İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə50/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   ...   169

1144- “Ca’l ifadesi Kur’anda muhtelif manada kullanılmıştır. Ezcümle: 1- Tafak ve ahz (inşa ve ikbal) manasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup baş­lamak ve işler olmak: 2- Halketmek, yaratmak. 3- Kavl ve irsal 4- Tehiyye ve tesviye (tanzim ve düzeltme) 5- Takdir 6- Tebdil 7- Bir şeyi birşeye dahil etmek 8- Bir şeyi kalbe ilka ve ilham eylemek 9- itikad 10- Tesmiye 11- Bir şeyi diğer bir şeyden icad ve tekvin 12- Bir şeyi, birsıfat ve haletten diğer bir sıfat ve halete döndürmek, kılmak tasyir. 13- Bir nesne üzerine hükmeylemek, gerek hak ve gerek bâtıl olsun vaz’ eylemek, bir hususu bir kimse ile bir vecih üzere şartlaşmak ve azv ve nisbet eylemek ve hükm-ü şer’î” (Lügat-ı Remzi) (Bak: Fıtrat,İcad, inşa, Kâinat)

1145- En küçük bir şeyi yaratan, en büyük bir şeyi de halk edebilir. “Nasılki bir elmayı halkedecek;elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir elmayı icad eden bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem sa­nat itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki: Onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de; bugünü halkeden, Kı­yamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek Haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir.” (S. 79)

1146- Hem “hangi masnuun olursa olsun esbaba havale edildiği vakit, bütün yer ve göklerdeki esbab da toplansa.

~®h[¬Z«1 ²v¬Z¬N²Q«A¬7 _®N²Q«" «–_«6²Y«7«— ¬y¬V²C¬W¬" ~Y­#²_«< ²v«7 bütün o esbab birbirine yar­dımcı da olsalar, yine o masnun benzerini getiremezler ve icad edemezler. Zira bir incir meyvesinin içindeki zerrecik olan bir tohumu, cezalet-i san’atça incir ağa­cın­dan aşağı olmadığı gibi, insan dahi küre-i arzdan san’at ve cezaletçe geri değildir. Öyle ise bir tohum ve bir insanı icad edip getiren zat, elbette ağaç ve âlemin ibrazı ona zor gelmez.” (M.Nu. 188)



1147- Hem “göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yıldız­dan ve bir cüz’, küll mecmuundan... meselâ; dimağ ve göz, insanın tama­mından ve cüz’î bir ferd, hüsn-ü san’atça ve garabet-i hilkatça umum bir ne­viden ve bir insan, acib ci­hazlarıyla küllî cins hayvandan ve bir fihriste ve proğram ve kuvve-i hâfıza hük­münde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca ağacından ve küçük bir kâinat olan bir in­san, kemal-i hilkati ve cemiyetli hârika cihazlarının binler acib vazifeleri gö­recek bir tarzda mahlukiyeti kâinattan aşağıya değiller. De­mek zerreyi icad eden, yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halkeden, el­bette insanı kolayca halkeder. Ve birtek insanı böyle mükemmel yara­tan, herhalde bütün hayvanatı kemal-i sühuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların hâ­likı olabilir. Ve âlemin bir nevi manevi çekirdeği ve cemiyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esma-i ilahiyeye mazhar ve ayine ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan za­tın, elbette ve elbette böyle bir kudreti var ki, koca kâinatı insan icadının kolaylığı ve sühuleti derecesinde halkedip tanzim eder.

Öyle ise; zerrenin ve cüz’ ve cüz’î ve çekirdek ve bir insanın hâlikı, sânii, rabbi kim ise, elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlikı, sânii, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümteni’dir.” (Ş.664)



1148- Kur’anda “ (36:82) «–Y­U«[«4 ²w­6 ­y«7 «ÄY­T«< ²–«~ _®¶[²[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ­˜­h²8«~ _«WÅ9¬~ hem (36:53) «–—­h«N²E­8 _«X²<«f«7 °p[¬W«% ²v­; ~«†¬_¬4 ®?«f¬&~«— ®}«E²[«. ެ~ ²a«9_«6 ²–¬~ gibi âyetler; vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def’î olduğunu ve (27:88)

¯š²|«- Åu«6 «w«T²#«~ >¬gÅ7~ ¬yÁV7~ «p²X­. hem (32:7) ­y«T«V«' ¯š²|«-Åu­6 «w«K²&«~ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?

Elcevab: Kur’anın feyzine istinaden deriz: Evvela, münafat yoktur.Bir kısım öyledir: ibtidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi... (1929.p.da beyan edilen semavatın altı günde hilkati sırrı, bir manada mevzumuzla alâkalıdır.)

Saniyen: Mevcudatta meşhud olan sühulet ve sür’at ve kesret ve vüs’at içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat, şu iki kısım âyetle­rin vücud-u hakikatlarına kat’iyyen şehadet eder. öyle ise, şunla­rın hariçte tahak­kukları medar-ı bahs olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “sırr-ı hikmeti nedir” deni­lebilir. Öyle ise, biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hik­mete işaret ederiz. Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, meharetlerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hatta bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki, güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de: Sani-i Hakîm ve Nak­kaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilatıyla beraber bedi’ bir surette yaptık­tan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir. İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giy­diriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.” (S.195)

“Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada hususan bidayet-i icadında gayet dere­cede hüsn-ü san’atı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Di­ğer kısmı; eşyada hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede sühu­let ve sür’atini, ni­hayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.” (S.197)

1149- Kur’anda “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” gibi tabirler, başka hâliklar, râhimler bulunduğunu iş’ar etmez mi? sualine beş işaretle ve­rilen cevab:

“Birinci işaret: Kur’an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için bir delil-i kat’idir ki; Kur’an-ı Hakîm’in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki “Ahsen-ül Hâlikîn” demesi, “Hâlikıyet mertebelerinin en ahsenindedir.” de­mektir ki; başka Hâlik bulunduğuna hiç delaleti yok. Belki hâlikiyetin sair sıfatlar gibi çok meratibi var. “Ahsen-ül Hâlikîn” demek, “meratib-i hâlikıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlik-ı Zülce­lal’dir demektir.



1150- İkinci işaret: “Ahsen-ül Hâlikîn” gibi tabirler, Hâlikların taddüdüne bak­mıyor. Belki; mahlukiyetin envaına bakıyor. Yani “herşey’i, herşey’e lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâliktır”. Nasılki şu manayı;

(32:7) ­y«T«V«' ¯š²|«- Åu­6 «w«K²&«~ gibi âyetler ifade eder.



1151- Üçüncü işaret: “Ahsen-ül Hâlikîn”, “Allahü Ekber”, “Hayr-ül Fâsilîn”, “Hayr-ül Muhsinîn” gibi tabirattaki müvazene, Cenab-ı Hakk’ın vakideki sıfat ve ef’ali, sair o sıfat ve ef’alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değil­dir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zaif bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebi­lir?Belki müvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir. Meselâ: Nasılki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteri­yor. Bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az dü­şünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir. “Yahu,padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısı­nın cüz’î, sûrî kumandanlığını müvazene değil; çünki o müvazene ve tafdil, manasızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşı­sını tercih eder; teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.

İşte bunun gibi, Hâlik ve Mün’im tevehhüm olunan zahirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakiki’ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, ni’met ve ih­sanı onlardan bilir. Medih ve senalarını, onlara verir. Kur’an der ki: “Cenab-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâliktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz.”



1152- Dördüncü işaret: Müvazene ve tafdil, vaki mevcutlar içinde olduğu gibi; imkânî, hatta farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasılki ekser mahiyet­lerde, müteaddid meratib bulunur. Öyle de; esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetle­rinde de, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir. Hal­buki Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemalâtıyla bu hakikata şahiddir.

|«X²K­E²7~ ­š_«W²,«ž²~ ­y«7 Bütün esmasını ahseniyyet ile tavsif, şu manayı ifade edi­yor...



1153- Beşinci İşaret: Şu müvazene ve müfadele; Cenab-ı Hakk’ın masivaya mu­kabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.

Biri: Vahidiyyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.

İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir tevec­cüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ; nasıl bir padişahın-fakat veli bir padişahın- ki, umum me’murları ve kumandanları sırf bir perde olup bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir.

Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî me’murların ve kumandanların sure­tinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlar­dır.

İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî me’murları da perde yapmıyarak, doğ­rudan doğruya ihsanat-ı şehanesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek de­nilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlik-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraa­tına perde yapmış, haşmet-i Rububiyetini göstermiş. Fakat ibadının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp doğ­rudan doğruya ona teveccüh et­mek için, ubudiyet-i hassa ile mükellef edip ­w[¬Q«B²K«9 «¾_Å<¬~«— ­f­A²Q«9 «¾_Å<¬~

deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.

İşte “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” “Allahü Ekber” meanisi, şu ma­naya da bakıyor.” (S.617-619)

Bir atıf notu:

-Hilkatte ziyadelik, bak: Kur’an (7:69) (35:1) ve 1689.p. tâ âyet notları.

1154- qqHALK-I CEDİD f: Ba’sü ba’d-el mevt, yeniden yaratı­lış. Ana karnındaki çocuğun insan suretine getirildiği devre (Kur’an 23.14). Yeniden yeniye tekraren yaratılma.

Bir âyette şöyle buyruluyor: “ (50:15) ¯f<¬f«% ¯s²V«' ²w¬8 ¯j²A«7 |¬4 yeni bir halktan il­tibastadırlar. Sure-i En’amda

(6.60) ¬‡_«ZÅX7_¬" ²v­B²&«h«%_«8 ­v«V²Q«<«— ¬u²[Å7_¬" ²v­U[Å4 «Y«B«< >¬gÅ7~ «Y­;«—

âyetinde geçtiği üzere, bir kavmin hayatı gibi, bir şahsın hayatı da eczasının lahzadan lahzaya yenilenmesi suretiyle bir iltibas içinde cereyan ettiğini ve binaena­leyh halk-ı evvel denilen bu halkta, bekayı şahsînin bile vahdet-i nev’iye gibi pey­derpey halkolunan birbirine benzer ecza arasındaki bir iltibas ve müşabehet içinde tecelli eden bir nisbet vahdetinden aynı nisbetle tevali eden bir halk-ı cedid istimra­rından ibaret olduğunu beyandır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın a’raz gibi cevahirin de an be-an halk-ı cedid ile müteceddid olduğunu istinbata ka­dar gitmiş; 17. yy. felsefe devresinde yer alan Fransız feylesofu meşhur Dekart (Descartes) de bu su­retle bir halk-ı cedid nazariyesine zâhib olmuştur.” (E.T.4502) (*)

“Âlemde herşey ­y«Z²%«— ެ~ °t¬7_«; ¯š²|«- Çu­6 mantukunca helak ve fena içinde her lahza tagayyüre maruz ve her tagayyürde yeni bir halk ile ihtilat ve iltibas için­dedir.” (E.T. 4503)

1155- Halk-ı cedid mes’elesini te’yid eden diğer bir âyet de şöyledir: “(27:39) ¬±w¬D²7~«w¬8 °}<¬h²S¬2 «Ä_«5 “Cinlerden bir ifrit dedi.” Ragıb’ın Müfre­dat’ında ifrit ­b[¬A«F²7~ ­•¬‡_«Q²7~«Y­; yani habis, çetin demektir. Şeytan gibi insana da istiare olunur; ifrit nifrit denilir. ibn-i Kuteybe demiştir ki; ifrit “müvessekulhalk” yani hilkati kuv­vetli demektir. Aslı, toprak demek olan “afer”dendir.

(27:39) «t¬8_«T«8 ²w¬8 «•Y­T«# ²–«~ «u²A«5 ¬y¬" «t[¬#³~_«9«~ Ben onu (o tahtı) sen makamın­dan kalkmadan evvel sana getiririm, (27:40) °w[¬8«~ Ê>¬Y«T«7 ¬y²[«V«2 |Å9¬~«— Ve muhak­kak ben buna karşı her halde kaviyim, eminim

¬_«B¬U²7~«w¬8 °v²V¬2 ­˜«f²X¬2 >¬gÅ7~ «Ä_«5 Nezdinde kitabtan bir ilim bulunan zat «t­4²h«0 «t²[«7¬~ Åf«# ²h«< ²–«~ «u²A«5 ¬y¬" «t[¬#³~_«9«~

Ben sana, onu tarfin (gözün) sana dönmeden evvel getiririm, dedi. Bu zatın kim ol­duğu hakkında müteaddid kaviller vardır. İbn-i Mes’ud kavlince Hızır Aleyhisselâm’ın veziri Asaf İbn-i Berhiyadır ki, sıddık idi. Dua edilince ica­bet olu­nan İsm-i Azamı bilirdi.



1156- Muhyiddin-i Arabî bunu şöyle anlatmıştır: Asaf tahtın aynında ta­sarruf etti de onu mevzıında i’dam edip her an hâsıl olmakta bulunan (halk-ı cedide) ârif olanlardan başka kimsenin şuuru lâhik olmayacak veçhile Sü­leyman’ın yanında icad ediverdi. Vücudu zamanı, ademi zamanının aynı idi, ikisi bir anda idi ve Asaf’ın kavli zamanda fi’lin aynı idi. Bu tahtın husulü meselesi, en müşkil mesaildendir. Ancak zikrettiğimiz icad ve i’damı ârif olan zevat müstesna... Taht ne mesafe kat’etti, ne de onun için Arz dürüldü veya yarıldı.. İlh.” (E.T. 3678-3680) (Televiz­yona işaret edip halk-ı cedid ile de alâkalı âyet, bak: 3734.p.)

1157- Halk-ı cedid hakkında âyetlerden birkaç not:

-En taaccüb edilecek şey, kâfirlerin haşirle alâkalı halk-ı cedidi istib’aden inkârla­rıdır: (13:5) (17: 49,98) (34: 7)

-Bundan başka: (14:19) (32:10) (35:16) âyetlerinde de (halk-ı cedid) tabiri geçer.

1158- qqHAMD fW& : Medih. övmek, Cenab-ı Hakk’a karşı kulların memnuni­yet ve sevinçlerini ve O’na hamd ve şükür ile medihlerini bildir­meleri, sena etme­leri. (Bak: Rızk, Şükür)

Fatihanın başında zikredilen ¬yÅV¬7 ­f²W«E²7«~ hakkında bir sual ve cevab:

“Bu cümlenin Kur’anın başlangıcı olan Fatiha süresine fatiha yani baş­langıç ya­pılması neye binaendir?

Cevab: Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, (51: 56) «–—­f­A²Q«[¬7 ެ~ «j²9¬ž²~«— Åw¬D²7~ ­a²T«V«' _«8«— ferman-ı celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~ ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeğe işarettir.



1159- Hamdin en meşhur manası, sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, insanı kâinata cami bir nüsha ve onsekiz bin âlemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bı­rakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriata imtisal ederse, in­sanın ceherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülasa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da te­celli eder. İşte bu ci­hetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.

Nitekim Muhyiddin-i Arabî, |¬9Y­4¬h²Q«[¬7 «s²V«F²7~ ­a²T«V«F«4 _È[¬S²F«8 ~®i²X«6 ­a²X­6 Ha­dis-i Şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayine olsun ve o ayinede cemalimi göreyim.” demiştir.” (İ.İ.17) (1247.p. mezkûr ruhî inkişafatla alâka­lıdır.)

İşte hamd böyle küllî bir hakikatı ve hakiki kemalât-ı beşeriyeyi cami’ ol­duğu gibi, hilkat-ı insaniyenin de en ehemmiyetli neticesidir. (Kemalât-ı beşeriyenin çekirdeği olan ruhun inkişaf şartları, bak: 1969,3598 p.lar)

1160- “Evet Ma’bud-u Bilhak yalnız o Kadir-i Zülcelal olduğu gibi, Mahmud-u Bil’ıtlak yine yalnız odur. İbadet ona mahsus olduğu gibi, hamd ü sena dahi ona hastır. Hiç mümkün müdür ki: Semavat ve Arz’ın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın; esbab ve tesadüfe havale etsin; hikmet-i bahiresini abesiyete kalbetsin! Haşa! Hiç mümkün müdür ki: Hakîm, Alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği halde; o ağacın gayesi, faidesi olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi’ olsun! Elbette bakma­mak, ehemmiyet vermemek olamaz. Ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir.... İşte şu kâinatın zişuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sani-i Hakîmi mümkün müdür ki, şu zişuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bahiresini hiçe indir­sin veyahut kudret-i mutlakasını acze kalbettirsin veya­hut ilmi-i muhitini cehle çe­virsin. Yüzbin defa haşa!

Hiç mümkün müdür ki: Şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbaniyenin medarı olan zişuur ve zişuurun serfirazı olan nev’-i insanın mazhar olduğu ni’metlere mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sani’inden başkasına gitsin. Ve o Sani-i Zülcelal, o gayet -ül gaye olan şükür ve iba­deti başkalara gitmesine müsaade etsin.

Hem hiç mümkün müdür ki: Hadsiz enva’-ı ni’metiyle kendini zişuurlara sev­dirsin ve hadsiz mu’cizat-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra on­ların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnetdarlıklarını esbaba ve tabiata terkedip ehemmiyet vermesin; hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin; saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin! Yüzbin def’a haşa ve kella!

1161- Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halkedemiyen ve bütün mey­veleri icad edemeyen ve yer yüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halkedip ve o elmayı ni’met olarak birisine ye­dirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bil’ıtlak’a hamd noktasında iştirak etsin! Haşa! Çünki bir elmayı halkeden kim ise, bü­tün dünyaya gelen elmaları icad eden yine o olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmalarıı icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızk olan hububat ve semeratı halkeden yine odur. Demek en küçük cüz’î bir ziha­yata, en cüz’î bir ni’meti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlikıdır ve Rezzak-ı Zülcelal’dir. Öyle ise şükür ve hamd, doğrudan doğruya ona aittir.” (M.237)

Atıf notları:

-İbrahim (A.S.) ile Nemrud arasındaki münazara, bak: 2842-2844.p.lar.

-Elhamdülillah’ın en kısa manası, bak:3763.p.

1162- Hamd hakkında Kur’andan birkaç not:

-Herşey Allah’a hamd ve onu tesbih eder: (17:47)

-Hamdin Allah’a tahsisi ile alâkalı âyetlerden bazıları: (6:l, 45) (28:70) (30:18) (37: 182) (40:65) (45:36) (64:l)

-İhsan-ı İlahî olan hidayetin verilmesine hamdetmek: (7:43)

-Kur’an ni’metine hamd etmek: (18:l)

-Zâlimlerden kurtarılmak ihsan-ı İlahiyesine hamd: (23:28)

-İhsan olunan fazilet-i ilme hamd: (27:15)

-İhya-i arz ni’metine hamd: (29:63)

-Hîne tekumu: kalktığın zaman) hamd ve tesbih etmek: (52: 48)

-Meleklerin hamdetmeleri: (39:75) (42.5)

-Âhirette cennet ehlinin hamdetmeleri: (10:10) (34:l) (35:34) (39:74)

1163- qqHAMELE-İ ARŞ Šh2 šyVW& : Arşın hamelesi, taşıyıcısı olan büyük meleklerdir. Kur’anda zikredilir. Meselâ: “(40:7) «Š²h«Q²7~ «–Y­V¬W²E«< «w<¬gÅ7«~ “Arşı hâ­mil olanlar.” Hamele-i Arş büyük meleklerdir ki, El-Hakka’da (69:17)

°}«[¬9_«W«$ ¯g¬\«8²Y«< ²v­Z«5²Y«4 «t¬±"«‡ «Š²h«2 ­u¬W²E«<«— Kıyamet günü sekiz oldukları musarrahtır. Bazı âsârda bugün dahi sekiz olduğu rivayet edilmiş ise de; ba­zıları bu­gün dört olup, kıyamet günü diğer dört melek ile te’yid olunarak se­kiz olacaklarına kail ol­muşlardır ki, Muhyiddin-i Arabî de böyle der.

(40:7) ­y«7²Y«& ²w«8«— “ve etrafındakiler” (39:75) ¬Š²h«Q²7~ ¬Ä²Y«& ²w¬8 «w[¬±4_«& buyurulduğu üzere, arşın etrafını donatan melekler ki, bunlar pek çoktur, adedlerini ancak Allah bilir Hamele-i Arş ile bunlara “Kerubiyyun” derler ki; kâf’ın fethi, ra’nın zammı ve tahfifiyle, “Kerubî’nin cem’idir Teşdid hatadır. Lâkin öyle şayi’ olmuştur.

Kerub: Kurb manasına kerb’den faul’dür Allah’a en yakın olan melekler demek olur. Onun için bazıları, kerubiyyun yalnız hamele-i arştır, demişler.” (E.T.4145) (Bak: Arş ve 269,2322.p.lar)



1164- Arş hakkında âyetlerden birkaç not:

-Rabb-ül arş: (43:82)

-Rabb-ül arş-il azîm tabiri: (9:129) (23:86) (27:26)

- Rabb-ül arş-il kerim tabiri:(23:116)

-Allah’ın arş üzerinde istivası: (10:3) (13:2) (25:59) (32:4) (57:4)

-Rahman arş üzerinde istiva etti: (20:5)

Semavat ve arz yaratılmadan önce Allah’ın arşı, su (esir) üzerinde idi: (ll:7)

-Rabbi’l Arşi tabiri: (21:22)

1165- Arş, hadislerde de geçmektedir. Ezcümle: S.B.M. 9. cild, 1317. ha­disi ile, İbn-i Mace mukaddime 13. babda 182. hadis: Mahlukat yaratılmadan önce, arşın su üzerinde olduğunu beyan eder. Hadiste geçen su (ma’), esir maddesine işarettir diye tefsir edilir. (Ansiklopedinin sonundaki indeksten esir maddesine bakınız.) ayrıca, Buhari 97. kitab-ı tevhid, 22. bab hadisle­rinde de arş ile alâkalı ifadeler vardır.

1166- qqHAMİYET }[W& : Gayret. “Namustan gelen gayretle utanma veya kızma. *İstinkâf etmek. *Mukaddesatı ve milletin haklarını, namus ve haysiyeti ko­rumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. iman ve İslâmiyet’i ve Hz.Peygamber’in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti. (Bak: Cihad, Gayretullah, Himmet)

1166/1- İslâmiyet nazarında hamiyet-i milliye değil, hamiyet-i diniye esas oldu­ğunu beyan eden Bediüzzaman şöyle der:

“Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, arızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani, me­nafi-i şahsiyesini millete feda edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal’ası olmalı.” (H.Ş. 64)



1167- “Ye’s aczden gelir. Ye’s mani-i her-kemaldir. Hamiyet ise; şiddet-i mevaniye karşı şiddetle metanet etmektir. Halbuki şu zaman, mümteniat-ı âdiyeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk ye’se inkılab eden hamiyet, hamiyet değildir.” (A.B.300)

“Hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan, fezail-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakiki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir.

İşte şimdi salahat ve mehareti, tabir-i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. öyle ise, ya meharettir veya salahattır. San’atta meharet ise müreccahtır.” (Mün. 15)

1168- qqHAMİYET-İ CÂHİLİYYE }[V;_% }[W& : Cahillikten gelen ırk­çılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. *Cenab-ı Hakk’ın ve Resul-i Ek­rem’in (A.S.M.) nehyettiği ve Hak dine uymayan eski ve kötü inançları mu­hafaza gayreti. Bu tabir, Kur’an (48:26) âyetinde geçer. (Bak: Milliyet) (Hami­yet-i diniye esas olmalı, bak: 553.p.)

1169- qqHAMR hW' : Ekşi. *Şarap. *Bir hususu söylemeyip setreylemek, ketmeylemek manasına da gelir. (Lügat-ı Remzi)

Kur’an (2:219) ve (5:90,91) âyetlerinde sarahatla haram kılındığı bildiri­len içki olup, sarhoşluk veren şey demektir. İçki haram olmadan evvel içkiyi takbih eden ilk âyet (16:67) nazil olup, hurma ve üzümden, zararlı ve faydalı iki netice alındığını şöyle beyan eder:

“(16.67) _®X«K«& _®5²ˆ¬‡«— ~®h«U«, ­y²X¬8 «–—­g¬FÅB«# “Bir müskir, bir de güzel rızık alırsınız.” Bu âyet, müskirata dair ilk nazil olan âyettir. Bununla şarab henüz tahrim edilmiş olmamakla beraber, görülüyor ki “rızk-ı hasene” mukabili zikr edilmiş ve binaenaleyh güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır. Makabline de dikkat edilince anla­şılır ki “rızk-ı hasen” ile “sekr”in tekabülü, süt ile fers ve demin tekabülüne nazır­dır. Bu ise “rics” tahrimine imadır. Binaenaleyh bu­rada “rızk-ı hasen”, pekmez ve mamulatı gibi tatlılardır.” (E.T.3107)

İçkiye mübah rızık nazarıyla bakan muhatablara ve âyette içkinin esas hususi­yeti anlatılarak tevarüsen gelen yanlış anlayışın tashihi ve tedricî terbi­yenin icabı ola­rak ilk ikaz yapılır. İkinci âyette ise şöyle buyruluyor:

“Ya Muhammed (2:219) ¬h¬K²[«W²7~«— ¬h²W«F²7~ ¬w«2 «t«9Y­V«\²K«< sana hamr ü meysirden, şarab ve kumardan soruyorlar. Bunu soranlar Hazret-i Ömer ve Muaz ile beraber sahabeden bir takım zevat idi. “Ya Resulallah, hamr hak­kında bize bir fetva ver, çünki aklı gideriyor” dediler ve bu ayet nazil oldu.” (E.T.761)

Mezkûr âyetin diğer cümlesi de şöyle:

_«W¬Z¬Q²S«9 ²w¬8 ­h«A²6«~ _«W­Z­W²$¬~ ¬— Günahları da menfaatlerinden, mazarratları faidelerinden çok büyüktür. Şu halde bunların aklen haram olması lâzım ge­lir. Bu âyet de böyle delalet-i iltizamiye ile şer’an bunların hurmetini ifade etmiş olur. Kur’anda hamr hakkında başka bir âyet olmasa idi, sade bununla tahrim-i hamr sâ­bit olurdu. Ancak bu tahrim, liaynihi sarih bir tahrim ol­mazdı. Aklına güvenerek mazarratlarını tahdid ve menfaatlerinden istifade edeceğiz zannedenler bulunabi­lirdi. Bunun için ashab-ı kiramda bu tahrim-i aklîden tahrim-i şer’î anlamayan zevat olmuş ve bilâhare (5:90) ­˜Y­A¬X«B²%_«4 °j²%¬‡ emriyle suret-i sariha ve mutlakada tahrim-i şer’î vârid olmuştur.” (E.T. 766)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin