İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə72/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   169

1689/1- İnsana verilen göz, kulak gibi hârika cihazatı, ihsanat-ı ilahiye olarak zikreden Kur’an, bu cihazların nimetiyet ve hârikalığını tefekkür ve şükretmeye (Bak: Şükr) davet eder. Ezcümle (6:46) (10:31) (16:78) (23:78) (32:9) (46:26) (67:23) âyetleri örnek verilebilir.

Evet renkler ve şekiller âlemine ve sesler envaına ve manaları nakleden kelimatın idrakine açılan göz ve kulak cihazları ve her biri böyle birer hârika âleme bakan cihazat-ı insaniye verilmeseydi; renkler, şekiller, kokular, tadlar, acılar ve lez­zetler bütün envaı ile bilinemezdi ve bunlar bize göre bir nevi gayb âlemi gibi olurdu. insanda inkişaf etmemiş pek çok hissiyat var ki, inki­şaflarıyla kendi âlemle­rine açılabilir. (Bak: l159.p.)



1689/2- Kur’anda (ekseriyet) kelimesinin geçtiği âyetlerdeki ekseri in­sanların tavsifatı şöyledir.

-Lâ ya’lemûn: (İnsanların çoğu) Bilmezler, bilgisizdirler: (6:37), (7:131), (8:34), (10:55) (12,21,40,68), (16:38,75,101), (27:61), (28:13,57), (29:63), (31: 25), (34: 28,36), (39:29,49), (40:57), (44:39), (45:26), (52:47)

-Lâ yü’minûn: (ekserisi) iman etmezler: (2:100), (ll:7), (13.l), (36:7), (40:59)

-Lâ yeşkürün: (ekserisi) şükretmezle: (2:243), (10:60), (12:38), (27:73), (40:61)

-Lâ ya’kılûn: (ekserisi) akletmezler, anlamazlar: (5:103), (49:4)

-Kâfirûn: (ekserisi) inkârcıdırlar: (16: 83)

-Müşrikûn: (ekserisi) müşriktirler: (10:60), (12:106), (30:42)

-Ekserisi zanlarına uyar: (10:36)

-Ekserisi cahil ve bilmez kişilerdir: (6:lll)

-Ekserisi hakkı kerih gören bozuk kimselerdir:(23:70), (43:78)

-Ekserisi fasıkdırlar: (3:110), (5:59), (7:102), (9:8)

-Ekserisi kefûr; çok nankör ve inkarcı: (17:89), (25:50)

-Bi mü’minîn: ekserisi imansız, inanmamış kimselerdir: (12: 103), (26:8,67,103,121,139,158,174,190)

-Ekserisini şükredici bulamazsın: (7:17)

-Ekserisini ahdinde durur bulamazsın: (7:102)

-Ekserisi lâ yesmeûn: hakkı işitmez ve dinlemez: (41:4)

-Kâzibûn: ekserisi yalancıdırlar: (26:223)

-Ekserisi hakkı işitmez ve akletmez, anlamaz: (25:44)

-Ekserisi hakkı bilmez ve yan çizerler, yüz çevirirler: (21:24)

1690- qqİNŞİKAK-I KAMER hW5 ¬_TL9~ : Ay’ın parçalanması. Pey­gambe­rimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın mu’cizesi olarak gökte Ay’ın en parlak olduğu bir zamanda parmağının işaretiyle ikiye ayrıl­ması.

“Resul-i ekrem’in (A.S.M.) mütevatir ve kat’i bir mu’cize-i kübrası “Şakk-ı Ka­mer”dir. Evet şu “inşikak-ı Kamer” çok tariklerle mütevatir bir surette, İbn-i Mes’ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eazım-ı sahabeden müteaddid tariklerle haber verilmekle bera­ber, Nass-ı Kur’anla ­h«W«T²7~ Ås«L²9~«— ­}«2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~ âyeti, o mu’cize-i kübrayı âleme ilan etmiştir. O zama­nın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele et­memişler, belki yalnız “sihirdir” demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamer’in inşikakı kat’idir.” (M. 179)



1691- İnşikak-ı Kamer hakkında bazı istifhamlar ileri sürülmüşse de ge­reken cevablar verilmiştir. “

Êh¬W«B²K­8 °h²E¬, ~Y­7Y­T«<«— ~Y­/¬h²Q­< °}«<³~ ~²—«h«< ²–¬~«—  ­h«W«T²7~Ås«L²9~«— ­}«2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~

Kamer gibi parlak bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan inşikak-ı Ka­mer’i, ev­ham-ı fâside ile inhisafa uğratmak istiyen feylesoflar ve onların mu­hakemesiz mukallidleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı Kamer vuku bulsa idi umum âleme malum olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi?”

Elcevab: İnşikak-ı Kamer; dava-yı nübüvvete delil olmak için o davayı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette ani olarak gös­terildiğinden; hem ihtilaf-ı metali ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mani esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı Kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağı­tacak çok noktalardan şimdilik “beş nokta”yı dinle..



1692- Birinci Nokta: O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedid dere­cede inatları, tarihen malum ve meşhur olduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’in ­h«W«T²7~Ås«L²9~«— demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur’anı in­kâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açma­mışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat’i ve vaki bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek, gayet dehşetli bir tek­zibe ve Peygamber’in iptal-i davasına hü­cum göstereceklerdi. Halbuki şu vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebetdar küffarın adem-i vukuuna dair hiçbir şey’ini nakletmemişlerdir.

Yalnız Êh¬W«B²K­8 °h²E¬, ~Y­7Y­T«<«— âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, “sihirdir” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır. Yoksa bize sihir etmiş.” demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraf­lardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küf­far, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ) “Yetim-i Ebu Talib’in sihri se­maya da te’sir etti” dediler.



1693- İkinci Nokta: “Sa’d-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikinin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı Kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, ca­mide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediyeden (A.S.M.) ağ­laması; umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe itti­fakları muhaldir. “Hale” gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adası’nın vücudu gibi te­vatürle vücudu kat’idir.” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesailde teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır.Yalnız muhal olmamak kâ­fidir. Hal­buki şakk-ı Kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.

1694- Üçüncü Nokta: Mu’cize dava-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dava-yı nübüvveti işitenler için, ikna ede­cek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır.

Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek; Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine münafi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünki “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.

Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı Kamer’i, feylesofların hevesatına göre bü­tün âleme göstermek için bir-iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum ta­rihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-ı semaviye gibi; ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı, Risale-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdı. Veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki: Aklı icbar edecek, aklın ih­tiyarını elinden alacak; ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar; bir seviyede kalıp, sırr-ı teklifzayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki: Hem ani, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ı metali, sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

1695- Dördüncü Nokta: Şu hâdise gece vakti herkes gaflette iken, ani bir su­rette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmiyecek. Bazı efrada görünse de, gözüne inanmıyacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâ­dise, haber-i vahid ile tarihlere baki bir sermaye olmayacak.

Bazı kitablarda: “Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş” ilavesi ise; ehl-i tahkik reddetmişlerdir. “Şu mu’cize-i bahireyi kıymetten düşürmek ni­yetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş” demişler.

Hem meselâ o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurub; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmiyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Av­rupa kâselislerin başına.

1696- Beşinci Nokta: İnşikak-ı Kamer, kendi kendine bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfi, tabii bir hâdise değil ki adi ve tabii kanunlarına tatbik edilsin. Belki Şems ve Kamer’in Hâlik-ı Hakîm’i, Resulünün risaletini tasdik ve davasını tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasiyle, hikmet-i rububiyetin istediği in­sanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yı nü­büvveti henüz işitmedikleri aktar-ı zemindeki in­sanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ı metali haysiyetiyle; bazı memleketin Kamer’i daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hâdi­seyi görmeye mani pekçok esbaba binaen gösteril­memiş. Eğer umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediye’nin (A.S.M.) neticesi ve mu­cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çı­kacaktı. Herkes tasdike mecbur olurdu. Aklın ihtiyarı kalmazdı. iman ise, ak­lın ihtiyariyledir. Sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semaviye ola­rak gösterilse idi: Risalet-i Ahmediye( A.S.M) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususi­yeti kalmazdı.

1697- Elhasıl: Şakk-ı Kamer’in imkânında şüphe kalmadı. Kat’i isbat edildi. Şimdi, vukuuna delalet eden çok bürhanlarından altısına (*) işaret ede­riz. Şöyle ki:

Ehl-i adalet olan sahabelerin vukuuna icmaı ve ehl-i tahkik umum mü­fessirlerin (54:l) ­h«W«T²7~Ås«L²9~«— tefsirinde onun vukuuna ittiifakı ve ehl-i riva­yet-i sadıka bütün muhaddisînin, pekçok senetlerle ve muhtelif tariklerle vu­kuunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti ve İlm-i Kelâm’ın meslekçe birbi­rinden çok uzak olan imamların ve müte­bahhir ulemanın tasdiki ve nass-ı kat’i ile dalalet üzerine icma’ları vaki olmıyan Ümmet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) o vak’ayı telakki-i bilkabul etmesi; güneş gibi inşikak-ı Kamer’i isbat eder.



1698- Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet tahkik öyle dedi. Haki­kat ise diyor ki:

Sema-yı Risalet’in Kamer-i Münir’i olan Hatem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan Mi’rac ile, yani bir cism-i arzî semavatta gezdirmekle semavatın seke­nesine ve âlem-i ulvi ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arza bağlı, semaya asılı olan Kamer’i, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zat-ı Ahmediye( A.S.M.) Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani ka­nadıyla, iki ziyadar cenah ile evc-i kemalata uçmuş. Ta Kab-ı Kevseyne çık­mış. Hem ehl-i semavat hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.” (S.586-589)



1698/1- İnşikak-ı Kamer, pek çok hadislerle de isbatlanmıştır. Ezcümle, Sahih-i Buhari 63. Kitab 36. bab ve 65. Kitabda 54.sure l. bab ve Sahih-i Müslim 50. Kitab 8. bab ve S.B.M. 9. cild. 1483. hadis, inşikak-ı Kamer hak­kındadır.

1699- qqİNTİKAL Ä_TB9~ : Bir yerden bir yere nakletmek. *Tebdil-i mekân etmek. Göçmek, geçmek. Sirayet, bulaşmak. *Bir şeyin miras olarak kalması. *Bir meseleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

“İntikalin başlıca üç nev’i vardır:

Birincisi: cüz’îden cüz’îye ferdden ferde intikaldir ki, buna temsil veya kıyas-ı fıkhî denilir.

İkincisi: cüz’îden küllîye, vahid-i ferdîden vahid-i nev’îye veya vahid-i nev’îden vahid-i cinsîye intikaldir ki, buna istikra tesmiye edilir. Kazaya-yı külliyenin ve kavaid-i fünunun ekserisi ve belki umumu bu tarik ile keşfedilegelmiştir. Bunda müşahede ve tecrübenin ehemmiyeti büyüktür.

Üçüncüsü; külliden cüz’îye, vahid-i cinsîden vahid-i nev’îye veya vahid-i nev’îden vahid-i ferdîye intikaldir ki, buna da mana-yı ehassiyle istintac veya kıyas-ı mantıkî veya sadece kıyas tabir olunur ki, bütün ulûmun tatbikat-ı fiiliyesi bununla yapılır. istikraların netaic-i ameliyesi bununla istihsal olunur. Ve turuk-u ilmiyenin en kuvvetlisi budur.Çünkü bunda bir taraftan te’sis, diğer taraftan te’kid vardır.

1700- Bütün ulûm-u fünunun ve her türlü mazhariyet-i beşeriyenin me­darı olan illiyet kanununu hüsn-ü idrak ve tatbik sayesinde akıl, bu âyetler­den bu tariklerle vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi ve rahmet-i şamilesini bizzarure anlar, keşfeder. Bu tariklerden birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki nevi seyri vardır. Bi­rincisi ağır, tedricî ve zamanî olan teemmülî seyridir ki, buna fikir tesmiye olunur. Diğeri de bir lahzada, bir hamlede matluba vasıl oluverecek derecede seri olan ani seyridir ki, buna da hads tesmiye edilir. Bu hads de iki kısımdır: Birisi; her birinde mevzuuna göre uzun müddet vaki olan tahsil, tecrübe ve mümareseden mütehassıl meleke-i itiyaddır ki, kesbîdir. Nazarî, amelî tahsil ve terbiye-i ilmiyye bu gayeye er­mek içindir. Buna akl-ı mesmu dahi denilir. Diğeri; doğrudan doğruya fıt­ratta merkuz ve sırf vehbi-i İlahî olan melekedir ki, buna da kuvve-i kudsiye veya akl-ı matbu veya garizî tesmiye olunur. Bunda esas itibariyle sa’y ü kes­bin hiç hükmü yoktur. Ve herkesin bu nevi hads ü akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmuun hiç hükmü olmaz. Bunun kabil-i tahdid olmayan bir çok meratibi vardır ki, bir zekâ-yı basitten ukul-u enbiya mertebelerine kadar gider.” (E.T. 566) (Bak.İbret, İstidlal)

1701- qqİRADE ˜…~‡É~ : İstek, arzu, Dilemek. Emir. Ferman. *Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.

İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birinin di­ğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade, yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar manasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerahet; ihtiyarın zıddı; icab ve ıztırardır. İrade, hakikatte daima ma’duma taalluk eder. Çünki bir emrin husul ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder. Cenab-ı Hak irade sı­fatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. (Bak: İhtiyar-ı Cüz’î)



Atıf notları:

-İrade-i ilahiyenin tecellisi, bak. 815.p.

-İrade-i İlahiyenin isbatı, bak: 1557.p.

qqİRFAN –_4h2 : (Bak: Maarif)

1702- qqİRŞAD …_-‡~ : Doğru yolu göstermek. Veli bir zatın, bir kim­senin hidayete ermesine vesile olması. *Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur’anî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle sırat-ı müsta­kim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve in­kişaf ettiren tahkikî ve yakinî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris et­mesi. (Bak: Mürşid, Rüşd, Tebliğ)

İki atıf notu:

-Fıtrî hisleri ibtal etmek değil, mecralandırmak, bak: 1344.p.

-Risale-i Nur, hidayet ve dalalet müvazeneleriyle, dalaletin dünyadaki elemlerini göster­mekle irşad eder, bak: 3102-3104.p.lar

1703- Bediüzzaman, eserlerinin muhtelif yerlerinde, irşadda gerekli bazı mühim hususlara dikkati çeker. Ezcümle” irşadın tam ve nafi olmasının bi­rinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise; hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve me’luf üslub ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim, yüksek hakaikı, müteşabihat denilen teşbihler, mi­saller istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştır­mıştır. Ve keza, tekemmül etmiyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi mes’elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karineler vaz’etmiştir.” (İ.İ. l12) (Bak. 3513.p.)

1704- “Kur’an mürşiddir, irşad umumi oluyor. Bunun için Kur’an’ın ifa­deleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatabların vaziyet­lerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-ı hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’anın herbir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslubun mizan ve mirsadiyle mütekellime bakan elbette dalalete dü­şer.” (M.N. 79) (Bak. 2119.p)

1705- İrşadda şiddetten ziyade ıslah yolu takib edilmelidir. Zira “fena adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama, fenasın fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku’ bulmuştur.

Sual: Neden?

Cevab: Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalıklar vardır ki; iyilik perdesi altında kal­dıkça ve perde yırtıl­madıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicab ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lakin vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık fena te­vessü’ eder.” (Mün.36)

İ.M. 53.kitab-üz zühd 8. babında, kötülüklerden (haya perdesini yırtma­dan) ikaz ve men etmek tavsiye edilir.



1706- Hem bu zamanda irşad delillere dayanmalıdır. Çünki “mazi derele­rinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şa’şaalandırmak veyahut haile veya kuvve-i belagatla hayele me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hare­ket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir.

Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile al­danma­yız.” (Mu: 31) (Bak.761,3065,3068.p.lar ve 3883.pda dip notu)



1707- “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasa­vet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:

Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi ten­zil ede­ceklerinden müvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belagatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muva­fık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski za­man köşele­rine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, ta isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, ta müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni’ olmalı, ta mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı Şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır: “ (İ.M.Ş. 80) (Bak: Tefsir)

1708- İrşadda lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha müessirdir: Kur’an te’dibkârane (61:2) «–Y­V«Q²S«# «ž _«8 «–Y­7Y­T«# «v¬7 ve emsali âyetlerle bu hakikata dikkati çeker. (2:44) âyeti de aynı hakikatı teyid eder.

“Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle iz­har etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete gi­recekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (H.Ş. 24) (Bak: Li­san-ı Hal)



1709- qqİRTİCA ƒ_D#‡~ : Geri dönmek, Ric’at etmek. Eski hayat tar­zına dönmek. (Bak: Mürteci)

“Menşeleri iki kanun-u esasiyeye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakiki irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok su-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.

......Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dö­nüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek isti­yor. Garazkârane ve anudane par­ticilik gibi bazı cereyanları aşılamağa baş­laması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur.

Bir taifeden; bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cere­yanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor.İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zir ü zeber ediyor.

Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz olu­yorlar. Bu kuvvetsizlikle zaiflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdi­lane hizmete muvaffak olunamadığından maddi ve manevi bir nevi rüşvet vermeğe mecbur olu­yorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için... O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esa­sîye karşı; ayn-ı adalet olan bu se­mavî ve kudsî (6:164) >«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ­‡¬i¬# «ž«— nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi te’min eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlike­den kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sa­yılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız ma­nevi günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil.

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtima­iye-i be­şeriye iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safi­lîn olan o vahşi irticaa düşecek.



1710- İşte Kur’an’ın bu gibi kudsi kanun-u esasîsine irtica namını veren bed­bahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şim­diki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaa­tin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyaseti­nin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” diye, bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını na­zara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler ma­sumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umu­mîde üçbin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz mil­yon biçare nev’-i be­şer aynı harbde mahvedildiği gibi, binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’anın yüzer kanun-u esasîsinden >«h²'­~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ­‡¬i¬# «ž«— (6:164) âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve itti­hadı ve uhuvveti te’min etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanu­nunu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’anın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir. (E.L.II.82)



1711- İslâm Şeriatı, gelişen beşerî ve içtimaî hayatın seviye ve iktizasına göre her türlü terakki ve tekemmülün ve en ileri medeniyetin üstadı olmuş ve olacaktır. Bu hakikat, 1927 senesinde Lahey’de toplanan Dünya Hukuk Kongresi’nde te’yid edilmiştir. (Bak: 1360/1.p.)

İslâmiyete irtica diye dil uzatan, ya koyu cehaletini ilan eder veya dine muhalif cereyanı hesabına din aleyhinde propaganda yapmış olur ki; hiçbir müslüman buna değer vermez ve aldanmaz. Hatta böyle propagandalar kar­şısında dinine daha sarılır ve ona hizmet eder.

Elhasıl, irtica geriye dönüş olduğuna ve geri devrede ise, biri Asr-ı Cahi­liye, di­ğeri Asr-ı Saadet olarak yalnız iki hayat şekli bulunduğuna göre, menfi ve müsbet iki irticadan söz edilebilir. Asrımızda asr-ı cahiliye hayatını yaşa­mak isteyenler, asr-ı cahiliye mürtecileri; diğer irtica ise: Asr-ı Saadet’teki en yüksek fazilete sahib olan sahabe hayatına uymak isteyenler demek olur.

Amma bazı cahil müslümanın hurafeli anlayış sahibi olanları varsa, o ir­tica de­ğil, cehaletli taassubdur. İslâm ise, cehaleti kabul etmiyor.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin