İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ


(Bak: Taberî) qqİBN-İ HACER-İ ASKALANÎ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə65/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   169
: (Bak: Taberî)

qqİBN-İ HACER-İ ASKALANÎ z9ŸTK2 hD& ¬w"~ : “Kadı-yul Kudat, Ebu-l Fazl Şihabüddin Ahmed ibn-i Ali, Şafiî fukahasından büyük bir mu­haddistir. Hadis ilmini Hâfız-ı İrakî’den, fıkhı Bulkinîden, İbn-i Mülkin’den, lügatı Feyruz Abadî’den ahzetmiş, yirmi bir sene kadar Mısır’da kadı olarak bulunmuştur. As­rında kendisinden başka hâfız-ul hadis yok gibi idi. Yüz el­liden ziyade müellefatı vardır. (Hi. 773) tarihinde Mısırda doğmuş. (Hi. 852) senesinde yine Mısır’da vefat etmiştir.” (H. İ.ci.l,435)

1458- qqİBN-İ KAYYIM-I CEVZÎ zˆY% ¬v¬[5 ¯w"~ : “Ebu Abdullah Şemsüddin Muhammed İbn-i Ebibekir, Hanbelî fukahasından Dımışk’lı meşhur bir bir âlimdir. İbn-i Teymiye Takiyüddin’in tilmizlerinden idi; ona çok müncezib bu­lunuyordu. Onun fetvalarını, eserlerini tehzibe, tervice ça­lışmış, onunla beraber amme-i ülemaya muhalif bazı içtihadlarda bulunmuş, onunla beraber Dımışk kale­sinde mahbus kalmış. Onun vefatından sonra hapisten kutulmuştur. İbn-i Kayyım, tefsire, hadise, usule, fıkha, tasavvufa muttali idi. Maatteessüf teşbihi ve tecsimi an­dırır bir takım yazıları vardır. (El-Kasidet-ün Nuriye)si bu cümledendir. Nitekim Takiyüddin-i Sübkî’nin “Esseyf-üs Sakil Fi-r Reddi Alâ İbn-i Zefil” adındaki kitabı bu kasideyi red için yazılmıştır.” (H.i. ci.l, sh. 438)

1459- qqİBN-MES’UD …YQK8 ¬w"~ : Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes’ud (R.A.). Şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazve­lere işti­rak et­miştir. Daimî surette huzur-u risalette bulunduğundan Kur’an-ı Kerim’i her­kesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur’an-ı Kerim’i en evvel Mekke’de Kureyş’e duyuran, makam-ı İbrahim’de “Rahman” suresini açıktan oku­yan bu zattır. Ashab-ı Kiram’ın büyük fakih ve müçtehidlerindendir. Bünyesi çok zayıftı. Resul-i Ekrem (A.S.M.) birgün ashab-ı kirama hitaben: “Siz İbn-i Mes’udun vücudca zayıf olduğuna bak­mayınız. Mizanda hepinizden ağırdır.” buyurmuşlardır.

Bir gün kendisine, hangi ilim muteberdir, diye sormuşlar “Kur’an-ı Ke­rim ve Hadis-i Şerif ilmini çok severim” cevabını vermiştir. Resul-i Ek­rem’den (A.S.M.) 340 hadis rivayet etmiştir. Hicri 32 tarihinde 60 yaşını mütecaviz olduğu halde ebedî hayata kavuşmuştur.



qqİBN-İ ÖMER hW2 ¬w"~ : (Bak: Abdullah İbn-i Ömer)

1460- qqİBN-İ RÜŞD f-‡ w"~ : (Mi. l126-l198) Batı dünyasında Averroes adı ile bilinen Ebu Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Rüşd, İslâm dünyasında Kadı Ebu Velid ünvaniyle de tanınır. Aristo’cu ve akılcı bir fel­sefe akımı olan Meşşaiyenin son büyük temsilcisidir.

İbn-i Rüşd, İspanya-Endülüs İslâm Devletinin eski başşehri Kurtuba’da yer­leşmiş bir kadı ailesine mensubdur. Büyük babası Kadı-yul Kudat (Baş Kadı) idi. Kendisi de önce fıkıh, kelâm ve diğer dinî ilimleri tahsil ederek kadı olmuş ve Kadı-yul Kudat rütbesine kadar yükselmiştir. Devrinin hü­kümdarının himaye ve iltifatına mazhar,olmuş fakat sonradan itibardan düşmüş ve nefyedilmiştir.



1461- İbn-i Rüşd, tahsil yıllarında dinî ilimlerden başka, zamanının ilim­lerine karşı büyük bir alâka duyurak mantık, tıb, matematik, astronomi, edebiyet ve felsefe sahasında da geniş bilgi edindi. Daha çok tıb, felsefe ve mantık sahasında tanınan bir çok eserlerin sahibidir. Eserleri, zamanında ve daha sonra bir çok defa Latince, İbraniceye tercüme edildi. Batıda gayr-i müslim bir kısım filozoflarca eserleri tak­dirle karşılandı ve İbn-i Rüşd’cülük manasına gelen ve Mi.17.yy.a kadar canlı ka­lan”Averoisme” (Averoizm) akımının doğmasına yol açtı. Fakat felsefi eserleri Hrıstiyanlık bakımından küfür sayılarak Mi. 1209 yılında Paris’te toplanan Hristiyan Ruhban Meclisi tarafından yasaklanmıştı.

Felsefi eserlerinin çoğu, Aristo’nun eserlerinin şerhleridir. Nakil ile aklı ve fel­sefeyi te’lif ve Kur’an ve iman hakikatlarını Aristo felsefesine ve akla göre te’vil et­meye çalışması, İslâm’ın İlahî kudsiyetini ve istiklaliyetini anla­masına perde olmuş ve haklı olarak tenkidlere uğramıştır. Sürgünde ve 72 yaşında iken vefat etmiştir.



1462- qqİBN-İ SİNA _X[, ¬w"~ : (Mi. 980-1037) Ebu Ali El-Hüseyin bin Ab­dullah İbn-i Sina, Buhara yakınında Afşene’de doğdu. Batı dünyası onu Avicenna (Avisena) olarak tanır. Deha derecesinde bir âlim ve mütefekkirdi. En büyük şöh­reti tıb sahasındaki çalışmaları ve eserlerinden ileri gelmiştir. Felsefede Farabi’nin yolunda gitmiş. Aristo’cu ve akılcı bir felsefe çığırı olan Meşşaiye’nin mühim bir temsilcisi olmuştur. Hayatının sonuna doğru işrakî felsefenin doğuşundan önce buna uygun düşünceye temayül göstermiştir. Çocukluk ve gençlik yıllarını anlatır­ken şöyle demektidir:

“Beş altı yaşındaiken babam bizi de Buhara’ya götürdü. İlk tahsilimi Bu­hara’da yaptım. On yaşında iken Kur’anı ezberlemiş ve bir çok bilgi edin­miştim. Birkaç yıl içinde de ayrı ayrı hocalardan hesab, fıkıh, kelâm okudum. Bu sırada Buhara’ya Ab­dullah Natali isminde bir âlim gelmişti. Babam, bu zatı evimize davet etti. Ondan da mantık ve felsefe öğrendim. Ayrıca tıb tahsili de yapmakta idim. Bu sahadaki na­zarî bilgimi, hastalar üzerindeki mü­şahedelerle tamamlıyordum. On sekizine kadar bu şekilde fasılasız çalışmaya devam ettim. Geceleri de okumak ve yazmakla meşgul olurdum Uykuda iken bile zihnim, okuduğum şeylerle meşguldü. Ekseriya uyandı­ğım zaman, evvelce halledemediğim müşkillerin uyku sırasında halledilmiş oldukla­rını görürdüm Daha sonra Maba’d-üt-Tabia (Metafizik) ile uğraşmaya başladım Aristo’nun bu mevzudaki kitabını belki kırk defa okuduğum halde anlaya­mamış ve ye’se düşmüştüm. Bir gün mezatta bir kitab satılıyordu. Tellal o kitabı almamı tav­siye etti. Bu, benim bir türlü anlayıp halledemediğim meta­fizik meseleseni dair Farabi’nin kitabı (Aristo’nun metafiziliğinin şerhi) idi. Evvela işe yaramaz diye al­mak istemedim. Fakat sahibinin paraya ihtiyacı ol­duğunu ve ucuza alınabileceğini söyliyerek tellal ısrar etti. Kitabı aldım. Eve dönünce hemen okumaya koyuldum. Okudukça, önceden anlıyamadığım müşkillerin bir bir halloduğunu görüyordum. Nihayet metafiziği tamamen kavradım. Allah’a şükrederek secdeye kapandım Fa­kirlere sadaka dağıttım.”



1463- İbn-i Sina genç yaşta Buhara’da tabib olarak şöhrete ulaştı ve dev­rin hü­kümdarlarının himaye ve takdirlerini kazandı, onlara tabiblik etti. Bu­hara’daki hü­kümdar saray kütüphanesi müdürlüğüne getirildi. Bu vesile ile bilgisini daha da ge­liştirme imkânını buldu. Hamisi hükümdarın vefatından sonraki siyasî karışıklık zamanında Buhara’yı terketti. Cürcaniye’ye gidip yerleşti. Orada bir mektep açma­sına müsaade verildi. Meşhur “Kanun-ut Tıbb”ı yazdı. Daha sonra Rey şehrine gi­derek emir Şemsüddevle’nin hima­yesine nail oldu ve ona vezir oldu. Gündüzleri hükümet işleriyle uğraşıp yo­rulduktan sonra, gecelerini öğrencileriyle toplanarak, ilmî ve felsefî eserlerini hazırlamaya hasrediyordu. Şifa adlı eserini bu sırada yazdı. Bu eser 18 ciltlik Meşşaî felsefesine ait bir ansiklopedi mahiyetinde idi.

O devirde devam eden siyasî kargaşa yüzünden hayatının son yıllarını şehirden şehire gezerek geçirmiştir. Bu arada da siyasete dair eser yazmıştır. Bir ara sürgün ve hapis cezalarına çarptırılmıştır. En son gittiği Hamedan şehrinde hastalanarak 57 yaşlarında iken vefat etmiştir.



1464- Büyük hekim olarak tanınmasına sebeb olan kitabı, “Kitab-ül Ka­nun Fi-t Tıb”dır ve kısaca “Kanun” olarak anılır. Bu eser takriben bir mil­yon kelimelik ve sistematik bir tıb ansiklopedisidir. Belli başlı bütün hasta­lıkların çeşitlerini, arazla­rını, teşhis ve tedavi usullerini ihtiva eden bu eser, altı asır boyunca bütün dünya tıp fakültelerinde baş kaynak ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu kitab ayrıca 760 çare ilaç ve formüllerini ve eczacı­lık metodlarını da ihtiva etmektedir.

Felsefî eserleri, Farabi’nin Aristo’cu ve Eflatun’cu felsefesinin tesiri al­tında ya­zılmıştır. Bu çeşit eserlerinde, diğer filozoflar gibi, İslâm ve Kur’an hakikatlarını fel­sefe ile telifetmeye ve iman hakikatlarını felsefeye göre tevil etmeye çalıştığı için gö­rüşlerinde az çok İslâm’dan inhiraf olmuştur. Bu sebeble Kelâm ülemasının şiddetli tenkidlerine uğramış ve felsefi fikirleri makbul sayılmamıştır. Nitekim Gazalî, “Tehafüt-ül Felasife” adlı eserini ya­zarak Farabi, İbn-i Sina gibi filozofların hatalı ve tehlikeli fikirlerini esaslı bir tenkide tabi tutarak çürütmüştür. (Bekir Sami Sağbaş, Felsefe Öğretmeni)



Atıf notları:

-İbn-i Sina ve Farabi gibi kimselerin, teşebbüh-ü bil Vacib diye olan hatalı hü­kümleri, bak: 936.p.

-Bunların ancak adi bir mü’min derecesini kazanmaları, bak: 942.p.

-İbn-i Sina’nın tıb hakkındaki veciz sözü, bak: 1546.p.

-İbn-i Sina ve sairenin “Akl-ı Evvel” nazariyeleri, bak: 1819.p.

-İbn-i Sina ve emsallerinin nübüvveti isbatları, bak: 2585.p.

1465- qqİBN-İ TEYMİYYE y[W[# ¬w"~ : Takiyyüddin Ahmed ibn-i Abd-il Ha­lim Harranî; meşhur Hanbelî fukahasından bir zattır. (Hi. 661-728) Harran’dan Dımışk’a hicretle orada tahsilini ikmal etmiş, yüksek malumatıyla şöhret bulmuştur.

Takiyyüddin tefsirde, hadiste, usulde, fıkıhta, arabiyyatta geniş bilgi sahi­biydi. Henüz yirmi yaşında yok iken tedrise bağlanmış, fetva vermeye ehliyet kazanmış, daha üstadları berhayat iken âlimlerin büyüklerinden sayılmağa başlamış, kendisine “Şeyh-ül İslâm” diyenler bulunmuştur.

İbn-i Teymiyye, bazı mes’elelerde cumhura muhalefet ettiği için aley­hinde bir cereyan başgöstermiş, nihayet Mısır’a celbedilerek Mısır kal’asında hapsedilmiş, bazı mes’eleler hakkında kanatını tebdil ettiğini itiraf etmiş, ni­hayet sebilî tahliye edildi­ğinden Dımışk’a avdet ederek talim ve iftaya devam eylemiştir. Fakat sonra vefatına kadar iki sene daha hapsedilmiştir.

Filhakika İbn-i Teymiyye bir cerbeze-i ilmiye kabilinden olarak bazı itikadî ve amelî mes’elelerde eazım-ı müçtehidîne muhalefet etmiş, bu hu­susta hakka isabet edememiş olduğu müteaddid âlimlerin tenkidleriyle, mü­talaalarıyla sabit bulun­muştur.” (H.i. ci.l, sh: 448)



Atıf notu:

-İbn-i Teymiyye’nin sert tutumu ve ifratları, bak: 3944.p.lar.

1466- qqİBRAHİM (A.S.) v[;h"~ : Halilullah ve Halilürrahman da denir. Pey­gamberlerden İshak ve İsmail’in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitab kendisine nazil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberemiz’in de (A.S.M.) ceddi idi. Urfa’da doğduğu da rivayet edilir. Zamanının kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi. Mu’cize olarak ateş onu yakmadı.

En şiddetli zamanda dahi Allah’tan başka kimsenin dostluğunu kabul etmedi­ğinden, sadece ondan meded beklediğinden kendisine Halilullah de­nilmiştir. Sonra Mısır’a ve Kenan iline gitti. Oğlu İsmail (A.S.) ile birlikte Kâbe-i Muazzama’yı yeni­den inşa ettiler.

İbrahim kelimesi, İbrancede baba anlamına gelen “eb” ve cumhur de­mek olan “reham” kelimelerinden meydana gelmiştir. ‘‘Ebu-l cumhur’’ ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu manalar Arap­çada vardır. Bu da İbranilerle Arapların yakınlıklarına delildir. İbrahim (A.S.(‘ın irtihali hakkında Kamus-ul A’lam şu bilgiyi veriyor:

“Rivayete göre Hz.İbrahim 175 yaşında olduğu halde irtihal edip oğulları İsmail (A.S. ve İshak (A.S.) tarafından, elyevm Halilürrahman denilen –—hA& Habrun şehr-i kadimi civarında defnolunmuştur.”

Diğer bir nakil de şöyle: “İbrahim Aleyhisselâm, rivayete nazaran Âdem Aleyhisselâm’ın yaradılışından üç bin üçyüz otuz yedi sene sonra Babil’de doğmuş ve yüzyetmişbeş veya ikiyüz sene yaşamıştır. Kudüs-i Şerif’e tabi “Halilürrahman” kasabasında bir mağara içinde refikası Sare ile beraber medfundur.” (B.İ.İ.480) (Bak: Halil-ür-Rahman, Hanif, Nemrud ve 2431. p.ta Millet-i İbrahim’e dair âyet notları.)

1467- “Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan

«v[¬;~«h²"¬~ |«V«2_®8«Ÿ«,«— ~®…²h«" |¬9Y­6 ­‡_«9 _«<_«X²V­5 (21:69) âyetinde üç işaret-i latife var:

Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü kö­rüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Haz­ret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona yakma emrediliyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir te’sir yapar. Cenab-ı Hak, _®8«Ÿ«, (*) lafziyle bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğuklu­ğuyla yandırır gibi te’sir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet hikmet-i tabiiyede nar-ı beyza ha­linde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neş­retmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, et­rafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. işte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum envaına cami olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zaruridir. (Bak: 507.p.sonu)



1468- Üçüncüsü: Cehennem ateşinin te’sirini men’edecek ve eman vere­cek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ate­şinin dahi te’sirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dar-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi al­tında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yak­madı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömle­ğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İb­rahim; İbrahimvari olunuz. Ta maddi ve manevi gömlekleriniz, en büyük düşmanı­nız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giy­dirip, Ce­hennem ate­şine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sak­ladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir göm­lek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne ulvi, latif ve güzel ve ebede kadar yırtıl­mayacak “Hanifen Müslimen” tezgahında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.” (S. 261-262)

1469- İbrahim (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:

-İbrahim (A.S.)’ın Allah tarafından gelen kelimelerle imtihanı; imameti ve imame­tinin zürriyetine teşmili; bir emniyet ve ibadet mahalli olarak Ka’beyi inşa etmeleri ve Allah’a teslimiyeti gibi mümtaz hususiyetleri: (2:124 ilâ 140)

-İbrahim (A.S.) ile Nemrud arasında cereyan eden münazara: (2:258)

-İbrahim (A.S.)’ın Allah’ın “ihya” keyfiyetini anlamak istemesi: (2:260)

-İbrahim (A.S.) Yahudi ve Nasrani değil, hanifen müslimen bir muvahhid idi: (3:67)

-Mekke’de makam-ı İbrahim: (3:97)

-Âl-i İbrahim (A.S.): (4:54)

-İbrahim (A.S.) Halilullah’tır: (4: 125)

-İbrahim (A.S.(‘ın hakkı batıldan ayıran feraseti; melekût-u semavata ve kâinatın tefek­kürüne müstenid marifetullahı ve yıldızlardan güneşe ve nihayet Hâlik-ı Kâi­nat’a istidlali ve halkı irşada başlaması: (6.74 ilâ 83)

-İbrahim (A.S.)’ın babasına tebliğ ve nasihatı: (19: 41 ilâ 50)

-İbrahim (A.S.)’ın babasına ve kavmine tebliğ ve nasihatı ve putları kırması, ateşe atılması ve nihayet Allah tarafından kurtarılıp ihsanlara nail kılınması: (21:51 ilâ 73) (26: 69 ilâ 83) (29: 24,25)

-İbrahim (A.S.)’ın (9:24) âyetinde bildirilen en sevilen şeylerden daha çok Allah’ı sevip ona teslim olduğunun nişanesi olarak Allah uğrunda feda olmağa razı olan ço­cuğunu kurban etmeye teşebbüsü ve bu çok çetin ve hikmetli imtihanı kazanması: (37: 99 ilâ 110) (Bak. 1736.p. sonu ve 1767.p.)

-İbrahim (A.S.)’ın babası için istiğfarı ve sonra istiğfarı terketmesi: (9:113, 114) (60.4)

Bir atıf notu:

-İbrahim’in (A.S.) ıstıfası, bak: 1443.p.

qqİBRAHİM BİN EDHEM v;…~ w" v[;h"~ : Babası Belh şehrinin hü­küm­darı idi. Hicri 3. asırda yetişmiş büyük bir veliyyullahtır. Bir çok kera­metleri görül­müş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terkederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dil­lere destandır.

1470- qqİBRANİLER hV[9~hA2 : Nuh’un (A.S.) oğullarından Sam’ın so­yundan gelen kavmin, yani Sami’lerin bir kolu olup, İbrahim’in (A.S.) evlat­larından İshak’ın (A.S.) oğlu Ya’kub’un (A.S.) 12 oğlundan türeyen 12 kabi­leden teşekkül etmiş bir kavimdir. İsrailoğulları da denir.

1471- qqİBRET ?hA2 : Uyanıklığa sebeb olan ders. Kur’anda ibret hak­kında âyetler vardır. Ezcümle bir âyette buyurulur ki:

“(59:2) ¬‡_«M²"«ž²~ |«7—­~ ~—­h¬A«B²2_«4 Ey görecek gözü, anlayacak basireti olan­lar... ibret alın.. İtibar: ibret almak, “ibret” Besair’de ve Müfredat’ta mezkûr olduğu üzere müşahede edileni ma’rifetten, henüz müşahede edil­meyeni marifete vesile tutulan halete denir. Bunun aslı olan “abr” maddesi, bir halden bir hale geçmek manasına mevzudur. Ubur, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmektir. Bu münasebetle göz yaşına da aynın fethiyle “abre” denilir. İbare, söyleyenden dinliyene geçen söz veya mana ak­taran yazı; ta’bir, rüyanın zahi­rinden batınına geçmektir. Sair manalar da hep bu in­tikal manasından müteferri’dir. Binaenaleyh ibret almak diye hülasa ettiğimiz itibar, meşhud olan bir ma’luma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usul-i fıkıhta kıyas denilen istinbat usulünün ta kendisidir. Onun için fukaha, işbu ~—­h¬A«B²2_«4 emrinden kıyasın hücciyetine istidlal eyle­mişlerdir. Usul-ü fıkıh kitablarında tafsil ve münakaşa olunur. İman Fahreddin-i Razi der ki: Biz Mahsul nam kitabımızda bu âyet ile kıyasın hüciyetine temessük etmişizdir. Onu burada tafsil etmiyeceğiz, ancak şunları anlamamız lâzımdır. İ’tibar, bir şeyden bir şeye ubur ve mücavezet manasın­dan me’huzdur.

Elfaza ibarat denilir, çünki maaniyi söyliyenin lisanından dinliyenin ak­lına nak­lederler.

İşte bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki; i’tibar, eşyanın hakikatle­rine ve delaletleri cihetlerine öyle nazar etmektir ki, o nazarla onların cinsin­den diğer bir şeye marifet hasıl ola...

Aynı kökten gelen mu’teber, kendisinden ibret alınır, ehemmiyetli isti­fade edi­lir, şayan-ı dikkat şey demektir. İtibarlı, şey itibarlı adam dediğimiz de bu kabilden­dir.” (E.T. 4815, 4816) (Bak: Tefekkür, intikal)

1472- İbret hakkında âyetlerden birkaç not:

-Düşmana nisbetle sayısı az olan İslâm ordusunun zaferinden ibret almak: (3:13)

-Peygamberlerin kıssalarından ibret vardır: (12:lll)

-Süt veren hayvanlarda da ibret vardır. (16:66) (23: 21)

-Gece gündüzün devr ü deveranında ibret vardır. (24:44)

-İslâm düşmanlarının tahkimatlarına rağmen mahv ve mağlubiyetlerinden

ibret alınmalıdır: (59:2)

-Fir’avn ve emsallerinin ibret-i âlem için dünya ve âhiret musibetleriyle cezalandırıl­maları: (79: 25, 26)

Atıf notları:

-İbretlik mesh cezası, bak: 2358.p.

-Yeryüzünü gezip ibret almaya dair âyetler, bak: 3373.p. âyet notları.

1473- qqİCABİYE y["_D<~ : (Fr. Determinizm) “Şartlar ve sebebler aynı ol­duğu takdirde neticeler de aynı olur” kaidesini doğru sayan düşünüş. Bu düşünüş. dün­yevî ilimlerde araştırma ve hâdislerin izahı için bir “kabul”dür. Fakat bu kabul, küllî bir kaide olarak düşünülürse insanın cüz’î iradesinin in­kârına kadar gider. Allah sonsuz irade sahibidir. İnsana da icadsız bir cüz’î irade bahşetmiştir ve bu, teklif-i İlahiyeye ve insanın mes’uliyetine esas ol­muştur. Allah sonsuz hikmet ve iradesiyle hâdisat âlemini sebeblere bağla­mıştır. Bu sebeblerden meydana gelen neticeler ile sebebleri arasındaki sabit ve devamlı ittirad yani kanuniyet, onun iradesinin emridir. Tabiat kanunları denilen şey, hakikatte Allah’ın sabit emirleridir, evamir-i fıtriyesi­dir,onun iradesinin sabit tecellileridir. O iradesiyle bunları değiştirebilir ve değiştirir. Mu’cizeler ve kerametler buna delildir. Zira Allah’ın iradesi hâşa hâdisata değil, hâ­disat Allah’ın iradesine tabidir. Allah dileseydi kâinattaki nizamı ve kanuniyeti başka şekilde halkederdi. Bilfarz umumiyet itibariyle sıcaklıkla ci­simlerin hacmi büyüyece­ğine küçülebilirdi; o zaman da kanuniyet sıcaklıkla hacmin küçülmesi şeklinde olurdu.

Evet kâinatta herşey muayyen sebebler tahtında husule geliyor. Fakat bu sebebler, irade, akıl ve ilim sahibi değildir. Bir gaye ve maksad da takib ede­mezler. Halbuki kâinatta müşahede edilen mevcudat gayet mevzun, gayeli, kasdî ve san’atkârane bir şekilde yaratılıyor. Gözün görmek için, dişin çiğ­nemek için yaratıl­dığı hakikatını kim inkâr edebilir.?

Esbabın bizzat müessir olmadığını, herşey hikmet ve rahmet-i İlahiyece tertib ve tanzim edilip bilâfasıla Müessir ve Mutasarrıf-ı Mutlak’ın Allah ol­duğunu, sebebler ve neticeler tertibini bil’ihtiyar vaz’u tertib etmekle beraber bu tarz vaz’u tertibe de mecbur bulunmadığını, bunları dilediği zaman tebdil ve ilga edebileceğini kabul ederlerse, İcabiye mesleğinin mahzuru kalmaz. (Bak: esbab ve 1476.p.) (B.Sami Sağbaş, Felsefe Öğrt.)

1474- qqİCAD …_D<~ : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getir­mek. *Yoktan var etmek. (Bak: Ayan-ı Sabite, Delil-i İhtira, Esbab, Halk, İbda’)

İki atıf notu:

-Eşyanın icad ve idamı, bak: 102.p.

-Daimî icad ve tecdid eden faaliyet-i Rabbaniyenin hikmeti, bak: 882-884. p.lar.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yirmiüçüncü Lem’a olan Tabiat Risalesi’nin so­nunda icad-ı eşya hakkında şu izahet veriliyor:

“Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: “Hiçten hiçbirşey icad edil­miyor ve hiçbirşey idam edilmiyor; yalnız bir terkib bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.”

Elcevab: Nur-u Kur’an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gi­denleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülat ve vücudlarını-sabıkan isbat ettiğimiz tarzda imtina’ derecesinde müşkilatlı gör­düklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı, Sofetai olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hay­vanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hatta kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini; dalalet mesleğinde esbab ve ta­biatın icad sahibi ol­malarından daha ziyade kolay gördüklerinden; hem ken­dilerini hem kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.

1475- İkinci güruh bakmışlar ki; dalalette, esbab ve tabiat mucid olmak nokta­sında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilatı var. Ve tavr-ı aklın hari­cinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye icadı inkâr ediyorlar, “yoktan var olmaz” diyorlar ve idamı da muhal görüyorlar, “var yok olmaz” hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile, tesadüf rüzgarlarıyla bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i i’tibariye tahayyül ediyorlar. İşte sen gel, ahmaklı­ğın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör; ve dalalet, insanı ne kadar maskara ve süfli ve echel yaptığını bil; ibret al! Acaba her senede, dört yüzbin envaı birden zemin yüzünde icad eden ve Semavat ve Arza altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli zi­ha­yat bir kâinatı inşa eden bir Kudret-i Ezeliye, bir ilm-i Ezelînin dairesinde planları ve mikdarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermiyen bir ecza ile yazı­lan ve görünmiyen bir yazıyı göstermek için sürelen bir ecza misillü, gayet kolay o madumat-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o Kudret-i Ezeliye’den uzak görmek ve icadı inkâr etmek; ev­velki güruh olan Sofestailerden daha ziyade ahmakane ve cahilanedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyariden başka ellerinde olma­yan firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiç bir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve gü­vendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmak­lıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu batıl ve hata düsturu, Kadir-i Mutlak’a teşmil etmek istiyorlar.

Evvet Kadir-i Zülcelal’in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira ve ibda’ iledir. Yani hiçten yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşa ile, san’at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok es­masının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için kâinatın anasırın­dan bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tabi olan zerratları ve mad­deleri, rezzakıyet kanunuyla on­lara gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda, hem ibda’ hem inşa suretinde icadı var. Varı yok et­mek ve yoğu var etmek; en kolay, en sühuletli, belki daimî umumi bir ka­nundur. Bir baharda, üçyüzbin envesi zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatla­rını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı “yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı! ...” (L:193-194) (Bak: 236. p.)

Halbuki, eşyanın icadında kudret-i İlahiye için uzak-yakın, az-çok, bü­yük-küçük birdir. (Bak: Temessül ve Ehadiyet maddesinde 773, 774.p.lar)

Eşyanın ani ve tedricî yaratılması meselesi için l148. p.a bakınız.



1476- “ Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki: Adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırf’ı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu! Sizin bu istis’abınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâd’in netice-i vahimesidir. Zira icad ve ibda-i ilahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. (Bak: 2080.p.) Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veya­hut icad etmek gelmez. Belki yalnız umur-u iti­bariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kenidin ondan kurtaramıyor. (Bak: Delil-i İhtira)

Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görme­miş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-i aklîsi de daima üss-ül-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsar-ı İlahiyeye mümkinat tara­fından bakıyor. Halbuki : Hayret-efza asarıyla müsbet olan kudret-i Sani’in canibinden temaşa et­mek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sanii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vacibül’l-Vücud’un canibinden, kudret-i tammesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” (Mu. l15) (Bak: Müşebbihe)



Atıf notları:

-Maddenin ezeliyetini iddia edenlerin sathi nazarlarına bir misal, bak: 879.p.

-Maziyi icad eden, istikbal imkânatını da icad edebilir, bak: 1215/1 .p.

1477- Cenab-ı Hak, kâinatta herşeyin vücud-u haricîsini kudretiyle, hiç­ten yara­tıyor. Evet “en cüz’i ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlikının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluk­lar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyü­ğünden daha büyük olur. Sinek tavuk­tan san’atça ileri gelmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmiyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahud bütünü birden birtek zata verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vacibdir, zaruridir.

Çünki bir tek zata, yani bir Kadir-i Ezelî’ye verisle; madem bütün mev­cudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’i tahakkuk eden ilmi, herşeyi ihata ediyor... ve madem ilminde herşeyin mikdarı tayyün ediyor. . ve ma­dem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz sühuletle, nihayetsiz san’atlı masnualar vücuda geliyor... vemadem o Kadir-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi (emr-i kün feyekün) ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuv­vetli deliller ile, çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmiüçüncü Lem’anın âhirinde isbat edildiği gibi hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiye­den ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ nasılki göze görülmiyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba o yazıyı göstermeye mahsus birecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadir-i ezelî’nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir mikt-dar-ı muayyen ile taayyün ediyor. (Bak. 1554.p.) O Kadir-i Mutlak (emr-i kün feyekün) ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sü­huletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hik­metini okutturur. Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezelî’ye ve Alim-i Külli Şey’e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevile­rinden hususi bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçük sineğin vü­cudunda çalı­şan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san’atını bütün dekaikıyle bilmekle olabilir.

Çünki esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifa­kıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından nümuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülasası, bir çekir­deği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir ziha­yatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir... bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona göre manevi kalıba gelen zerratı eritip dök­sün; ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, hey’eti hadsiz tarz­larda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkaller, mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmıyarak, muntazaman, mikdarsız, kalıpsız birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünü­yor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür.” (L. 239-241)



qqÎCAZ ˆ_D<~ : Edebiyatta: az sözle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söyle­mek. Çok manaya gelen kısa cümlelerin hali (Bak: Cevami-ül Kelim)

qqİCMA’ _W%~ : Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. Hazırlamak. *Azm ve kaydeslemek. *Topluluk. Fikir birliği. Bir mes’elede âlimlerin ittifak et­mesi. *Fıkıh’ta: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.

qqİCMA-İ ÜMMET }±8~ ¬_W%~ : Fıkıh ıstılahıdır. Aynı asırda yaşamış olan İs­lâm âlimlerinden müçtehid olanların, şeriatın bir mes’elesi hakkında verilen hü­kümde birleşmeleridir. (Bak. Şura ve 3890.p.)

Atıf Notları:

-İçma-i ümmet manasında bir heyetin lüzumu, bak: 3729.p.

-Hidayete götüren cemaat-ı fazilenin icmına ittiba, bak: 522.p.

-Zahiriyunun icmaa muhalefeti, bak: 4023.p.

İcma’ hakında H.İ. l. cild, 3. kısımda tafsilat vardır. Sünen-i Darimî, Mu­kad­dime, 19. bab. icma’ hakkındadır. Ve İbn-i Mace, l. cild Mukaddime’de 3. bab, re’y ve kıyas hakkındadır.



1478- qqİCTİHAD …_ZB%~ : Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalış­mak. Gay­ret etmek. Çalışmak. *Anlayış. *Kanaat. *Fıkıh’ta: Şeriatın fer’î mes’elelerine ait hü­kümleri, İslâm müctehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur’an ve hadis-i şerifler­den çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş ol­maları. Böyle ictihad eden zatlara müctehid denir. (Bak: Fetva, İcma-i Ümmet, Mezheb, Nakli Delil, Tefsir, Teşri, Şûra)

Kur’an ve hadisten derin ve gizli manaları ve ahkâm-ı şer’iyeyi görüp ictihad ve istinbat etmek için yüksek bir ilim ve kemalât gereklidir. Kur’an: (3:7), (4: 83), (29:43), (34:6) ve emsali âyetleri, Kur’anî hakikatları ve incelik­leri, ilimde rüsuh ve kemalât sahibi olan zatların anlayabileceklerini beyan eder. Elmalılı Hamdi Efendi mevzumuzla birinci derecede alâkalı olan (4:83)âyetinin bir cümlesini şöyle tefsir eder:

“ ¬h²8«ž²~ |¬7—­~ |«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~ |«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7«— Bunlar bu işittikleri haberi Pey­gambere ve ulü-l emre yani o işe salahiyet ve ihtisası bulunan zevata veya üme­raya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler

²v­Z²X¬8 ­y«9Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 onu içlerinden malumat ve tecrübeleri ve hüsn-i nazar ve basiretleri sayesinde istinbat u istihrac edebilecek olanlar herhalde bilirler, ne yapılacağını anlar anlatırlardı.

İstinbat nA9 çıkarmaktır. Nebıt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su de­mektir. İşte halli matlub bir hâdise, bir mes’ele karşısında mebadi ve ma’lumat-ı mevcudiye tetebbu’ ve istikra, tetki u tenkih ve mukayese ederek yeni bir ilim istihrac etmeğe dahi istinbat ve istihrac tabir olunur ki, bu bir meleke ve iktidar-ı mahsustur. Her­hangi bir şeyde böyle bir ehliyet ve ikti­darı haiz olanların o işin müctehidi ve bihak­kın sahibi ve indallah ulü-l emir­dirler. Bunun için bâlâda

(4:59) ¬ÄY­,Åh7~«— ¬yÁV7~|«7¬~­˜—Ç…«h«4 ¯š²|«-|¬4 ²v­B²2«ˆ_«X«#²–¬_«4 diye Allah’a ve Resulüne mü­racaat olun­duğu gibi burada da Resulullah’a ve böyle ulü-l emre müracaat tavsiye olunarak bunlara itaatin itaat-i Resule merbut ve mülhak olduğu bir daha anlatıl­mıştır. Bun­dan dolayıdır ki, icma’da mu’teber re’y bu gibi ulü-l emrin re’yidir.

Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri ifham ediyor:

1- Ahkâm-ı hâdisat içinde doğrudan doğru nass ile ma’lum olmayıp istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.

2- İstinbat da hüccettir.

3- İstinbata ehil olmayan avamın ahkâm-ı hâdisatta ehl-i ilme müracaatı ve tak­lidi vacibdir.

4- Resulullah dahi istinbat ile mükelleftir.

Zira ¬h²8«ž²~ |¬7—­~|«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~ |«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7 «— den sonra,

²v­Z²X¬8 ­y«9 Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 Resule de şamil olduğuna şüphe yoktur.” (E.T. 1403)

Hadislerde de ictihad bahisleri geçer. Ezcümle hâkimlerin ictihadı hak­kında olan: T:T. ci.3 sh: 126,5. bölümü ve İ.M.15. Kitab-ül Ahkâm’ 3. babı ve S.M. 30. Kitab-ül Akziye 7. babı örnek verilebilir.



1479- “İctihad kolay bir şey olmadığı cihetle, şer’î delillerden hükümleri çıkar­maya (istinbat) denilmiştir. Çünki istinbat, esasen kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir.” (H.İ. l. cild, sh: 259)

“İctihat salahiyetini haiz olmayanlar için, İslâm âleminde kabul edilmiş olan bir müctehid-i muazzama taklidde bulunmaktan başka yol yoktur. Ve illâ dinin kudsî ahkâmını muhafaza ve idame kabil olmaz.” (H.İ.cild. sh. 262)

Bir müctehidin ictihadı, icma-i ümmetin tasdikine girmedikçe, ümmetin o hükme davet edilemiyeceğini beyan eden Hz. Bediüzzaman, nim-manzum bir ifade ile şöyle diyor:

“İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmıyanda içtihad; ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriatten olur; lakin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir; fakat müşerri’ olamaz.

İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa, davet bid’attır; reddedilir.” (S.705)



1480- Ahkâm-ı diniyenin bir kısmı, zaruriyat ve müsellamat-ı diniye olup on­larda ictihad olmaz. Çünki açık ve kat’i olarak âyat ve ehadiste sabit ve müttefekun aleyhtirler. “Mevrid-i nas’da içtihada mesağ yoktur.” şeklindeki hüküm, kavaid-i külliyenin 13. maddesidir. (H.İ. cild, sh: 279)

Diğer kısmı ise, zaman ve mekanın tagayyürüyle tagayyür eden ve ahval-ibeşeriyenin ihtiyacına göre mectehidînin Kur’an ve Ehadisten ahkâm istinbatıyla teşri’ olunan ahkâm-ı fer’iyedir. Burada en mühim nokta, müçtehid olan zatın, mevcud cemiyetin ahvaline muvafık olan ahkâmı ve ahval-i beşeriyenin lâzımını ve ihtiyacını görmesi ve Kur’anın bu ihtiyaca ve­receği cevapları keşfedebilmesidir.

Demek, ahval-i beşeriye sâil ve talib, Kur’an ve ehadis, mücîbdir. Müctehid ise, her iki tarafın mutabakatını gören kâşiftir. İctihad bilhassa bu üç ana unsura daya­nır.

İçtihadî hükümlerin teşri’i için re’y-i cumhur şarttır. Ekalliyette kalan re’yler, âlem-i İslâmı bağlamaz. Ancak cumhur-u ülemanın re’yi gerektir. (Bak: 1827, 1829, 3573, 3580.p.lar)

Gürülüyor ki, dinimizin seyyaliyet ve intibakat kabiliyeti, bütün asırları ve me­kânları ihata ediyor.

1481- Zamanımızda ictihad mes’elesine gelince:

Asrımızın ictimaî şartları ve beşerin dünyaya bağlı umumi ahvali müvacehesinde, ictihad ehliyetini kazanma zorluğu ve sair maniler, şöyle be­yan edi­liyor:

“ ²v­Z²X¬8 ­y«9Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 ²v­Z²X¬8¬h²8«ž²~|¬7—­~|«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~|«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7«—

(4:83) İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” var­dır.



1482- Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki bü­yük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler aç­mak gark olmağa vesile­dir. öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarla­rından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e ci­nayettir.

1483- İkincisi: Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’i ve muay­yendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğru­yorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kıs­mında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmiyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.

1484- Üçüncüsü: Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insa­niye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer meta’ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin te’mini ve felsefe­nin revaçları gibi.... Ve selef-i salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlik-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmıyacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi ka­zandırmak vesailini elde etmek idi.

İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyor. Ona göre cereyan etti­ğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hük­müne geçen istidadı, ‡Y­9 |«V«2 °‡Y­9 (24:35) sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.



1485- Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, fel­sefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, ef­kâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler manevi­yata karşı yabanileş­miştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört ya­şında Kur’an’ı hıfzedip, âlilmlerle mubahase eden Süfyan İbn-i Üyeyne olan bir müçtehidin zekasında bu­lunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar: Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hük­müne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzak­laş­mış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’î kabili­yetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtiha­dın kabulün­den geri kalmıştır. Onun için “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyo­rum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

1486- Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde neşv ü nema için tevessü’ meyli bulu­nur. O meyl-i tevessü’ ise, - çünki dahildendir- vücud ve cisim için bir tekemmül­dür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dâhil olanlardan mey-üt te­vessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve te­kemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile alude olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zin­cirini çıkarmağa vesiledir.

1487- Beşincisi: Üç nokta-i nazar şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavî­likten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’îye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; ter­cihe sebebdir, icaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medar­dır. Meselâ: Se­ferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir.

Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir.Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir. (İllet emr-i İlahîdir, bak: l184 .p.)

1488- İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede - âhirete vesile olmak dola­yısıyla- dünyanın saa­detine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şe­riattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: ¬€~«‡Y­P²E«W²7~ ­d[¬A­# ¬€~«‡—­hÅN7~ Å–¬~ kaidesi, yani “Zaruret, ha­ramı helal derecesine getirir. “ İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer ha­ram yo­luyla olmamış ise, haramı helal etmiye sebebiyet verir. Yoksa su-i ihti­yariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helal ede­mez,ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda ken­dini sar­hoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şe­riatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cina­yet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyariyle ol­mazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helaldir.”



1489- İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i amme suretine giren çok umurlar vardır ki: Su-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden; ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helal etmeye medar olamazlar. Hal­buki şu zamanın ehl-i içti­hadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıkla­rından, içtihadları arziyedir, hevesî­dir, felsefidir, semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlikının ah­kâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlikın izn-i mane­vîsi olmazsa; o tasarruf o müda­hale merduddur. Meselâ: Bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisaniyle söylemeyi, iki sebeb için istihsan edi­yorlar.

Birincisi: “Ta, siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edil­sin.”

Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine gir­miş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i ,İlahînin tebliğ ma­kamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabil­sin.

İkinci sebeb: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malum olan ah­kâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o va­kit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okun­ması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün ol­saydı-tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi ha­tırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.

Halbuki bir ami ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malum olan imanın rükünlerini ve İs­lâmiyet’in umdelerini hatib ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kal­binde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, arş-ı azamdan gelen Kur’an-ı Hakim’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gele­bilsin?

1490- Altıncısı: Selef-i Salihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı ha­kikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede haki­kat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.

Eğer desen: “Sahabeler de insandırlar, hatadan, hilaftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkı­dır ki, hatta üm­met “Sahabeler umumen adildirler, doğru söylerler” diye itti­fak etmişler.

Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka aşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çir­kinliğiyle ve sıd­kın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden ala-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalatü Vesselâm’ı ala-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.

1491- İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara- alud müzahrafat dükka­nındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çe­kinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i aliyesinden en revaçlı bulunan ve şa’şaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nur­landıran sıdka ve doğruluğa ve hakka ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olma­ları kat’idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın orta­sındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğ­ruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle be­raber bir dükkanda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.” (S. 480-484) (Bak: 3204.p.)

1492- Kelâm-ı İlahî olduğundan kudsiyete sahib olup vicdanları cezbe­den Kur’ana, ictihadî hükümler ve şeriat kitablarının ayine olmaları gerekti­ğini anlatan Bediüzzaman, Sünuhat namındaki eserinde şu izahatı veriyor:

“(2:l,2) ~Y­5Åh«S«# «ž«— _®Q[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~Y­W¬M«B²2~«—

(3:103) «w[¬TÅB­W²V¬7 >®f­; ¬y[¬4 «`²<«‡ «ž «t¬7†  v7³~

Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası:

Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzat Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himaye­sine vermek, mezcedip tabi kılmak caiz midir?

Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müctehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.



1493- Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir tevec­cüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.

Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzı­mın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cumûdet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkiz-i vicdan ve lâzım-ı zatî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelir­ken, mü­rur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuş­lardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişler­dir.



1494- Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren Hitab-ı Ezelî’nin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç ta­rikledir.

1- Ya müellifinin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zu­lümdür.

2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-u şeriatı şeffaf birer tefsir sure­tine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müctehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi. Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.

3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fev­kine çıka­rarak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın halis malını yalnız ondan istemek ve bil­vasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır.

Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarikat şeyhinin vaazındaki olan halavet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.

1495- Umur-u mukarreredendir ki; efkâr-ı ammenin birşeye verdiği mü­kâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten de­ğildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden zi­yade ücret alması bunu te’yid eder.

Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ana mü­teveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağ­betten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı...



1496- Bununla beraber zaruriyet-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tabi gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin (*) muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Hal­buki cumhur-u avam, mezhebde imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı ictihadiyeden vazıhan temyiz etmediğin­den, sehven veya vehmen Tahtieyi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci hubb-u ne­fisten neş’et eden, inhisar zihniyeti illetiyle maluldür. Ve Kur’anın camiiyet-inden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. Hem Tahtiecilik fikri, su-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı ol­duğun­dan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahâbüb ve teavüne bü­yük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vah­detle me’muruz.

1497- Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Pey­gamber Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendi­miz, Kur’ana, ihtiramen kıyam buyurdular. O daki­kada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğunu birden hatırıma geldi.

Bilahare bu rü’yayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azimüşşan lâyık ol­duğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir.” (S.T.İ. 26-30)



qqİÇKİ |Uæ<~ : (Bak: Hamr)

qqİDAM CEZALARI >h7~i% •~f2~ : (Bak: Kısas, Mürted, Zina)

1498- qqİDDET ?±f2 : Bekleme müddeti. *Sayılmış. Madud. *Cemaat. *Hıfz. *Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi içni, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa yüz gün, kocası ölürse yüz otuz gün.) (Kur’anda (33:49) (65:l,4) âyetlerde iddet bahsi geçer.) (Bak: Talak)

1499- qqİDRAK ¾~‡…É~ : İnsanın kendi bedeninden veya muhitinden ha­vassı hamse ile aldığı tenbihlerin, zihinde bir küll (bütün) halinde teşekkül eden manası ve tasavvurudur. İdrak, enfüsî ve afakî bir takım şerait tahtında teşekkül eder. Bu sebeble idrak sahih olabileceği gibi galat da olabilir. (Bak.Şuur)

Galat-ı idrak iki kısımdır. Birincisi: Hakiki bir münebbih mevcud iken bunun yanlış idrak edilmesidir. Bir değneğin suda eğri görünmesi, yahut yı­lan zannedilmesi buna misaldir ki, yeni tabirle bu çeşit galata (Fr.illüzyon) denir. Hz. Musa (A.S.) zamanında Fir’avunun sahirleri birer illüzyonist idiler. Göz yanılması kaidelerinden istifade etmişlerdi. İkinci kısım: Hakiki bir mü­nebbih mevcud değilken, vaki’de varmış gibi idrak etmektir. Ruh hastala­rında, ateşli hastalarda ve zehirlenmelerde, alkolik ve esrarkeşlerde görülen idrak şekilleri buna misaldir. Yeni tabirle buna (Fr.halüsinasyon) denir.



1500- qqİDRİS (A.S.) j<‡…~ : “Hazret-i İdris büyük bir peygamberdir. Haz­ret-i Şit’ten sonra Peygamberliğe nail olmuştur. Bir çok ilimlere, hik­metlere, gökle­rin esrarına vakıf idi. Bir rivayete göre ilk yazı yazan ve ilk el­bise giyen Hazret-i İd­ris’tir. Yer yüzünde üç yüz altmış sene yaşadığı mervidir. Nihayet Hak Teala tara­fından yüksek bir makama kaldırılmıştır.” (B.İ.İ.662)

“İdris A.S. Nuh’un babasının ceddi (dedesi)dir. Nuh’un ceddi değildir. Buhari Sahihinde her iki ciheti rivayet edenler bulunduğuna işaret etmiştir. İdris (A.S.) bu cihetle Peygamber Efendimizin cedd-i âlasıdır. Ülemanın cumhurunun reyi budur. Buhari, İdris’e dair açtığı babında:

(19:56) _È[¬V«2_®9_«U«8 ­˜_«X²Q«4«‡«— “Biz İdris’i âlî bir mekâna yücelttik” âyetini zik­ret­miştir ki o âlî mekân dördüncü kat göktedir. Hiç şüphesiz ki bu yükse­liş, pey­gam­berler arasında İdris’e has İlahî bir taltif olarak zikrolunmuştur. Gerçi İsa Pey­gam­ber (A.S.) da semaya yükseltilmiş ise de, (3:55) «t[¬±4«Y«B­8|¬±9¬~ kavl-i şerifinin zahirini iltizam eden ülemaya göre Hazret-i Mesih öldürül­dükten sonra ref olun­muştur.

Binaenaleyh zihayat olarak semaya ref olunmak İdris A.S.ın müstesna bir husu­siyeti bulunuyor. Şu kadar ki, ülemanın cumhuruna göre İsa (A.S.) da hayatta ol­duğu halde semaya götürülmüştür. Bu itibar ile âlî hususiyete işti­rak etmiş bulunu­yor.” (S.B.M. ci: 9, sh: 103)



Atıf notları:

-İdris’in (A.S.) mertebe-i hayatı, bak: 1251.p.

-Hz.İdris İlyas’tır diyenler, Buhari, kitab 60, bab 4

1501- Kur’andan birkaç not:

-İdris (A.S.) çok sıddık bir peygamberdi ve mekân-ı âliyeye ref’ edildi: (19:56, 57)

-Hz.İsmail, Hz. İdris, Hz. Zülkifl, sabirîn ve salihînden idiler. (21:85, 86)

İdris’in (A.S.) bulunduğu sema: Buhari kitab 8, bab l. Müslim kitab l, ha­dis 259. Nesei kitab 5, bab l. Tirmizi kitab 44, sure 19, hadis 3. ibn-i Hanbel salis sh: 260.İbn-i Hişam sh: 270.



1502- qqİFRİT n
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin