1186- Kur’anda haramlar, çeşitli ifadelerle beyan edilir. Burada yalnız “haram” ifadesiyle beyan edilen yasaklardan birkaç not alınmıştır.
-Meyte, dem ve hınzırın haramiyeti: (2:173) (5:3) (16:l15)
-Ribanın haramiyeti: (2: 275)
-Şirk, valideyn hukukuna riayetsizlik, fakirlik korkusuyla çocuğunu öldürmek, zina ve katlin haramiyeti: (6:151)
-Fuhşiyat, ism ü isyan, şirk ve bir şeyi delilsiz Allah’a isnad etmenin haramiyetleri (7:33)
-Katlin haramiyeti: (17:33)
-Katl ve zinanın haramiyeti: (25.68)
-Nikahı haram olanlar: (4:23) (Bak: Hürmet-i Müsahere, Muharremat)
HARB h& : (Bak Cihat)
qqHAREKET }6h& : Kımıldanma. Davranış. *Yola çıkmak. *Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. *Sarsıntı. (Bak: Faaliyet-i Rububiyet)
1187- qqHAREM •h& : Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda olup “haremlik” denir. Misafir erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de “selâmlık” denir. (Bak: 3783 .p)
qqHARFÎ z4h& (Bak: Mana-yı Harfi)
1188- qqHARİCÎLER hV[%‡_' : Kelâm ve mezhebler tarihinde, meşru devlet reislerine isyan edenlere verilen umumi addır.
İslâm tarihinde ilk Haricîler. Hz. Muaviye’nin Sıffın Harbinde (Mi.657) Hz. Ali’ye (R.A.) yaptığı hakem teklifinden doğmuştur. Buna göre Hz. Osman’ın (R:A.) katli meselesinden doğan ihtilafı, Kur’an ahkâmına göre halletmek üzere iki hakem tayin edilecekti. Hz. Ali’nin emrindeki ordunun ekseriyeti bu teklifi memnuniyetle kabul ederlerken, ekseriyeti Temim kabilesinden olan muhariblerin bir kısmı, tarafların hakem tayin etmelerine (Lâ hükme illâ lillah) yani: “Hüküm yalnız Allah’ındır” diyerek muhalefet edip ordudan ayrıldılar.
Kûfe yakınlarında Harura Kasabasına çekilerek Abdullah b. Vehbl-e Rasibî’yi kendilerine reis seçtiler. Bu ilk iftirakçı olan Haricîlere, Haruriyet, Muhakkime, Marika isimleri de verilmiştir. Tavırları çok asi ve taassublu olan Haricîler, Hz Ali ve Osman’ı (R.A.) inkâr etmeyenlerin katl ve tekfirine hükmetmeye kadar azgınlık gösterdiler. Mümkün oldukça sulh yolunu tercih eden İmam-ı Ali (R.A.) gittikçe büyüyen bu tehlikeye karşı müdahale etmeye mecbur kalarak Haricîlerin karargâhına hücum etti ve bu Nehrevan Harbinde Haricîleri büyük hezimete uğrattı. (Mi. 658)
1189- Bu hezimetten daha çok intikamcı hissiyata giren Haricîler, mahallî kıyamlar halinde kargaşalığı devam ettirdiler. Nihayet İmam-ı Ali (R.A.), Abdurrahman İbn-i Mülcem-ül Haricî tarafından zehirli bir kılıç darbesiyle şehid edildi. İslâm Ansiklopedisi vak’a tarihini hicretin kırkıncı senesi ramazanın 17’si olarak nakleder. Farklı rivayetler arasında 22 ramazan tarihi daha çok tercih ediliyor. Ali (R.A.) vak’adan üç gün sonra irtihal etmiştir. Kûfe’de medfundur.
Sahih-i Buhari Muhtasarı tercemesi, 9. cild, 1471, 1472. hadislerle; ll. cild, 1783 hadis ve emsalinden ülema-i İslâm ihbar-ı gaybî olarak Haricîlerin isyankâr ve menfi durumlarını istidlal etmişlerdir.
1190- Muhalifleri aleyhinde bahane arayan Haricîler, ileri seviyede dine bağlı oldukları iddiasıyla (Hüküm Allah’ındır) diyerek, hakem tayinine razı olanlar, hüküm Allah’ın olduğu hükmünü kabul etmiyorlarmış gibi bir cerbezeye girdiler. Halbuki Haricîler de pek iyi biliyorlardı ki, hakem meselesine razı olanlar, hüküm Allah’ın olduğu hükmüne tam manasıyla bağlı idiler. Hem biliyorlardı ki, herhangi bir hâdise hakkında Kur’anın verdiği hükmü, Kur’anı iyi anlayanlar, Kur’andan tesbit ve tatbik edeceklerdir. Müteşabihat, şura ve istinbat-ı ahkâm hakkındaki âyetler gibi içtihada müteallik ve meşvereti emreden âyât-ı kerime sarahaten mevcud olduğunu da bilirlerdi. Bazı kimseler var ki Kur’ana çok bağlılık iddiası altında, aslında kendi arzularına bağlıdırlar. (T.T. 5. cild 562. sahifede Haricîlerin hevalarına uydukları anlatılır.)
İki atıf not:
-Haricîlerin haktan saptıran garazları, bak: 449.p.
-Haricîlerin şürb-ü hamr hakkında tekfirleri, bak: l171.p.
1191- qqHARUN (A.S.) –—‡_; : Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerden biri olup, Hz Musa’nın kardeşidir. Babasının adı İmran’dır. Hz. Musa’dan üç yaş büyüktür. “Rivayetlere nazaran Hz. Musa’dan yedi ay veya üç sene evvel yüzyirmi yaşında olarak Tîh sahrasında vefat etmiş. Tur-i Sina civarında Mürran dağındaki bir mağaraya defnedilmiştir. Kabri meşhurdur.” (B.İ.İ. 486) (Bak: Musa (A.S.)
1192- Harun (A.S.) hakkında Kur’an’dan birkaç notu:
- Harun’a (A.S.) vahyin gelmesi: (4:163)
- Hz Harun’un (A.S.) hidayete eriştirilmesi: (6:84)
-Musa (A.S.) Tur’da iken Harun’un (A.S.) Musa’ya (A.S.) hilafet etmesi: (7:142)
-Hz Musa’ya (A.S.) Hz. Harun’un (A.S.) ihsan edilmesi: (19:53)
- Hz Musa’nın Hz. Harun’u (A.S.) kendine vezir olması için duası: (20.29,30) (25: 35)
- Hz. Harun’un (A.S.) kavmine nasihatı ve kavminin bu nasihatı dinlememesi ve Hz. Musa (A.S.) Tur’dan dönünce duruma müdahalesi: (20:90 ilâ.1 97)
-Hz. Musa (A.S.) ile Hz. Harun’a (A.S.) Tevrat’ın verilmesi (21:48)
- Hzr. Harun’un (A.S.) fesahat-ı lisaniyesi: (28:34)
1193- qqHASAN (R.A.) wK& : Hazret-i Ali’nin büyük oğlu, Resulullah’ın torunu. Oniki imamın ikincisi. İslâm halifelerinin beşincisidir. Hicretin üçüncü yılı, Ramazan ortasında Medine’de doğmuştur.
Lakabı Mücteba, künyesi Ebu Muhammed’dir Resulullah Efendimiz kulağına ezan okudu ve ismini “Hasan” koydu..
Hz. Ali (R.A.) şehid olunca 661 (Hi. 40) yılında 37 yaşında idi Kûfe’de halife seçildi. Babası gibi buna da kırk binden fazla kimse biat etti. Yedi ay kadar Irak, Horasan, Hicaz, Yemen taraflarına hükmettikten sonra Hz. Muaviye’nin Şam’dan gönderdiği ordu ile karşılaştı. Çok müslüman kanı dökülmeden iki taraftan birinin galip gelemiyeceğini düşünerek harpten vaz geçip halifeliği Hz. Muaviye’ye verdi.
Hz. Hasan 671 (Hi. 49) yılında vefat etti. Kabri Medine’deki Baki mezarlığındadır. (Bak: Şerif)
1194- Hasan (R.A.) için S.B.M. 8.cild, l159. hadiste geçen (hâzâ seyyidun) ve emsali ifadelerin işaretiyle seyyid dendiği anlaşılabileceği gibi Hasan’ın (R.A.) neslinden daha çok aktablar, Hüseyin’in (R.A.) neslinden ise imamlar gelmiştir. (Bak: 45.p.)
Hasan ve Hüseyin (R.A.) hakkında Peygamberimiz’in (A.S.M.) ehemmiyetli şefkat ve alâkasının hikmeti şöyle izah ediliyor:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati, o hususî cüz’î maddelere sarfetmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor.
Fakat hakikatta o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azimenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiştir. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hazret-i Hasan (R.A.) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle Hazret-i Hasan’dan (R.A.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden Gavs-ı Azam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (R.A.) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (R.A.) başını öpmüş. Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (R.A.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynel-Abidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakiki verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve Din-i İslâm ve vazife-i Risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir. Evet Zat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) gayb-aşina kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadet’ten ebed tarfında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden Cennet’i gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hatta Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-binîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş, Evet Hazret-i Hasanın (R:A.) başını öpmesinden Şah-ı Gaylanî’nin hisse-i azîmesi var.” (L.20)
1195- İslâm tarihinde ehemmiyetli yeri bulunan “Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emeviler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-ı İslâmiyeyi, rabıta-ı milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünki: Unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.
¯±|¬L²<«h5 ¯f¬±[«,«— ¯±|¬L«A«& ¯f²A«2 «w²[«" «»²h«4 « «}Å[¬V¬;_«D²7~ «}Å[¬A«M«Q²7~ ¬aÅA«% }Å[¬8«¶Ÿ²,¬²«~
_«W«V²,«~ ~«†¬~ (127) ferman-ı kat’isiyle: Rabıta-i diniye yerine rabıta-ı milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-ı diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
1196- Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden Kader-i İlahî ve Rahmet-i İlahiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in yakın tarafdarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması; Hazret-i Hüseyin ve tarafdarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkibetin hikmeti ise; Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve suri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî birsaltanat-ı maneviyeye tayin edildiler, adi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular. (Bak: 1333,1334.p.lar)
l196/1- “O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin hikmeti nedir? diyorsunuz.
Elcevab: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emeviler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükümetin selâmeti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: Milletin selâmeti için her şey feda edilir.
Üçüncüsü: Emevilerin Haşimilere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncüsü bir sebeb de: Hazret-i Hüseyin’in tarafdarlarında bulunuyordu ki; Emevilerin, Arab milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradına”memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevilerin asabiyet-i miliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
1197- Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hâsıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye, o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasılki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım” diyecektir.” (M:54-56)
1198- “Hazret-i Hasan’ın (R.A.) bir kaç ay gibi kısacık müddet-i hilafeti, çendan az idi. Fakat ®}«X«, «–Y$«Ÿ«$ >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F7²~ Å–¬~ (128) hükmüyle ve o ihbar-ı gaybiye-i Nebeviyenin tasdiki ile ve
¬w²[«B«W[¬P«2 ¬w²[«B«\¬4 «w²[«" ¬y¬" yÁV7~ d¬V²M[«, °f¬±[«, ~«g«; °w«K«& |¬X²"~ Å–¬~ (129)
hadisindeki mu’cizane ihbar-ı gaybiyy-i Nebevîyi tasdik eden; ve iki büyük ordu, iki cemaat-i azîme-i İslâmiyenin musalahasını temin eden ve nizaı ortalarından kaldıran Hazret-i Hasan’ın (R.A.) kısacık müddet-i hilafetini ehemmiyetli gösterip, hulefa-i erbaaya bir beşinci halife göstermek için, ihbar-ı gaybî nevinden mana-yı işarîsiyle ve (4:69) _®T[¬4«‡ «t¬\³7—~ «wK«&«— kelimesinde beşinci halifenin ismine ilm-i belagatta müstetbeat-üt terakib” tabir edilen bir sır ile işaret ediyor.” (L. 37) (Bak: 1010.p.)
1199- Hem (33:40) ²vU¬7_«%¬‡ ²w¬8 ¯f«&«~ _«"«~ °fÅW«E8 «–_«6_«8 âyetinin küllî manasının işaretiyle; “Peygamber’in ‘A.S.M.) evlad-ı zükûru rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yanlız “rical” tabirinin ifadesiyle, nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felilâhilhamd Hazret-i Fatma’nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in manevi ve maddi neslini idame ediyorlar.” (S. 413) (T.T.ci.3, sh: 661, Hz.Hasan ve Hüseyin’in (R.A.) menkıbeleri hakkındadır.)
1200- qqHASAN-EL ASKERÎ >hUKQ7~ wK& : Eimme-i İsna aşeriyye (oniki imam)ın, onbirinci imamı olup İmam Ali en-Naki’nin oğludur. Hi.132’de Medine’de doğmuştur. Âlim, cesur ve cömert bir insandı. Hi. 161 tarihinde henüz 28 yaşındayken büyük bir ihtimalle zehirlenerek şehid edilmiş ve Bağdad’da babasının yanına defnedilmiştir. Onikinci İmam Muhammed-el Mehdi’nin babasıdır.
1201- qqHASAN-I BASRÎ >hM" wK& : (Hi: 21-110) En ileri tabiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Medine’de doğdu. Onbeş yaşından sonra Medine’den Basra’ya gitti.
1202- Hayatı boyuncu İslâm’a hizmet eden Hasan-ı Basrî Hazretlerinin müessir nasihatları vardır. Ezcümle; “Başkalarından sana söz getiren, senden de ona söz götürür. Öyleleriyle sohbet edilmez, arkadaşlık yapılmaz.” Tövbenin hem dil ile hem hal ile yani kötülükleri terkederek yapılmasını ders verirdi. Daha bunun gibi pekçok ders ve irşadları vardır. (R.A.)
1203- qqHASED fK& : Hasedde asıl olan mana: Bir nimetin, bir faziletin, bir kemalin sahibinden zevalini arzu etmektir. O nimetin kendisine geçmesini gerek istesin, gerek istemesin, başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. (Bak: Rekabet)
Hasud, çekemediği kişiyi; hasta, fakir, zelil, perişan görmek ister ve bundan dolayı sevinir. Bu hal en hafif tabirle hakikatları hakkıyla bilememenin ve iman za’fının alâmetidir.
1204- “Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin akibetini düşünsün. Ta anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fanidir, muvakkattır. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetleri ise; zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakar zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i ilahiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (M. 266)
Kur’anda hased: (2: 109) (4:54) (l13:5) âyetlerinde geçer. Hadislerde de hasedden ikazat vardır.
qqHASENAT _XK&) (Bak: Sevab)
1205- qqHASTALIK s7 yBK' : Canlıda bir takım değişikliklerin ortaya çıkmasıyla organların yapısında veya işleyişinde yahut canlının davranışında tezahür eden bozukluk ve rahatsızlıklar. (Bak: Eyyub A.S., Musibet)
Hastalıkları bedenî, aklî ve ruhî-manevî olmak üzere üçe ayırmak mümkündür. Tıb ilmi, ilk iki gruba giren hastalıkları incelemekte, bunların teşhis ve tedavileri ile uğraşmaktadır. Manevî veya kalbî hastalıklara gelince:
Başta Hz. Muhammed (A.S.M.) olmak üzere bütün enbiya, asfiya, evliya gibi maneviyat âleminin büyükleri, bu nevi hastalıkların tabibleridirler. Bununla beraber Peygamberler, manevi hastalıklar kadar beden, akıl ve ruh hastalıkları sahasında da beşeriyete rehber ve önder olmuşlardır. Lokman (A.S.) hekimlerin piri olarak kabul edilir. İsa (A.S.)ın, hem beden hem ruh hastalarını mu’cizevi bir surette iyileştirmesi, beşeriyetin bu sahada istikbalde ulaşacağı terakkiyatın hududlarına remzeder. Nitekim bu hakikata işaret eden şu âyet
¬yÁV7~ ¬–²†¬_¬" |«#²Y«W²7~ ¬|²&~«— «‹«h²"«²~«— «y«W²6«²~ Î>¬h²"~«— (3: 49) Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor.İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız...Her dert-ne olursan olsun-dermanı mümkündür. Arayınız. bulunuz. (Bak: 1213/2.p.) Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevi dertlerin dermanı; biri de, maddi dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilaciyle şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine devam bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.” işte beşerin tıb cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.” (S.255)
1205/1- Peygamberimiz (A.S.M.)’ın hıfzıssıhha sahasındaki sünnet ve hadisleri nurlu birer rehberdir. Manevi sıfatı ise “tabib-i kulub”dur. Kur’an da müminlere şifadır. Manevi hastalıklar hem ferd, hem cemiyetler için bahis mevzuudur. Bu husustaki Kur’an âyetlerinden birkaç not, bahsimizin sonunda gösterilmiştir.
Resulullah’ın (A.S.M.) yolundan giden ve Kur’anı rehber edinen ümmetinden birçok âlimler ve maneviyat büyükleri olan zatlar, hastalıkların her üç dalında da beşeriyet için birer nümune-i imtisaldirler. Meselâ maddisahada bir nümune:
“İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı dâhi-i meşhur Ebu Ali ibn-i Sina, yalnız tıp noktasında
(7:31)~Y4¬h²K# ««— ~Y"«h²-~«— ~YV6 âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
²u¬±V«T«4 ¬•«Ÿ«U²7~¬h²M«5 |¬4 ¬Ä²Y«T²7~ w²K&«— _®Q²W«% ¬w²[«B²[«A7²~ |¬4 Å`¬±O7~ a²Q«W«%
¬‰YSÇX7~ |«V«2 «j²[«7«— ¬•_«N¬Z²9¬²~ |¬4 š_«S¬±L7~«— ²`ÅX«D«# ¯u²6«~ «f²Q«"«— «a²V«6«~ ²–¬~
¬•_«QÅO7~ |«V«2 ¬•_«QÅO7~ ¬Ä_«'²…¬~ ²w¬8 ® _«& Çf«-«~
Yani: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum: Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye.Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye... Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” (L.147)
1205/2- “Ekser hastalıklar su-i istimalattan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor” (L.217) Bu da tekvinî veya teşriî şeriata muhalefetin neticesidir. Bu muhalefette ileri giden mimsiz medeniyet, çeşitli hastalıkların sirayetine vesile oluyor ve hayat-ı insaniyeyi zehirliyor. Halbuki “mevcudat içinde en kıymetdar, hayattır, ve vazifeler içinde en kıymetdar, hayata hizmettir; ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymetdar, hayat-ı faniyenin hayat-ı bakiyeye inkılab etmesi için sa’yetmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bakiyeye çekirdek ve mebde’ ve menşe’ cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı faniyeye hasr-ı nazar etmek; ani bir şimşeği; sermedi bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir. Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddi ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilaçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler... Me’yus ve ümidsiz bir hastaya manevi bir teselli, bazan bin ilaçtan daha nafi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar.” (T.H. 209)
1205/3- Hastalıkların tıbbî ve tedavi cihetlerinden başka bundan daha ehemmiyetli tarafı, hastalık ve musibetlerin dinî hikmetlerini bilmektir. Yani kader-i İlahî, ceza vermek veya hatadan ikaz etmek veya günahını silmek veya tekâmül ettirmek gibi hikmetlerle, kuluna liyakatına göre muamele eder. Bir hastalık ve musibete maruz kalan kul, hemen hatasını anlayıp ciddi tövbe ile ıslah-ı hal etmelidir. Bu bakımdan Risale-i Nur Külliyatında hastalar için, ehemmiyetine binaen, ayrı bir risaleye yer verilmiştir. Bu risaleyi dikkatle ve benimseyerek okuyan bir çok hastanın, gördükleri faydaları takdirle ifade ettikleri müşahede edilmektedir. “Hastalara bir merhem, bir teselli, manevi bir reçete, bir iyadet-ül mariz ve geçmiş olsun makamında” yazılan Yirmibeşinci Lem’a, yani Hastalar Risalesinden bir kısmını nümune olarak aşağıya alıyoruz:
“Ey sıhhatının lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bil’akis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünki birşey devam etse, te’sirini kaybeder. Hatta ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki:
_«;¬…~«f²/«_¬" ¿«h²Q# š_«[²-«²~ _«WÅ9¬~ Yani “herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa; ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa, hararet anlaşılmaz; zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. illet olmazsa, afiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir. Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ihsas etmek ve her bir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevketmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva-ı nimeti tadacak, tanıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı techiz etmesi gösteriyor ki; elbette sıhhat ve afiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.
Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı; sen başın, elin, midenin sıhhatındaki lezzetli, zevkli nimet-i İlahiyeyi hissedip şükreder miydin? Elbette şükür değil, belki düşünmiyecektin. Şuursuz o sıhhatı gaflete belki sefahete sarfederdin.” (L.209)
1206- “Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faidelerini, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes. Evet merak, hastalığı ikileştirir; maddi hastalığın altında merak ile manevi bir hastalığı kalbine verir, maddi hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddi hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evhamla bir dirhem maddi hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider. Merak hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-ı İlahiyeyi ittiham ve rahmeti ilahiyeyi tenkid ve halık-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet nasılki şükür nimeti ziyadeleştirir. öyle de şekva; hastalığı, musibeti tezyid eder. Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilacı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faidesini bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. Ah yerine oh de, vâ-esefa yerine “Elhamdülillâhi alâ kulli hal” söyle.” (L.210)
Dostları ilə paylaş: |