1525- Kur’anda (2:176) âyetinin izahında şu bilgi verilir: “Bu âyet bize şunu ifham ediyor ki, beynlerinde mamülünbih ve ihtilaf ettikleri zaman hakem ittihaz edilecek bir kitab-ı hakka iman etmemiş olanlar, niza ü şikaktan kurtulamıyacakları gibi, kitabları ayrı ayrıı olan insanlar arasında bir camia-i vahdet bulunamıyacağından, hilaf u şikakları ebedî olur.
Asl-ı kitabda ihtilaf etmiyerek ve onu hevasına göre ve menafi-i dünyeviye saikasıyla inkâr ve te’vil ü tahirf ile ketme kalkışmıyarak hüsn-ü niyet ve kemal-i hakkaniyetle anlamağa çalıştıkları halde, hasbelbeşeriye fehimleri ihtilaf edenlerin ise vahdet-i asliyelerine halel gelmez ve bunların ihtilafları şikak-ı baîd olmaz.” (E.T.594/595)
1526- Yine ihtilaf mevzuunda hal çaresi olarak bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(4:59) ¯š²|«- |¬4 ²vB²2«ˆ_«X«# ²–¬_«4 Ey mü’minler, gerek suret-i umumiyede birbirinizle ve gerek ulü-l emr ile beyninizde, gerekse ullu emr olanlar arasında herhangi bir şeyde niza ederseniz ¬ÄY,«‡«— ¬yÁV7~|«7¬~ ˜—Ç…«h«4 onu Allah’a ve Resulüne redd ü irca ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü arzunuzla halle kalkışmayınız, müsademelere düşmeyiniz; başkalarına da gitmeyiniz de evvela Allah’ı, saniyen Resulullah’ı kendinize merci’ biliniz; bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegane hakem ve hâkim Allah ve Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi, fikirlerinizi, Allah’ın ayatına ve Resulullah’ın beyanatına tatbik ve tevfik ederek tevhid ediniz... Bu emirleri tesbitten sonra evvel emirde adlî ve teşrîi esaslar üzerinde cereyan-ı itaatı te’min ve mü’minlerin, adl ile hükme me’mur iken, hilaf-ı adl ü hak hükme talib olmamaları ve muhakeme mesailinde tuğyankâr bir vaziyet almamaları ve tağutlar mahkemesine müracaat etmemeleri lüzumu telkin ve mü’min namı altında Peygambere itaatten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere müracaat edenlerin münafık olduğunu tefhim ve binnetice Resulullah’a itaatı tahkim için nazar-ı dikkati celb ile buyuruluyor ki:
«t¬V²A«5 ²w¬8 «Äi²9~ _«8«— «t²[«7¬~ «Ä¬i²9~_«W¬" ~YX«8³~ ²vZÅ9«~ «–YW2²i«< «w<¬gÅ7~ |«7¬~ «h«# ²v«7«~
Baksana o sana inzal edilene ve senden evvel inzal olunana iman ettiklerine zu’m edenlere! O zâhiren müslüman görünüp münafık olanlara!
¬Y3_ÅO7~|«7¬~~YW«6_«E«B«< ²–«~ «–—f<¬h< Muhakemeleri için tağuta, yani Allah’tan korkmaz şeytanetkâr azgına (Bak: Tağut) müracaat etmek istiyorlar!
¬y¬" ~—hS²U«< ²–«~ ~—h¬8~ ²f«5«— Halbuki (2:256)
|«T²$Y²7~¬?«—²hQ²7_¬" «t«K²W«B²,~¬f«T«4 ¬yÅV7_¬" ²w¬8ÌY<«— ¬Y3_ÅO7_¬" ²hS²U«< ²w«W«4
medlülünce tağuta küfretmeye me’mur buunuyorlardı. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek istiyorlar.” (E.T. 1378-1383)
1527- Kur’an (28:4) âyetinde, Fir’avn’un milleti bölerek kendine bağladığı bildirilir. Hem “ehadis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zendeka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri hercümerc eder ve koca Âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.” (M.270)
Bediüzzaman Hazretleri ehl-i dalaletin ifsad planlarını icmalen şöyle beyan eder:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad, yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaif damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmündebulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan u şeref namıyla riyakârane nefsin fir’avniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler.
Fakat (7:128) «w[¬TÅBW²V¬7 }«A¬5_«Q²7~«— sırrıyla, ¬y²[«V«2 |«V²Q< ««— YV²Q«< Çs«E²7«~ (147) düsturuyla onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem’i kendilerine ve Cennet’i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir.” (L.85)
1528- Bir Hadis-i Şerifte de mealen şöyle buyurulur: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki; onda ülema, köpekler öldürülür gibi öldürülür. Keşke o zaman ülema birlik olsaydı.” (148)
Bir rivayette mealen şöyle buyurulur: “Kalbler birbirine yabancı (ve müteneffir) olmadan, sözler birbirinden ayrılmadan (yani temayüllere dayanan farklı anlayışlar olmadan), ana-baba bir kardeşler dinde birbirine muhalif olmadan kıyamet kopmaz” (R.E. 477)
Bu rivayet âhirzaman fitnesinde bozulan ümmetin, birleştirici olan dinin esaslarına bağlanmak yerine, ihtilafların menşei olan kendi arzularına ve arzularından doğan şahsî reylerine bağlı kalacaklarını ihbar eder.
Kur’anda (3:105) (6:153) âyetleri de mevzuumuzla alâkalıdır. (Bak: 629.p.)
Atıf notları:
-Ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsızlıktan değildir, bak: 1509.p.
-Fitne zamanlarında ihtilaflara kapı açmamak, bak: 994.p.
-Hiziblerin ihtilafı, bak: 1349.p.da bir âyet notu.
qqİHTİRA š~hB'~ : (Bak: Delil-i İhtira)
1529- qqİHTİSAS ‹_MB'~ : (Husus.dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevî veya uhrevî, Kur’anî, İslâmî, imanî bir mesleğe, fen veya san’ata hasr-ı mesai etmesi; yalnız onunla meşgul olması. (Bu metod insanı muvafakiyete eriştiren en birinci ve en büyük bir âmildir. Bir kimse yaktığı bir meş’aleyi parlatabilmesi ve bakileştirebilmesi için o meş’alenin, o nurun pervanesi olması gerektir.) Zübeyir Gündüzalp (R.Aleyh) (O.A.L.)
“Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ülemasına dahil sayılmaz. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyettan tebaüd eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü, maneviyetta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsi sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakin, aynelyakin hatta hakkalyakin suretinde keşfeden Şeyh Geylani (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes’elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?”(Ş.102) (Ehl-i ihtisasa itimad, bak: 182/.p.)
1529/1- “Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mehareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şayan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı, hendeseye kıyas ederek tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilacı istimal eder ise, akrabasına taziye vermeye davet ve kendisi için kabrista-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-ı mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviiyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, adeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatı göremez.”(Mu.15)
1530- qqİHTİYAR-I CÜZ’Î z¶: (İhtiyar-ı cüz’iye) insanın küçücük ihtiyarı. Allah’ın sonsuz hikmetinin ve imtihan sırrının iktizası olarak, herhangi bir işi ve hareketi yapıp yapmamakta insanın muhtar ve serbest olması.(Bak: İkrah-ı Mülci, İrade, Kader)
İnsanın ihtiyar-ı cüz’iyesi zaif ve nâkıstır. Zira “esbab içinde, bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi’, insandır. İnsanın dahi en zâhir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yani: Yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür. Meselâ yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, ta semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıplarına, havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki ağızdaki birtek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinliyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacıkeli, nasıl yetişir?”(S.608)
1531- Bununla beraber, “o cüz-ü ihtiyarî olan silah-ı insanî,gerçi zatında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat nasılki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür. Öyle de; sırr-ı imanla o cüz’î cüz-ü ihtiyarî, Cenab-ı Hak namına onun yolunda istimal edilse, beşyüz sene genişliğinde bir Cennet’i dahi kazanabilir.” (L.230)
Kur’anda “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” mealinde olan (81:29) âyetindeki “ıtlakı bazıları bir cebir düsturu gibi farzetmişler, abdin meşietini alelıtlak nefyederek yalnız meşietullahı isbat eylemek istemişlerdi. Lakin bu hiç doğru değildir. Burada abdin meşieti külliyyen nefyedilmiş değil, meşiet-i İlahiyeye iktiran etmiyen meşieti selbedilmiştir. Allah’ın meşieti ile abde de meşiet ve hatta meşiet-i müstelzime isbat olunmuştur. Nitekim (81:28)
«v[¬T«B²K«< ²–«~ ²vU²X¬8 «š_«- ²w«W¬7 de de meşiet-i abd sarihtir.” (E.T.5629)
Atıf notları:
-Adavet hissinin izalesinde ihtiyarsız kalmak, bak: 1059.p.
-İhtiyar kalmazsa teklif olamaz, bak: 1631.p.
-İhtiyar ile dalaletin tercihi, bak: 1301.p.
-Vicdanı tefessüh etmeyen, tam ihtiyar ile şerri işlemez, bak: 2741.p.
-İhtiyarsız dalalet, bak: 615.p.
1532- qqİKRAH ˜~h6~ : “Lügatta, bir kimseyi, istemediği bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmağa zorlamaktır. Istılahta, bir kimseyi tehdid ile, ihafe ile rızası olmaksızın bir sözü söylemeğe veya bir işi işlemeğe haksız yere sevketmektir.
Kendine böyle cebredilen kimseye “mükreh”, cebr edilen şeye “mükrehün aleyh” mükrehin korkmasını mucib, rızasını sâlib olan şeye de “mükrehün bih” denir. İkrahta bulunan şahsa da “mükrih”, “mücbir” denir.” (H.İ. ci: 6, sh:69)
İkrahın tahakkuku için bazı şartlar gerekmektedir. Ezcümle, gayr-ı meşruluğu açıkça bilinen bir hususta, kişinin istek ve itikadının hilafına harekete veya söz söylemeye mecbur olması için, iktidar sahibi şahsın veya şahs-ı manevînin icbarı karşısında kalması, yani mükrehin, mükrihe karşı cesareti ve kuvveti yetersiz olması şarttır. Kişi, ifasına mecbur kalmadığı bir ikrah karşısında itaat etmez ve etmemelidir. (Bak: Ulu-l Emr)
Bir atıf notu:
-Dinde ikrah yoktur, bak: Hürriyet-i Vicdan
1533- qqİKRAH-I GAYR-İ MÜLCİ |DV8 h[3 ˜~h6~ : “Nefsi itlaf, uzvu kat’a müeddi olmayıp yalnız gam ve elemi mucib olacak derecedeki darb ve habs gibi şeylerle yapılan ikrahtır ki, mükrehin rızasını izale ederse de ihtiyarını ifsada müeddi olmaz.” (H.İ. ci: 6, sh: 69)
1534- qqİKRAH-I MÜLCİ zDV8 ¬˜~h6~ : “Nefsi itlaf, uzvu katı’ veya bunlardan birine müeddi olacak şiddetli darb ile yapılan ikrahtır ki, mükrehin rızasını izale, ihtiyarını ifsad eder. Maamafih asıl ihtiyarı yine sabit bulunur.” (H.İ. ci: 6, sh: 69) (Bak: Azimet, Zaruret ve 126, 363, 982, 1621, 3452.p.lar.)
Bir âyette şöyle buyuruluyor: “ (16:106) ¬y¬9_«W<¬~¬f²Q«" ²w¬8 ¬yÁV7_¬"«h«S«6 ²w«8 Her kim imanından sonra Allah’a küfrederse -yani kelime-i küfr tefevvüh eder, küfrolan sözü söylerse; ¬–_«W<¬²_¬" °±w¬¶[«W²O8 yA²V«5«— «˜¬h²6~ ²w«8 Ŭ~ kalbi iman ile mutmain olduğu halde ikrah olunan değil-yani canını veya a’zasından bir uzvunu itlaftan korkulur bir emr ile ikrah edilmek suretiyle değil,
²w«8 ²w¬6«~«— ~®‡²f«. ¬h²SU²7_¬" «ƒ«h«- ve lakin küfre sinesini açan, küfür hoşuna giden, ya’ni ikrah olunmadığı halde rızasıyla kelime-i küfrü söyleyen veya ikrah olunduğu zaman kalbini bozup da küfre i’tikad ediveren kimseler ¬yÁV7~ «w¬8 °`«N«3 ²v¬Z²[«V«Q«4 bunlar üzerine Allah’dan bir gadab-ya’ni künhü ta’rif olunmaz büyük bir gadab °v[¬P«2 °~«g«2 ²vZ«7«— ve bir de bunlara azîm bir azab vardır. Çünkü cürümleri en büyük cürümdür.
1535- Rivayet olunuyor ki Kureyş, Ammar’ı ve babası Yasir’i ve anası Sümeyye’yi irtidada ikrah ettiler; imtina’ eylediler. Bunun üzerine Sümeyye’yi birer ayağından iki devenin arasına bağladılar ve “Sen erkekler için müslüman oldun” diyerek bir harbe ile önünden deştiler. Develere sürükletip parçalatarak öldürdüler. Arkasından Yasir’i de öldürdüler ve İslâm’da ilk maktul bu ikisi oldular (R.A.) Anasını, babasını bu halde gören Ammar ise, ikrah olunanı lisanen şöyleyiverdi. Bunun üzerine: Ya Resulallah, denildi, Ammar küfretmiş. Resulullah (sallallahü aleyhi vesselem) buyurdu ki, “Hayır Ammar baştan ayağa iman dolmuş, iman onun etine, kanına karışmıştır.” Derken Ammar ağlıyarak Resulullah’a geldi, Resulullah da gözlerini silmeğe başladı ve buyurdu ki, “Nen var, tekrar ederlerse sen de dediğini tekrar et.” Bir de Müseylime-tül Kezzab iki kişiyi tutmuştu. Birisine: “Muhammed hakkında ne dersin?” “Resulullah” dedi. “Benim hakkımda ne dersin?” dedi. “Sen de” dedi. Binaenaleyh bunu bırakıverdi. Öbürüne: “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi.”Resulullah” dedi. “Benim hakkında ne dersin” dedi. “Dilsizim” cevabını verdi. Üç def’a tekrar etti,o yine aynı cevabı verdi. Binaenaleyh bunu katleyledi. Resulullah haber alınca buyurdu ki: “Evvelkisi Allah’ın ruhsatını tuttu, ikincisi hakkı izhar etti.” ilh... Demek ki böyle ikrah-ı mülci halinde yalnız lisanıyla kelime-i küfrü telaffuz etmek caizdir, fakat bir ruhsattır ve âyetten anlaşıldığı üzere kalbi iman ile mutmain olmak şartıyla bir ruhsattır. Fakat izhar-ı hak ve i’caz-ı din için helâki göze alıp ta (cebrolunan şeyden) ictinab etmek azimettir ve bu hususta azimet ile amel efdaldir.” (E.T. 3130-3132)
1536- Bir hadiste de şöyle buyurulur:
¬y²[«V«2~Y;¬h²UB²,~_«8«— «–_«[²K¬±X7~«— _«O«F²7~|¬BÅ8~ ²–«~ «p«/«— |«V«Q«# «yÁV7~ Å–¬~
Şüphe yok ki Allah Teala Hazretleri, ümmetimden hatayı, nisyanı ve üzerine cebir ve ikrah olundukları şeyi ıskat buyurmuştur. Yani: Bunlardan dolayı günahkâr saymamıştır.
Bir kimse, memnu’ bir fiili, bir hata veya unutma neticesi olarak yapsa veya ma’ruz kaldığı muteber bir cebre, ikraha mebni işlese, bundan dolayı indallah âsim olmaz, ma’mâfih bu hususta tafsilat vardır. Ezcümle:
Muteber bir ikrah ile yapılan bir bey’u şira, icar, hibe, ferağ, ikrar, ibra, maldan sulh, borcu te’cil, şüf a hakkını iskat muameleleri muteber değildir.
1537- Kezalik ikrah-ı mülci ile yapılan tasarrufat-ı fiiliye dahi muteber değildir. Meselâ, bir kimse böyle bir ikraha mebni birinin malını itlaf etse, bu malın ödenmesi mücbire lâzım gelir.
İkrah-ı mülci ise, itlaf-ı nefs ile veya kat-ı uzv ile veya bunlardan birine müeddi olacak şiddetli bir darb ile yapılan ikrahtır ki, buna ikrah-ı mutebere de denir.
Kezalik vaki olan ikraha mebni zinada bulunmak veya masum bir insanı öldürmek veya onun bir uzvunu kesmek de asla caiz olmaz; bunlardan dolayı mükreh de indallah mes’ul olur.” (H.G. hadis no: 84) (H.İ.ci:6, 24. kitab, 2. bölüm, sh: 122’de tafsilat olup, Sahih-i Buhari 89.Kitab-ül İkrah’da da aynı mevzuda hadisler vardır.)
Bir atıf notu:
-Âmirin hilaf-ı kanun emri, memuru mes’uliyetten kurtarmaz, bak: 3887.p.
1538- qqİKTİRANÎ KIYAS ‰_[5 |9~hB5~ : Mantıkta neticenin aynı veya nakîzi, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır.
Meselâ: “Her tagayyür eden, muhdestir. Her cisim tagayyür eder. O halde, her cisim muhdestir.” sözleri iktiranî bir kıyastır. Çünkü kıyasın neticesi olan “Her cisim muhdestir” kaziyesi, ne birinci, ne de ikinci kaziyede heyet-i mecmuasıyla zikredilmemiştir. Buna mukabil:
“Allah’ı seviyorsanız Peygamber’e (A.S.M.) itaat edersiniz. Peygamber’e itaat ediyorsunuz. O halde Allah’ı seviyorsunuz.” sözleri bir kıyastır. Ama iktiranlı kıyas değildir. Çünkü neticeyi veren “Allah’ı seviyorsunuz” kaziyesi, birinci kaziyeyi teşkil eden kaziye-i şartiyenin birinci tarafında aynen geçmektedir. Bu çeşit kıyasın adı ise “kıyas-ı istisnaî”dir. (Bak: İstidlal)
1539- qqİKTİSAD …_MB5~ : Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Ebd: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak. (Bak: Ekonomi, İsraf)
“İktisad, lügatta “amelde i’tidal” demektir ki, kasıddan me’huzdur. Çünkü matlubunu iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasdeder. Maksudunun mevzi ve mevkiini bilemiyen ise tahayyür içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeble iktisad, maksada müeddi olan amel demek olmuştur. Umur-u maliyedeki iktisadın da esası budur.”(E.T.1736)
1540- Zâhiren birbirine benzeyen “iktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasılki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasılki kötü hasletlerden olan tekebbürden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır.
Öyle de: Ahkâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlahiyenin medarlarından olan iktisad ise, sefilik ve bahilik ve tama’kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikatı te’yit eden bir vakıa:
1541- Sahabenin abadile-i seb’a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki; halife-i Resulullah olan Faruk-u Azam hazret-i Ömer’in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin halife-i zişanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acib bir hisset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvalini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti.
Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı? “Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O sahabe dedi: “Fesübhanallah... Çarşı içinde kırk para için böyle manakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemal-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti. Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü, dedi: “Ya imam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasından gelmiş halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hissettir ve ne de bu israftır.”
İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak:
¬¿~«h²,¬²~|¬4 «h²[«' «_«W«6 ¬h²[«F²7~|¬4 «¿~«h²,¬~« demiş. Yani. “Hayırda ve ihsanda (faat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”(L.143)
1542- “Hâlik-ı Rahim, nev’-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır; nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisad ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.
Evet iktisad hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlahiyeye karşı bir hürmet, hem kat’i bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.” (L.139)
Bir atıf notu:
-İktisad, maaştan ziyade rızkı te’min eder, bak: 3043.p.
1543- “Sani-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, enkısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düsturu esasıdır.
Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!
(7:31) ~Y4¬h²K# ««— ~Y"«h²-~«— ~YV6 âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla! ...” (L: 316)
1544- “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, asab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zaika ile merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir) ki; ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki, kapıcı gururlanıp baştan çıkıp, vazifeyi unutup fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dahiline sokmasın.
İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para. Diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma ağıza girmeden beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler. Belki bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var.
Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
1545- Şimdi saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır; “Hâkim benim”der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse, onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak. “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeğe mecbur edecek
İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun-i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” (L:139)
1546- “İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıb noktasında (7:31)
~Y4¬h²K# ««— ~Y"«h²-~«— ~YV6 âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
²–¬~ ²u¬±V«T«4 ¬•«Ÿ«U²7~ ¬h²M«5 |¬4 ¬Ä²Y«T²7~ w²K&«— _®Q²W«% ¬w²[«B²[«A²7~ |¬4 Å`[¬±O7~ a²Q«W«%
®_«& Çf«-«~ ¬‰YSÇX7~ |«V«2 «j²[«7«— ¬•_«N¬Z²9¬²~|¬4 š_«S¬±L7~«— ²`ÅX«D«# ¯u²6«~ «f²Q«"«— «a²V«6«~
¬•_«QÅO7~ |«V«2 ¬•_«QÅO7~ ¬Ä_«'²…¬~ ²w¬8
Yani: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” (*) (L. 147)
Yeme, içme ve iktisadaait hadisler çoktur. Meselâ, ibn-i Mace 29. Kitab-ül-Et’imenin bazı bablarında zikredilir.
Dostları ilə paylaş: |