İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə60/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   56   57   58   59   60   61   62   63   ...   169

1328- Şia-i velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalat-ı fevkalâ­desi kabul olunduktan sonra, Hazret-i Sıddık’ı (R.A.) ona tercih etmek kabil olmuyor.

Elcevab: Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in ve Faruk-u Azam’ın (R.A.) şahsî kemalatıyla ve veraset-i Nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalatı ile bera­ber bir mizanın kefesine Hazret-i Ali’nin (R.a.) şahsi kemalat-ı hârika­sıyla, hilafet zamanındaki dahilî bilmecburiye girdiği elîm vakalardan gelen ve su-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefe­sine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (R.A.) veyahut Faruk’un (R.A.) ve­yahut Zinnureyn’in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş tercih etmiş. Hem Onikinci ve Yirmidördüncü Söz­lerde isbat edildiği gibi: Nübüv­vet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki; nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine mürec­cahtır. Bu nokta-i nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) ve Faruk-u Azam’ın (R.A.) vera­set-i Nübüvvet ve te’sis-i ahkam-ı Risalet noktasında hisseleri taraf-ı İla­hîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaatçe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalat-ı şahsiyesi, o vera­set-i Nü­büvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için Hazret-i Ali (R.A.) Şeyheyn-i Mükerremeyn’in zaman-ı hilafetlerinde onlara Şeyhülislâm olmuş ve on­lara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (R.A.) se­ven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hz. Ali’nin (R.A.) sevdiği ve ciddi hürmet ettiği Şeyheyn’i nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?



Bu hakikatı bir misal ile izah edelim. Meselâ: Gayet zengin bir zatın irsiyetinden evladlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altun veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altun veriliyor: Öbü­rüne de üç batman gümüş ile beş batman altun verilse; elbette âhirdeki ikisi çendan kemmiyeten az alıyorlar, fa­kat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte bu mi­sal gibi; Şeyheyn’in veraset-i Nübüvvet ve te’sis-i ahkâm-ı Risaletinde tecelli eden hakikat-ı akrebiyet-i İlahiye altunundan his­selerinin az bir fazlalığı, kemalat-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i ilahiyenin ve kemalat-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galib gelir. Müvazenede bu nokta­ları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaati ve ilmi ve vela­yeti noktasında birbiri ile müvazene edilse, hakikatın sureti değişir. Hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) zatında temessül eden şahs-i manevi-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) noktasında müvazene edilmez. Çünki orada Peygamber Aleyhissalatü Ves­selâm’ın sırr-ı azimi var. Amma şia-i hilafet ise, Ehl-i Sün­net ve Cemaat’e karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünki bunlar Hazret-i Ali’yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve su-i ahlâkta bulun­duğunu onların mezhebleri iktiza edi­yor. Çünki diyorlar ki: “Hazret- Sıddık ile Haz­ret- Ömer (R.A.) haksız ol­dukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, şia ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zatlara tasannu’kârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat et­mekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf göstermek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabetten Hazret-i Ali (R:A.) teberri eder. İşte ehl-i hak­kın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkis etmez, su-i ahlâk ile ittiham etmez. Öyle bir hâ­rika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (R.a.), Hulefa-i Raşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaa­tini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”

1329- Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat, onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset mef­tunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkid ediyorlar. Haşa, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstere­memiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Aleviler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki Ehl-i Sün­netin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor. Belki aksini isbat ediyorlar. Haricilerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevilerden zi­yade Haz­ret-i Ali’nin (R:a.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (R.A.) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar. Aleviler, hem Alevilerin hem Ehl-i Sünnetin adave­tine istihkak kesbeden Haricileri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hatta bir kı­sım Aleviler, Ehl-i Sünnetin inadına sün­neti terkediyorlar. Her ne ise bu mes’elede fazla söyledik. Çünki ülemanın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.

1330- Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in mu­habbe­tini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, hak­sız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyliyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.” (L.22:26)

1331- “Şu makamda bir mühim sual vardırki; denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakatı olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a karabeti ve hâri­kulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?”

Elcevab: Âl-i Beyt’ten bir kutb-u azam demiş ki: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilafetini arzu etmiş, fakat gaibden ona bildirilmiş ki: Murad-ı İlahî başkadır. O da, arzusunu bırakıp, murad-ı İlahîye tabi’ olmuş.” Murat-ı İlahînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:



1332- Vefat-ı Nebevî’den sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler; eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali’nin hila­feti zamanında zuhura gelen hâdisatın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin mümaşatsız, pervasız, zâhidane, kahramanane, müstağniyane tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaatı itibariyle, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet dama­rını harekete getirip, tefrikaya sebeb olmak kaviyen muhtemeldi. Hem Haz­ret-i Ali’nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhte­lif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın ha­ber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Haşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın haber verdiği gibi: “Ben Kur’anın tenzili için harbettim, sen de te’vili için harbedeceksin! (137) Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-ü Emeviyeyi bütün bü­tün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm naza­rında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez Emeviye Devleti reisle­rinin umumu, kendileri olmasa da, her­halde teşvik ve tavsibleriyle etbaları ve tarafdarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalış­tılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında, Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalatı olmasaydı, Abbasilerin ve Emevilerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığır­dan çıkmak muhtemeldi.



1333- Eğer denilse: “Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?”

Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-i Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdüla­ziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki al­danmasın. Halbuki Mı­sır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatı­miye Hilafeti ve Afrika’da Mu­vahhidîn Hükümeti ve İran’da Safeviler Dev­leti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyt’e yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.

İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar; hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in nes­linden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer ma­nevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.” (M.99)

İki atıf notu:

-Âl-i Beyt, manevi saltanata namzed idiler, bak: l196.p

-İmam-ı Azam’ın teklif edilen resmi vazifeden çekinmesi ve Ebu Yusuf’a vasiyeti, bak: 1608, 1609, 1610.p.lar.

1334- “Eğer desen: Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevka­lâde ikti­darı, hârikulâde zekası ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakı­yetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bilhakkın kazanamıyacaktı. Hal­buki zahirî ve si­yasî hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.” (M.54)

İşte muvakkat hilafet-i siyasiye gibi biatla değil, Allah tarafından ihsan edilip devamlı olan hilafet-i maneviyede kalmak ve hâlisen dine hizmet et­mek hikmetiyle­dir ki; kader-i İlahî musibetlerle Âl-i Beyt’i dünya saltanatın­dan yüzlerini çevirmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

_«[²9Çf7~ |«V«2 «?«h¬'³ž²~ _«X«7 ­y±«V7~ «‡_«B²'«~ ¯a²[«" ­u²;«~ _Å9¬~

~®f<¬h²O«#«— ~®f<¬h²L«#«— ®š«Ÿ«" >¬f²Q«" «–²Y«T²V«[«, |¬B²[«" «u²;«~ Å–¬~«—

Biz öyle bir ehl-i beytiz ki, Allah bizim için âhireti dünyaya tercih et­miştir. Benim ehl-i beytim, muhakkak benden sonra bela, kaçırılma ve sür­güne uğrayacaktır.” (İ.M. ci:10 hadisi: 4082)



1335- Biata istinad eden hilafet-i siyasiye meselesine gelince:

“Rivayette var ki: “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” (138) Yani ¯}«X«, «r²7«~ ­˜­‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«< |¬4 (32:5) âyetinin sırrıyla, bin sene hâki­mane ve mü­kem­mel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani ancak beşyüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.

Allahu a’lem, bu rivayet kıyametten haber vermek değil; belki İslâmiyetin galibane hâkimiyetinden ve hilafetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünki hilafet-i Abbasiye’nin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beşyüz sene kadar yaşamış. Fakat üm­metin hey’et-i mecmuası ise istikameti kay­betmediğinden hilafet-i Osmaniye im­dada gelip binüçyüz sene kadar hâki­miyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muha­faza edemediğinden, o da ancak (hilafetle) beşyüz sene yaşayebilmiş. Bu ha­disin mu’cizane ihbarını, hilafet-i Osmaniye kendi vefatıyla tasdik etmiş.” (Ş.589)

1336- Hem ®}«X«, «–Y­$«Ÿ«$ >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F²7~ (139) hadis-i şerifin ihbar-ı gaybî nev’inden tarihçe musaddak beş lem’a-i i’caziyesi vardır.

Birincisi: Hulefa-yı Raşidîn’in hilafetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahu Anh’ın altı aylık hilafetinin müddeti, otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış.

İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Haz­ret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh’ın ebcedî ve cifrî hesabları bir üçyüz yirmialtı eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. Hilafet-i Aliyye-i Osmaniye bitti.

Üçüncüsü: «–Y­$«Ÿ«$ kelimesi, cifr hesabı binseksen yedi eder ki, tarihçe hilafet-i Abbasiyenin inkırazıyla hilafet-i Osmaniyenin takarrürüne kadar olan zaman-ı fetret tayyidelse bin seksen küsur kalır. Eğer nâkıs hilafetler sa­yılsa, ®}«X«, «–Y­$«Ÿ«$ deki “sene” lafzı ilave olur. O halde bin ikiyüz iki eder ki; “Rumuzat-ı Semaniye-i Kur’aniye Risaleleri”nde hem (48:l) «t«7_«X²E«B«4_Å9¬~ hem Fatiha, hem Sure-i Nasr, hem Sure-i Alak gibi çok yerlerde aynen hilafetle beraber Devlet-i İslâmiyenin hem terakki, hem galibiyet devesi olan bin iki yüz iki tarihini gösterir. Hem nâkıs hila­fetle beraber bütün müddet-i hilafet-i İslâmiye bin iki yüz ikidir ki, tamtamına teva­fukla haber verir.

¯•²Y«< «r²M¬X«4 ެ~«— °•²Y«< _«Z«V«4 |¬BÅ8­~ ²a«8_«T«B²,~ ¬–¬~«— (140) hadisinin mu’cizane ih­bar-ı gaybîsini izah eder.

1337- Dördüncüsü: >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~ İlâ âhir... şeddeli Å–¬~ yüz bir, «}«4«Ÿ¬F²7~ bin yüz kırkbir, >¬f²Q«" seksen altı eder. Yekûnu: Arabice bin üçyüz yirmisekiz olur ve Rumice bin üçyüz yirmialtıdır ki, Hulefa-yı Raşidîn’in isimleri ikinci vecihte gösterdiği aynı tahine ve Hürriyetin üçüncü senesin­deki inkıta-i hila­fetin tarihine tam tamına tevafuku, elbette o lisan-ül-gayb olan zatın lisanında tesa­düfî olamaz; belki onu da görmüş, ona da işaret et­miş.

Beşincisi: «}«4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~ şeddeli nun bir nun sayılsa bin yüz doksaniki ederki ay­nen ®}«X«, «–Y­$«¶Ÿ«$ cümlesinin gösterdiği gibi bin ikiyüz iki tarihine on farkla tam te­vafuk ederek tam ve nâkıs bütün müddet-i hilafeti göstermesi ve yalnız “hilafet” kelimesi bin yüz onbir edip tam hilafetin müddetine tam tevafukla beraber o müd­dete işaret eder. «–Y­$«Ÿ«$ kelimesinin cifrî hesabı olan bin seksenyedi adedine, yirmidört gibi cüz’î bir farkla muvafakat etmesi, elbette ve her halde o Muhbir-i Gaybî’nin bir işaret-i gaybiyesidir ve bir nevi mu’cizat-ı gaybiyesinin bir lem’asıdır. İşte bu kısacık hadisin camiiyetine, sair cevami-ül kelim olan hadisler kıyas edilsin.” (S.T. 136)



1338- “ Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş:

«h²8«ž²~~«g«; Å–¬~«— _®/Y­N«2 _®U²V­8 ­–Y­U«# Åv­$ ®}«X«, «–Y­$«Ÿ«$ >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~

_®/Y­N«2 _®U²V­8 ­–Y­U«< Åv­$ ®}«4«Ÿ¬'«— ®}«W²&«‡ ­–Y­U«< Åv­$ ®}«W²&«‡«— ®?ÅY­A­9 ­~«f«"

(141) _®#—­h«A«%«— ~ÈY­B­2 ­–Y­U«< Åv­$

deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilafetiyle; Cihar-ı Yar-ı Güzin’in (Hulefa-yı Raşidîn’in) zaman-ı hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.” (M.102) (Hulefa-i Raşidîn’in hilafet tertibi, bak: 3200.p.)

1339- İstanbul’un İngiliz işgalinde İngilizlerin “İrade-i Hilafet, siyaseti­min le­hinde çıktı” şeklindeki İngilizin propagandalarına Bediüzzaman hila­fetin bazı temel hususiyetlerini gösteren şu cevabı veriyor:

“Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususisi başkadır. Ümmet namına emin ola­rak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır.

Bu irade, bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslaha­tını takip eder. Aklı ise şûra-yı ümmettir, senin vesvesen değil. Kuv­veti; müsellah ordusu, hür milletidir... senin süngülerin değildir. Maslahat da, muhitten merkeze nazar edip, İslâm için faide-i uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkez­den muhite bakmakla, âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Ana­dolu’yu da istanbul’a, İstanbul’u hanedan-ı saltanata-taarruz vaktinde- feda etmek gibi hod-endişane fikir ve irade; değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hata en facir bir adam da yalnız ism-i hilafeti taşıdığı için ihtiyariyle etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.” (A.B.l16)

Bir atıf notu:

-Osmanlı hilafetinin ilgası, Bak: 1870-1874.plar.

“Hilafeti temsil eden meşihat-ı İslâmiye ve diyanet dairesi; hem âlî, hem mu­kaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil efkâr-ı amme ol­duğu için onun nev’inden şahs-ı manevi bir fetva emini ister.” (Mün. 34) (Bak: Şura maddesinde 3576-3582.p.lar)

Demek hilafeti temsil etmek için mezkûr istinad noktaları gerekiyor.

1340- 1923’de Beziüzzaman Hazretlerinin ilk Meclis-i Meb’usana hitabe­sinden hilafetle alâkalı olan kısmında şöyle der:

“Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlini şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin et­mezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza vere­cek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bu­lunmayan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet ve­recektir. İnşikak-ı asa ise,

(3:103) _®Q[¬W«% ¬yÅV7~ ¬u²A«E¬" ~Y­W¬M«B²2~«— âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanı­dır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevi eğer müstakim olsa, zi­yade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaa­tin ise gayr-i mahduddur. Hârice karşı ka­zandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla boz­mayınız”. (M.N: 101)

Bir atıf notu:

-Mehdiyetin hilafeti, bak: 2303.p.

Oniki halife devrinde, izzet-i İslâmiye zail olmayacak: Buhari 93. kitab 51. bab ve Müslim 33. kitab 5-10. hadisler.

1341- qqHİLE-İ ŞER’İYE y[2h- šyV[¬& : Müşkil bir mes’eleyi, şer’î esaslar üzere, hazakatla hall ve izah etmek ve şer’an muaheze ve mes’uliyeti mucib olmaya­cak surette te’vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb. edilen hile, oyun, aldatma veya şer’î bir hükmü bertaraf etmek manasına olmayıp ancak karışık bir durumun ve mes’elenin kanunî ve şer’î hal çaresini bulmak demektir. Buna, mahlas-ı şer’î (şer’î kurtuluş) da denir. (O.A.L.) (Bak: Hulle)

qqHİLKAT }TV' : (Bak: Halk)

1342- qqHİMMET : }±W; : Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk’a ve sair mu­kaddesata yönelmesi. *Kalb istiği ile gösterilen ciddi gayret. *Allah indinde makbul ve mübarek bir kimsenin manevi yardımı ile birisini koru­ması, manen yar­dım et­mesi. *Fitrî şevk ve meyil ve heves. *Lütuf. yardım. (Bak: Gayret, Hamiyet, Ke­ramet, Mürşid) (Şah-ı Geylani’nin himmeti, bak: 35.p.)

1343- qqHİSS ±j& : Duymak. Farkına varmak. Duygu. (Bak: enaniyet, Havass, Haya, İzzet)

Hisler iki kısma ayrılır. Biri, hiss-i zahirî ki; göz, kulak, dil, el, burun gibi or­ganlar ile eşya ve hâdislere hakkında bilgi alınır. Bu hisler, uzvî bir hâdise­dir. Diğeri, hiss-i batınî ki; sevinme, kıskanma, iftihar, hayranlık, tiksinme, üzüntü, mahcubiyet ve hürmet gibi iç dünyamızda yaşanan ruhî hâdiselerdir. Allah tarafından insanlara ihsan edilen bu hislerden herbirinin büyük hizmet ve vazifeleri vardır. İnsan o his­leri asıl yaratılış gayelerinde kullanmakla mükelleftirki, buna şükr-ü örfî tabir edilir. (Bak: Şükr maddesindeki 3598.p)



1344- “Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i as­kerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırı­lacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmünde­dir; baki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hareretli mu­habbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hakeza şedid hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiş­tir. O hissiyatı şiddetli lbir surette fani umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fani kırılacak şişelere baki elmas fiatlarını vermek demektir.

İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazi, biri hakiki. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızk cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir is­tikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hak­kında taahhüd altına alınmamış bir istikbale te­veccüh eder. Hem mala ve caha karşı şiddetli bir hırs gösterir.

Bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fani mal ve afetli şöh­ret ve tehlikeli ve riyaya medar olan cah, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan hakiki cah olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zad-ı âhirete ve hakiki mal olan a’mal-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı me­cazî ise,. âlî bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılab eder.

Hem meselâ şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zail, fani umurlara karşı hissi­yatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmiyen bir şeye, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafidir. O şid­detli inadı, o lüzumsuz umur-u zaileye verme­yip, âlî ve baki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir has­let olan hakiki inada, yani hakta şiddetli sebata inkılab eder. İşte şu üç misal gibi;insanlar insana verilen cihazat-ı maneviyeyi eğer nefsin ve dünyanın he­sabıyla iştimal etse ve dünyada ebedi kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamideye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dareyne medar olur. İşte tah­min ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir se­bebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Ada­vet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! “ Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i mteklif olur.” (M.33.) (Bak: İrşad)



1344/1- “Evet her bir uzuv, bir şey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullan­makla mükelleftir. Meselâ, her bir hasse için bir ibadet vardır. Onun hilafında kul­lanılması dalalettir. Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir. Kezalik şuaranın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri da­lalettir. Hayal, onun ile fâsık olur.” (M.N: 196) (Bak: Secde)

1344/2- İnsanın fıtrat-ı asliyesinde Sani’ini arayan hisler de vardır. Evet “beşe­rin havvas-ül hams-ı zahire ve batınadan başka, âlem-i gayba karşı açı­lan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zâika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan sâika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şâika var. O şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gi­demez.” (M.N.254)

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   56   57   58   59   60   61   62   63   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin