İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə70/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   66   67   68   69   70   71   72   73   ...   169

1640- Altıncı esas: İmanın altı esası arasında telazum vardır. Yani imanın herbir esası, delilleriyle birbirini isbat eder ve biribirisiz olmaz.

Bu bahis uzun olduğundan izahını Şualar mecmuasında, 9. Şua’nın 2. Nokta­sına ve ll. Şua’nın 9. Mes’elesine havale ederiz.

İşte imanî mes’elelerde isabetli hükme varabilmek için mezkûr esaslar gibi noktaların nazara alınması icab eder. Zira her şeyin kendine has isbat usulü vardır. Yanlış usul, yanlış hükme götürür. Bir kısım felsefecilerde ol­duğu gibi...

1641- İman, taklidî ve tahkikî olarak iki kısımdır. Taklidî iman, imanın ilmi isbat ve delillerini bilmemekle beraber imana ait hükümleri dendiği gibi aynen kabul et­mektir. Tahkikî iman ise, imanın ilmî delillerini öğrenip taklidî imanı tahkikî imana çevirmektir. Tahkikî imanın pek çok dereceleri vardır. (Bak: Tevhid)

1642- Asrımızın dehşetli dinsizlik cereyanlarının aşıladığı inkârcılık ve imanî mes’elelerde şüpheler intişar ettiğinden bu zamanda taklidî imanı tah­kikî imana yükseltmek ve imanı kurtarmaya çalışmak en mübrem bir mes’ele olmuştur.

Birkaç atıf notu:

- İbadetle iman takviye edilmezse, te’siri zayıf kalır, bak: 1448.p.başı

-Bir et parçası olan kalbde iman kâmil olursa, insanda salih olur, bak: 1939.p.

-İnsanı kötülüklerden men etmek için, günahların bu dünyadaki elemlerini göster­mek gerek, bak: 3103.p.

İmam-ı A’zam Hazretleri Fıkh-ı Ekber ismindeki meşhur eserinin so­nunda şu izahatı verir: “Tevhid ilminin ince mes’elelerinden herhangi bir şey( in halli) insana müşkil görünürse (onda tereddüd ve şüphe uyandırırsa), bir âlim bulup da derhal onu soruncaya kadar Allahü Teala indinde doğru olanı ne ise derhal ona itikad et­mesi (ona inandım demesi) kendisine borç olur. Aramayı geciktirmesi ona caiz ol­maz.”

İşte asrımızda imanî mes’eleler hakkında intişar eden felsefi şüphelere karşı tahkikî imana hizmet etmeyi esas olan Bediüzzaman Hazretleri, eserle­rinin muhtelif yerlerinde, iman hizmetinin herşeyin üstünde olduğunu beyan ederken şöyle der:

1643- “Hakaik-ı imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan ha­yat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gadab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umu­mînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyic edip batın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-ı imaniyenin elmasları derecesine o za­rarlı, fani arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tabi olarak hem­fikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikatı, belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi ya­parlar.”(K.L. l17)

1644- “Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mes’ele olan iman ve şe­riat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatları olduğundan bu hakaik-i imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatları, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların na­zarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsi ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Ri­sale-i Nur’un has ve sadık talebe­leri, (Bak: 2906.p.) gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.” (K.L. 145)

“O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Ri­sale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mer­tebeleri kazan­dırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkar­maktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı baki­yeyi te’min eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hiz­mettir.” (K.L. 83)



1645- Bir hadis-i şerifte:

“ ²a«"«h«3«— ­j²WÅL7~¬y²[«V«2 ²a«Q«V«0 _ÅW¬8 «t«7 °h²[«' ®Ÿ­%«‡ «t²<«f«< |«V«2 ­yÁV7~ «>¬f²Z«< ²–«ž¬

Yani: “Allahü Teala’nın bir kimseyi senin vasıtanla hidayete nail buyur­ması şüphe yok ki senin için üzerine güneşin doğup battığı şeylerden daha hayırlı­dır.” buyurulmuştur.” (166)

Atıf notları:

-İmam hizmeti en birinci vazifedir, bak: 2303,2689,2931,2935, 3105,3227.p.lar.

-En efdal ilim, iman ilmidir, bak: 1577 .p.

-İman-ı Rabbanî’nin (R.A.) imanda inkişafın ehemmiyeti hakkında beyanı, bak: 151,2477/2.p.lar.

1646- “İmam-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vak­tinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor.Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öy­lelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.

Bu iman-ı tahkikînin vüsulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir. (Derece-i şuhud derece-i iman-ı bilgaybdan aşağıdır, bak: 21lp.)

İkinci Yol: iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol: Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebe­leri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksa, Risale-i Nur hakaik-ı imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni’ derecesinde gösterdiğini göre­cekler.” (K.L. 18)

1647- “Sual: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye mektubunda demiş: “Al­lah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır. “ Bu ne demektir? Maksad nedir diye soru­yor?

Evvela: Ona okuduğun Yirmiikinci Söz’ün mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Maksadları, o maksadı izah eder.

Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vacib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Razî’ye öyle demiş.

Evet, İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem ma­rifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nura­nîsinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.



1648- Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Razî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de, ta­savvuf mesle­ğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakim’den doğrudan doğ­ruya veraset-i Nübüv­vet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için «Y­;ެ~«…Y­%²Y«8«ž deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için «Y­;ެ~«…Y­Z²L«8«ž deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakim’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbo­zuk­luktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’di-i Şirazî’nin dediği gibi:

²‡_«6¬…²h¬6¬a«4¬h²Q«8²ˆ«~²aK<²h«B²4«…|¬5«‡«—²h«;²‡_«[²L­;¬h«P«9²‡«… herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.



1649- Bazı Sözlerde ülema-i ilm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:

Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngan (Su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerdesuyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i ilm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat edi­yorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakim’in minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asa-yı Musa gibi, nereye vurursa ab-ı hayat fışkırtıyor. °f¬&~«— ­yÅ9«~|«V«2 ÇÄ­f«# °}«<³~ ­y«7 ¯š²|«- ¬±u­6|¬4«— düsturunu, her şeye okutturuyor.



1650- Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl mide­sine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza letaif, ken­dine göre birer hisse alır, mas­seder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye bu noktayı ihtar ediyor.” (M. 330) (İmanî hükümleri delillerle isbat etmenin lü­zumu, bak: 524.p.sonu)

1651- İman şuurunun cemiyet hayatında müsbet te’sirleri vardır ki, ha­kiki insa­niyetin temellerini tesbit eder. Küçük bir nümunesi şudur:

“Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o bü­yük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hami­yet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirle­nir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya baş­larlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir milli ailenin hanesi­dir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin ve­rir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoş­luğu bırak.” Aklı başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiye­ceksin.” Adalete başını eğdirir. ihtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, baki bir genç­lik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış” Ağlamasını gül­meye çevirir. Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ü te’sirini gösterir, ışıklan­dırır. Nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın! İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret etti­ğimiz beş-altı nümunelerine sairler kıyas edilse kat’i anlaşılır ki; iki cihanın ve iki ha­yatın medar-ı saadeti yalnız imandır.” (Ş.227)

1652- Evet 10. Surenin 57, 58. âyetlerinde beyan edildiği gibi, iman ve hidayetin insanın kalbine verdiği manevi huzur ve saadet dünya menfaatleri­nin çok üstünde­dir. (Bak:103-106.p.lar ve 1632. p.sonu ve 3071-3074.p.lar)

Birkaç atıf not:

-İmandan gelen hürriyet-i Şer’iye, bak: 3574.p.

-İmanın üç hassası, bak: 2712.p.

-İmandan gelen kahramanlık, bak: 557,558.p.lar.

1653- İmanın ziyadeleşmesi mes’elesi hakkında Kur’an (9:124) âyetinin tefsi­rinde deniliyor ki: “Hakikate nazaran iman, emr-i vahid olduğundan bunda kemmiyyet itibariyle değil, ancak keyfiyyet itibariyle bir ziyade ve noksan mülahaza olunabilir. Bu haysiyetle enbiya ve sıddıkîn ile diğerlerinin meratib-i imanı arasında farklar bulunur. Nitekim Hazret-i İbrahim’in (2:260) |¬A²V«5 Åw¬\«W²O«[¬7 ²w¬U«7«— demesi bu neş’enin aksa-yı kemalini talebdir.” (E.T. 2649)

Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: (48:4) ²v­Z«9_«W<¬~ «p«8 _®9_«W<¬~ ~—­…~«…²i«[¬7 ki; imanları ile beraber iman arttırsınlar diye-basit olan asl-ı imanda ziyade ve noksan olmasa bile, müeyyidatı arttıkça imanın kemalinin de artacağından şübhe yoktur.” (E.T. 4410)

İmanın ziyadeleşmesi Kur’anda (3:173) (8:2)(33:22) (74.31) âyetlerinde de ve Buhari 2. kitab, l. babında zikredilir. Ve İbn-i Mace tercemesi, Mukad­deme’de 9. bab 75. hadiste izahat verilir.

Bir atıf notu:

-İman ve İslâmın farkı, bak: 1741.p.

1654- İman-ı ye’s makbul değildir. Ezcümle:

“10:92) «t¬9«f«A¬" «t[ÅD«X­9 «•²Y«[²7_«4 âyetiyle, Musa Aleyhisselâm’a karşı mu­ha­rebe eden Fir’avun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vak­tinde o iman mak­bul değil, fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiye­tine hür­met için bir mükâ­fat olarak Cenab-ı Hak o Fir’avunun bedenine ne­cat vere­ceğini haber veriyor.” (Kn. 79) (Bak: 974,975.p.lar)

İman-ı ye’s meselesi Kur’anda (4:159) (6:158) (10:90,91,92,97 98) âyetle­rinde zikredilir.

Kur’an (6:lll) âyetinde; hidayete lâyık olmayanlara bedihiyat derecesinde deliller gösterilse de yine inanmıyacakları bildirilir. (Bak: 341l.p.)



Atıf Notları:

-İman kardeşliği bak: 3878/8.p.

-İmandan küfre, küfürden imana dönüp dolaşıp nihayet küfürde karar kılanlar, bak: 2716.p.

-Zuhurlarından sonra imanın fayda vermeyeceği üç kıyamet alâmeti, bak: 614.p.

-Fitne devresinde sabah-akşam arası imandan küfre geçiş kolaylığı rivayeti, bak. 2750.p.sonu ve 3884/1.p.

-Allah’a karşı had yarışına kalkışanları sevmeyen hizbullahın kalblerinde imanın yazıl­ması (nakşedilip ruhlarında seciyeleşmesi) ve bu imanın bir ruh ile (nur-u irfan ve ilm-i le­dün ile) te’yid edilmesi, bak: 179.p.

-Lâyık olan kuluna Allah’ın imanı sevdirmesi imanla kalbini (marifetullah, muhabbetullah ve faziletle) tezyin etmesi ve bu kulun o iman sayesinde her türlü gü­nah ve kötülükleri kerih görmesi, bak: Kur’an (49:7)

-Münkerin izalesine güç yetmezse, münkeri kerih görmek, bak: 3891.p.

qqİMKAN –_U8~ : Mümkün olmak. Olacak halde bulunmak. (Bak: De­lil-i İmkânî, Hudus)

1655- qqİMTİHAN –_EB8~ : (Mehn. den) Deneme. Tecrübe etmek .*Bir şeyin hakikatına ittıla peyda etmek için çok dikkatle düşünmek. *Salahiyet veya sa­lahiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.

İmtihan kelimesinin dinî ıstılahtaki manası ise, insanların iman ve ihlasda sadık olup olmadığınnı tahakkuku ve izharı için, şer’î teklifler ve çeşitli mu­sibetler veya muvaffakiyetler gibi ni’metlerle Allah’ın kullarını imtihan etme­sidir. Bu kelime Kur’anda (49:3) (60:10) âyetlerinde geçer. (Bak: Sabır, Şerr)



1656- Fazilet ve keyfiyetin tahakkuk ve inkişafına sebeb olan imtihan sır­rına ta­alluku itibariyle” kâinattaki şerleri, zararların, beliyyelerin ve şeytanla­rın ve muzırla­rın halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melaikelere, şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabit­tir, nakıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat, niha­yetsizdir. Nemrudlardan, Fir’avunlardan tut, ta Sıddıkîn-i Evliya ve Enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.

İşte kömür gibi olan ervah-ı safiliye, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı Enbiya ile, bir meydan-ı im­tihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olma­saydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraberkalacaktı. A’la-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük bir küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil; belki su’-i istimalattan ve kesb denilen müba­şeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir, icad-ı İlahîye ait değildir.



1657- Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i Enbiya ile beraber şeytanların vücu­dundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü lil-ekser” kai­desince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hatta bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?

Elcevab: Kemmiyetin keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfi­yete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su veril­mezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar ol­mazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, su’-i mizacından sek­seni bozulsa; yirmi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki: “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?” Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmibin hükmüne geçti. Sekseni kay­beden, yirmibini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ: Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yu­murta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üs­tünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: “Çok zarar oldu, bu muamele şeroldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?”^Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünki o tavus milleti ve yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytan­larla mu­harebe ile kazandıkları güneşleri ayları ve yıldızları mukabilinde ke­miyetçe kesretli yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemmiyetçe kesretli keyfiyetçe ehemmi­yetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.” (M.43)

Atıf notları:

-İlahî teklif olmasaydı insan hayvan olarak kalacaktı, bak. 143.p.

-Din yolunda karşılaşılan musibet imtihanlarının hikmeti,bak: 582.p.

-Bu âlemin kanun-u tagayyür içinde imtihana sahne olmasının hikmeti, bak: 509,1032,2019.p.lar

-İmanı mecburi kılan bir şeyle, imtihan fevt olur, bak: 1694, 2106, 2495, 4075.p.lar.

1658- Ekseriyetle imtihan manasında olan bela hakkında Kur’andan notlar:

-Fir’avun ve avenesinden gelen musibetle Allah’ın imtihanı: (2:49) (7:141) (14.6)

-İbrahim Aleyhisselâm’ın kelimat-ı İlahiye ile imtihanı: (2:124)

-Mü’minlerin korku açlık, mal, can ve mahsuller cihetinden imtihanları: (2:155)

-Düşmana karşı galibiyet ve mağlubiyet imtihanı: (3:152)

-Düşmanla harb (cihad) meşakkatleriyle imtihan: (33:10,ll) (47:31) (Bak: “Müsibet”te âyet notları ve 582, 2650.p.lar)

-Mal can zayiatı ve galiz tenkidlere karşı sabır imtihanı: (3:186)

-Kişilerin üstünlük dereceleriyle imtihanı: (6:165)

-Hasenat ve seyyiatla imtihan: (7:168)

-En iyi amel imtihanı için, kâinatın altın günde-imtihan zemini olan esbab ve ta­gayyür âleminin neticesi olan zaman silsilesi çerçevesinde-halkedilmesi: (ll:7)

-Süleyman (A.S.) ın, celb-i suret mucizesinin ihsaniyle imtihanı: (27:40)

-İbrahim (A.S.) ın oğlunu kurban etmek imtihanını kazanması: (37:104,105,106)

-En iyi amel imtihanı için, ölüm ve hayatın halkedilmesi: (67:2)

-(Afakî ve naklî delail cihazıyla mücehhez) insanın imtihana müstaidiyeti: (76:2)

-Muvaffakiyetle imtihan: (7:129) (Bak: 1000.p.)

qqİNAYET }<_X2 : Yardım, lütuf, medet etmek. *Muhim bir işte kar­şı­laşıp onunla meşgul olmak. (Bak: Delil-i İnayet)

1659- qqİNCİL u[D9~ : Münzel dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa’ya (A.S.) gelen kitab. *Beşaret, müjde. (Bak: İse­vilik, Kütüb-ü Münzele)

Elmalılı Hamdi Efendi (57:27) âyetinin tefsirinde şu izahatı veriyor:

“Bugün Hristiyanların ellerinde resmi olarak Matta İncili, Markos İncili, Luka İncili, Yuhanna İncili namıyla dört İncil vardır ki, isimlerinden ve münderecatların­dan da anlaşıldığı üzere hepsi sonradan yazılmıştır. Bunlar Hazret-i İsa’nın bir terceme-i hali olarak yazılmış muhtelif eserlerdir. Tarih­lerin beyanına göre Konstantin zamanında ilk teşekkül eden sinodda, daha birçok inciller içinden se­çilmiştir. Nitekim Arapçaya terceme edilmiş olan “Barnaba İncili” namındaki gayr-ı resmi İncil ile öbürlerinin arasında çok büyük fark vardır. Dört İncil’de Hazret-i İsa’nın mev’izaları olmak üzere ya­zılmış vaızlar içinde hakiki İncil âyetlerinin maz­munu olması ve melhuz bu­lunan güzel kelâmlar da yok değil ise de, bir çoklarının tahrife uğramış ol­duğu birbirleriyle mukayesesinden anlaşılacak kadar barizdir. En barizi de, tevhid ruhunu değiştirmiş, teslise tebdil eylemiş olan noktalardır. Maamafih imana tergib ile ahlakî ve edebî incelikleri ihtiva eden noktaları da var­dır.”(E.T. 4765)

İki atıf notu:

-Peygamberimizi (A.S.M.) ve tevhidi haber veren El-Enba nam kitab, bak: 337.p.

-İbranî olan asıl İncil, zamanında tesbit edilemedi, bak: 2962.p.

1660- Peygamberimizi Faraklit ismi ile müjdeleyen “İncil’in âyeti:

_®O[¬V²5«‡_«S²7~ ²v­U«7 «b«Q²A«[¬7 ²v­U[¬"«~«—|¬"«~|«7¬~ °`¬;~«† |¬±9¬~ ­d[¬K«W²7~ «Ä_«5 yani, “Ben gidiyorum, ta size Faraklit gelsin!” Yani, Ahmed gelsin.

İncil’in ikinci bir âyeti: ¬f«"«ž²~|«7¬~ ²v­U«Q«8 ­–Y­U«<_®O[¬V²5«‡_«4 |¬±"«‡ ²w¬8 ­`­V²0«~|±¬9¬~

Yani: “Ben Rabbimden, hakkı batıldan fark eden bir peygamberi istiyorum ki,

ebede kadar beraberinizde bulunsun”

Faraklit: ¬u¬O«A²7~«— ¬±s«E²7~ «w²[«" ­»¬‡_«S²7«~ manasında, Peygamberin o kitablarda ismidir.” (M.165)



1661- “İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in bir kaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvaniyle müjde verdiği Nebi’nin tarifine dair:

«t¬7g«6 ­y­BÅ8­~«— ¬y¬" ­u¬#_«T­< ¯f<¬f«& ²w¬8 °`[¬N«5 ­y«Q«8 İşte şu âyet gösteriyor ki:

“Sahib-üs seyf ve cihada me’mur bir peygamber gelecektir.” “Kadîb-i Hadîd” kılınç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani ci­hada me’mur ola­cağını, Sure-i Feth’in âhirinde:

>«Y«B²,_«4 «o«V²R«B²,_«4 ­˜«‡«ˆ³_«4 ­y«¶[²O«- «‚«h²'«~ ¯²‡«i«6 ¬u[¬D²9¬ž²~ |¬4 ²v­Z­V«C«8«—

«‡_ÅS­U²7~ ­v¬Z¬" «o[¬R«[¬7 «~ŇÇi7~ ­`¬D²Q­< ¬y¬5Y­, |«V«2

âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm, sahib-üs seyf ve cihada me’mur olduğunu, incil ile beraber ilan edi­yor.”(M.167)



1662- “Hem Türkçe Yuhanna İncilinin ondördüncü bab ve otuzuncu âyeti şu­dur: “Artık sizinle çok söyleşmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur.!”

İşte “âlemin reisi” tabiri “Fahr-i Âlem” demektir. Fahr-i Âlem ünvanı ise, Mu­hammed-i Arabî (A.S.M.) ın en meşhur ünvanıdır.

Yine İncil-i Yuhanna, onaltıncı bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakiki teselli ve­ren, Muhammed-i Arabî (A.S.M.) dan başka kimdir? Evet Fahr-i Âlem O’dur ve fani insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren O’dur.

1663- Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti. “O dahi gel­dikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte, dünyanın fe­sadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siya­set ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?

Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, onbirinci âyet: “Zira bu âlemin rei­sinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte “Âlemin Reisi” (*) elbette Seyyid-ül Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalaatü Vesselâm’dır.

Hem İncil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: “Amma o Hak ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikata irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle işittiğini söyliyerek, gelecek nesnelerden size haber ve­recek.”

İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikata davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail’den işittiğini söyliyen ve Kıyamet ve Âhiret’ten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesse­lâm’dan başka kimdir? Ve kim olabilir?” (M. 169)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   66   67   68   69   70   71   72   73   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin