Bak: Şefkat)

“Evet bir me’mur-u me’mun ve mütemessil-i mesrur olan hayvanı, mali­kini unutmuş olan nefsine kıyas ettiğin için, kendi şuunatı içinde işleyen rahmet-i am­menin velvele-i celevatı güya umumi bir matemden gelen ağla­yışların vaveylası imiş gibi sana görünmektedir. Hem de sen, onlara onlar için acımıyorsun. Ta ki o şefkat, memduh bir şefkat olsun. Belki sen onları kendine kıyas yoluyla, kendini onların mevkiinde farz edip onda fani olmuş olan nefsine acıyorsun.

Amma bazı hayvanların diğer bazılarına taslitlerinin hikmeti ise; zaiflerin dikkat, teyakkuz, cevvaliyet ve çeviklik almaları içindir. Hem ta ki latif cihazatlarını istimal etsinler ve bilkuvve olan istidadlarını kuvveden fiile çı­karsınlar gibi pek çok hik­metleri vardır. Hayvanat-ı ehliye ile vahşiyeyi müvazene etsen, bu hikmeti zâhir bâ­hir görürsün.” (M.Nu. 573)

1261- Hem “kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u baki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik merte­besini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sair ziruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus va­zife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken ziruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onla­rın istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baid değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler. belki memnun olsunlar.” (S.203)

1262- Keza “masum bir insana veya hayvanlara gelen felaketlerde, musi­bet­lerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını havi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tabi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada ba­kar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir.

Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıt­riyenin ahkâmından olan his-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhale­fetten dolayı, düşüp başı kırılırsa, müstehak olur. Çünki bu musibet, o mu­halefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlatlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, za­vallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yav­rularına rızık yapar. Sonra bir avcı tara­fından öldürülür. İşte hissi-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yap­tığı aynı musibete maruz kalır.



İhtar: Kaplan gibi hayvanların helal rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hay­vanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdar.” (M.N.84)

Hem hayvanlar arasında görülen “düstur-u cidal ise,

bir kısım hayvanat-ı zalimenin su-i istimallerinden neş’et eden bir düs­tur-u cüz’i-yi gayr-ı fitrîdir. Meselâ, âkil-ül lahm canavarların vazifeleri, sıh­hiye neferleri gibi, hayvanatın cenazelerini toplamak; berr ve bahrın yüzünü temizlemektir. Onla­rın, sağ olan hayvanları yemeleri su-i istimaldir, gayr-ı meşrudur. Cezasını çekecek­lerdir.” (N.İ.K. 90)

“Her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların cenazelerini topla­makla ruy-i zemini o taaffünattan temizlemek ve zihayatları o elîm, hazin manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misillü, kerametkârane, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbanî ile o cena­zenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllahm kuşları ve vahşi hayvanları halketmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mü­kemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet âkilüllahm hayvanların helal rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleri­dir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdıdr. Eğer yeseler, ceza gö­rürler:

¬š_«9²h«T²7~ «w¬8 «š_ÅW«D²7~ Çl«B²T«< |ÅB«& (ev kema kal). (*) Yani “Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır” diye ifade-i hadisiye gösteriyor ki; gerçi cesedleri fena bulur, fakat ervahları baki kalan hayvanat mabeyninde dahi, onlara münasib bir tarzda, dar-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen canavarlara, sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

Evet bir balık, binler yumurta, binler yavru ve bazan bir milyon yumur­tadan ibaret olan havyardan çıkan tevellüdat-ı semekiyeye nisbeten vefiyat­ları bulunacak; ta ki müvazene-i bahriye muhafaza edilebilsin.

Rahimiyet-i İlahiyenin latif cilvelerindendir ki, valide balıkların yavrula­rıyla nisbetsiz bir tefavüt-ü cismîde bulunduklarından, yavrulara valideleri kumandanlık edemiyorlar. Sokuldukları yere giremedikleri için. Hakîm ve Rahim, yavrular içinde onlara küçük bir kumandan çıkarıp, validelik vazife­sini o küçük kumandancıklara gördürür.” (O.L. 654)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin