1784- Mantıkta istidlal: Doğru farz ve kabul edilen kaziyeler (hükümler) esas alınarak bir netice çıkarmayı temin eden aklî muhakemedir.
İstidlalin üç şekli vardır: l-Ta’lil (Fr.deduction: dedüksiyon) 2- İstikra (Fr. induction: endüksiyon) 3- Temsil (Fr. analogie: analoji)
1785- Ta’lil: Bir veya birkaç kaziye esas alınarak bunlara göre zaruri bir netice çıkarmaktır. Bir kaziyeden netice çıkarmaya örnek: “Madde yer kaplayan şeydir” kaziyesini doğru kabul eden kimse bu kaziyeden şu zaruri neticeyi çıkarır: “O halde yer kaplamıyan madde değildir.” Yahut: “O halde madde olmıyan yer kaplamaz.” İki kaziye esas alınarak yapılan ta’lile örnek: “Her mütegayyir hâdistir”, “Her hâdis olan halk edilmiştir” kaziyelerine doğru kabul eden kimse bunlardan şu zaruri neticeyi çıkarır: “Öyle ise her mütegayyir halkedilmiştir.”
1786- Ta’lilde doğru farz ve kabul edilen kaziyeye “mebde” (c. mebadi) denir. Ta’lildeki neticenin doğruluğu ve zarureti, mebde veya mebadiye bağlıdır. Bunlar doğru değilse, netice de doğru olmaz. Mebde veya mebadi, küllî hükümlerdir. Bunların doğruluğundan nasıl emin olunabilir? Bu mevzu, ilimde usul (metod) meselesine; felsefede “bilgi nazariyesi”ne girer. Mantık ise, mebdenin doğruluğu durumunda neticenin doğruluğu için uyulması icab eden kaideleri tesbit eder.
1787- Ta’lilin hususi bir hali “kıyas”tır.
Kıyas, İslâm mantıkçıları tarafından umumiyetle şöyle tarif edilegelmiştir: “Kıyas, kaziyelerden mürekkep bir delildir ki her ne vakit o kaziyeler teslim olunsa, ondan bizzat diğer bir kaziye lâzım gelir.”Bugünkü ifade ile kıyası şu şekilde tarif edebiliriz: Kıyas, doğru kabul edilen en az iki kaziye esas alınarak bunlara bağlı zaruri bir netice çıkarmaktır.
1788- Kıyaslar ihtiva ettikleri kaziyelerin sayısına göre iki kısma ayrılır: l-Kıyas iki mebde ve bir neticeden yani üç kaziyeden ibaretse, basit kıyas olur. 2-Mebdeler ikiden fazla olup, bunlara istinaden netice çıkıyorsa, yapılan kıyas “mürekkep kıyas”tır. Kıyasların ihtiva ettiği mebde kaziyeleri “kaziye-i hamliye” veya “kaziye-i şartiye” olabilir. Buna göre de basit kıyasın iki şekli ortaya çıkar: l- iki mebdei kaziye-i hamliyeden yapılmışsa “basit iktiranlı kıyas” olur.2-. kıyasın mebdei olan kaziyelerden en az biri veya ikisi şartlı kaziye ise yapılan kıyas “kıyas-ı istisnaî” olur.
Eski mantıkçılar mebdeleri kaziye-i hamliye (yüklemli kaziye) olan iktiranlı kıyas üzerinde çok durmuşlardır. Kaziye-i hamliye demek, bir mevzu ile ona dair bir sıfat (mahmul, yüklem) ile yapılan kaziye demektir. Meselâ “dünyü yuvarlaktır” yahut “dünya döner” gibi.
1789- Gelişigüzel iki kaziye mebde olarak alınıp basit bir kıyas yapılmaz. Basit iktiranlı bir kaziyede üç terim bulunur. Bu terimlere “hadd” denir. Haddler şümul derecesine ve mebde olan kaziyelerdeki yerine göre yani kaziyede mevzu veya mahmul oluşuna göre üç isim alır. Meselâ “fani” “insan” ve “Farabi” olmak üzere üç terim alalım ve bunları ikişer ikişer birleştirerek önce iki mebde teşkil edelim ve bunlardan bir netice çıkaralım. “Her insan fanidir.” “Farabi insandır”. Mebde olarak alınan bu iki kaziyeden şu zaruri netice çıkar: “O halde Farabi de fanidir.”
Neticeyi teşkil eden kaziyede mevzu olan terim “Farabi” “hadd-i asgar” (küçük terim), aynı kaziyenin mahmulü olan “fani” terimi “hadd-i ekber” (büyük terim) adını alır. ilk iki mebdekaziyede müşterek olan “insan” terimi de “hadd-i evsat” (orta terim) ismini alır. Dikkat edilirse büyük terim olan “fani” terimin şümulü (kaplamı) “insan” teriminin şümulünden daha geniştir ve bu sebeble “hadd-i ekber” olmuştur. Nitekim “fani” terimine insanlar dahil olduğu gibi başka varlıklar da dahildir.
1790- Kıyasta “hadd-i vasat” (Orta terim) mebde olarak alınan kaziyelerde bulunur, neticede bulunmaz. Bu bir kaidedir. Basit kıyaslar, orta terimin mebdedeki yerine göre dört şekil alır:
l- Orta terim ilk kaziyede mevzu, ikinci kaziyede mahmul durumunda ise kıyas “birinci şekil kıyas” olur. Misalimizde olduğu gibi (Her insan fanidir, Farabi insandır.)
2- Hadd-i vasat her iki kaziyede mahmul vazifesinde olabilir; bu takdirde kıyas, “ikinci şekil kıyas” olur. Bu kıyas şeklinde neticeler daima menfi çıkar. Misal: “Hiçbir hayvan akıllı değildir” V”Her insan akıllıdır” kaziyelerinden çıkan netice: “Hiçbir insan hayvan değildir” kaziyesidir. “Akıllı”, “hadd-i evsat” olup mebde olarak alınan iki kaziyede “mahmul” vazifesindedir.
3- İlk kaziyelerde mevzu müşterek alınabilir. Bu takdirde kıyas, “üçüncü şekil kıyas” olur. Misal: “Her mü’min Allah’ı sever.” “Bazı mü’minler zengindir.” Mebde olarak alınan bu iki kaziyeden çıkan netice: “Bazı zenginler Allah’ı sever.”
4- Mebde olarak alınan iki kaziyenin müşterek terimi birinci kaziyede mahmul, ikinci kaziyede mevzu vazifesinde ise, kıyas “dördüncü şekil kıyas” olur Misal: “Hiçbir faizci haramdan kaçmaz.” Bazı faizciler zengindir.” Bu iki kaziyeden çıkan netice: “Bazı zenginler haramdan kaçmaz.
1791- Basit kıyasların kaziyeleri küllî, cüz’î, müsbet veya menfi olabilir. Bir kaziyenin başında “her, bütün hiçbir” sözleri bulunuyorsa veya kaziye zımnen bu manayı taşıyorsa “kaziye-i külliye” (küllî kaziye) olur. Kaziyeninbaşında “bazı, enaz, biri, bir kısım” gibi sözler bulunuyorsa kaziye “kaziye-i cüz’iye” olur. Kaziyenin mevzuu tek varlığı gösteriyorsa”kaziye-i hususiye” veya “kaziye-i şahsiye” adını alır. Kaziyenin mahmulü “değil” eki almışsa veya bu manaya gelen bir biçimde ise kaziye “menfi” olur. “Domuz eti yenmez” “Domuz eti helal değildir” gibi. Dikkat edilirse kaziyenin müsbet veya menfiiliği daha çok şekle tabidir. Aynı bir mana müsbet bir kaziye ile ifade edilebilir: “Domuz eti haramdır.” Kaziyenin mahmulünde tasdik ifade eden şekilde bir terim bulunuyorsa kaziye “müsbet” olur. Burada aslolan şekildir, mana değildir. Misal: “Farabi yaşamıyor” menfi bir kaziyedir.”Farabi ölmüştür” müsbet bir kaziyedir.
1792- Mebde olarak alınan kaziyelerden biri veya ikisi şartlı kaziye ise, kıyasın “istisnaî kıyas” olduğu söylemiştik. Bu çeşit kıyasta netice kaziyesi şeklen mebdede varsa, kıyas “istisna-i müstakim” adını alır. Eğer netice, mebdenin nakizi ise kıyas “istisna-i gayr-ı müstakim” adını alır. Misaller: “Allah’ı seviyorsanız resulüne tabi olursunuz.” “Allah’ı seviyorsunuz.”Bundan netice çıkıyor ki “Resulüne tabisiniz.” Bu bir istisna-i müstakim kıyastır. “Allah’ı seviyorsanız resulüne tabi olursunuz.” “Resulüne tabi değilsiniz.” Bundan netice çıkıyor ki, “Allah’ı sevmiyorsunuz.” Bu, “istisna-i gayr-ı müstakim” kıyastır.
1793- İstidlalin ikinci şeklinin “istikra” olduğunu söylemiştik. İstikra, cüz’î kaziyeleri esas alarak küllî bir netice çıkarmaktır. Bu netice zaruri değildir. Çünki küllî netice, mebde olarak alınan cüz’î hükümlere de olur. Eğer sadece mebdede zikredilen cüzi hükümlere şamil olsaydı, istikra zaruri olurdu; fakat bu durumda söz bir tekrardan başka bir şey olmazdı.
Bunu izah için ilk örneğe dönelim. “Her insan fanidir” kaziyesini ele alalım. Bu küllî kaziyenin doğruluğunun delili nedir? Bu kaziye, bir kıyasın zaruri neticesi midir? Şimdi bunu inceleyelim. Biz ölen insanları müşahede ediyoruz. Müşahedemiz münferid ve cüz’îdir. Ali öldü, Veli öldü, diyoruz. Bu cüz’î kaziyelerin sayısını çoğaltabiliriz. Fakat bunların yekûnü “bütün insanlar” değildir. Geçmiş ve gelecek bütün insanları müşahede etmiş değiliz. Buna rağmen cüz’î müşahedelerimizi ifade eden cüz’î hükümleri esas alarak küllî bir netice çıkarıyoruz:”Bütün insanlar fanidir” diyoruz Bu küllî hüküm, mebde olarak aldığımız cüz’î hükümleri aşmaktadır. Şu halde bu hüküm, mebde olan cüz’î hükümlere göre zaruri bir netice değildir. Ancak muhtemel bir neticedir. İşte bunun gibi “tecrübe ve müşahedeye dayanarak elde edilen cüz’î kaziyeleri küllî bir kaziye altında toplayıcı umumi bir netice çıkarmaya “istikraî istidlal” denir. Hâdisat âlemine ait küllî kaziyeler, bu çeşit istidlalin neticesidir. Tecrübe ve müşahedeye istinad eden maddi ilimler, netice istihsalinde bu metodu kullanır. İstikra, hâdiselerin sebebini bulmaya yarıyan bir istidlaldir. Netice, mebde olarak alınan cüz’î kaziyelerden zaruri olarak çıkmamasına rağmen kat’i imiş gibi kabul edilmesinin sebebi, “determinizm” denilen bir küllî kaidenin kabul edilmesidir. Kâinatta bir nizam vardır. Bu nizamda”şartlar aynı olunca aynı sebeblerden aynı neticeler meydana gelir.” Yani şimdiye kadar böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktır, demektir. Fakat hâdiselerin değişmez nizamda aynen devamını kim garanti edebilir? Allah’ın iradesinden başka hiçbir kuvvet bunu temin edemez. Şu halde inançsız bir kimse, gelecekten emin olamaz ve şüpheci olmaya mahkûmdur.
1794- İstikraî istidlal olmadan ta’lil ve kıyas da olamaz. Çünkü kıyasta delil olarak alınan mebadi yani esas kaziyeler ya bir tarif veya bir kabul yahut istikraî istidlal neticesi varılan bir kaziye yani küllî bir hükümdür. Kıyasın doğruluğu, bunların doğruluğuna tabidir. Şu halde kıyas yeni bir hakikat getirmez, bilinen hakikata vuzuh kazandırır. İşte modern ilmin klasik mantığa itirazı budur. Modern ilmin tekâmülü, istikra metodlarının inkişafına bağlıdır. Orta çağda maddi ilimlerin gelişmemesinin bir sebebi de budur” (Bak: Mantık) (B.Sami Sağbaş, Felsefe öğretmeni) (İman sahasında istidlalin vazifesi, bak: ll15.p.)
1795- qqİSTİDRAC ‚~‡fB,~ : (Derece. den) Kur’anda bu kelimenin geçtiği bir âyette şöyle buyuruluyor: “«–YW«V²Q«< « b²[«& ²w¬8 ²vZ%¬‡²f«B²K«X«, (7:182) O mükezziblere bilmiyecekleri bir cihetten istidrac yaparız.
-İstidrac, aslında derece derece çıkarmak veya indirmek demek olup bundan bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar tedricen götürüp haberi olmıyarak felakete atmak ma’nasında mütearef olmuştur ki, o kimse onu menafiine muvafık bir terakki zanneder; hakikatte ise, o onun için uçuruma sürüklenmek olur. Allah Teala’nın istidrac yapması da alettevali bir kimseye, hakkında hayırlı olmıyan ni’metler verip, onun da bunu lütuf ve tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zahib olarak gurur ile tuğyanını artırması ve nihayet bütün bir inkisar-ı hayal ile en acı ve en feci’ bir surette kelime-i azabın tahakkuk edivermesidir ki, bu en şedid bir azab olur. Zahiren lütuf, batınen bir kahrolmak i’tibariyle buna bir keyd tesmiye buyurulmuştur.” (E.T. 2342) (68:44 âyeti de istidrac hakkındadır.) (Deccal ve Süfyan’da istidrac, bak: 651,1725.p.lar) (6:123, âyeti de istidracla alâkadardır.)
1796- Ehadiste de istidracdan bahsedilir. Meselâ:
°v[¬T8 «Y;«— Ç`¬E< _«8 _«[²9Çf7~ «w¬8 «f²A«Q²7~|¬O²Q< |«7_«Q«# «yÁV7~ «a²<«~«‡«~ Å–¬~
y«7 °‚~«‡²f¬B²,¬~ «t¬7«† _«WÅ9¬_«4 ¬y[¬._«Q«8 |«V«2
“Yani: “Bir kul, günahları işlemekte devam ettiği halde, dünya varlığından sevdiği şeyleri ona Cenab-ı Hakk’ın vermekte olduğunu görünce bil ki, bu şüphesiz Allah Teala tarafından o kul için bir istidracdır. Yani o kulun tedricen felakete kavuşacağına bir alâmettir.” (174)
1797- İstidrac, bazı menfi ve aldatıcı dünyevî liderlerde olabileceği gibi, maneviyat sahasında dahi yalnız şahsiyet ve enaniyetini kendine gaye edinen şahıslarda da olabilir.
1798- “Keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.” (M.32)
“Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hami ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lakin bazan Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evla ve eslemi de bu kısımdır.
İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiileri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki ¯v²V¬2|«V«2yB[¬#—~ _«WÅ9¬~ (28:78) okumaya başlar. Lakin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlada fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fenafillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan batınlarının nuraniyeti, müraîlerin zülumatıyla iltibas olmaz.” (M.N. 227)
Mezkûr ölçüleri nazara alan müslüman, zahirde görünen her muvaffakiyete bel bağlamaz. Çünkü Allah kulunu zorluklarla olduğu gibi, çeşitli muvaffakiyetlerle de imtihan eder. (Bak.İmtihan)
1799- qqİSTİĞFAR ‡_SRB,~ : (Gufran.dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak’tan kusurlarının afvedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. “Estağfirullah” demek. (Bak: Tevbe) (Kusurunu gören istiğfar eder, bak: 128, 1059.p.lar)
“Tevbe, nedamet manası bulunmayan ve günahına pişman olmaksızın sadece onun afv u mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar; sade bir duadır, makbul olmamak gerektir. Çünki hem günaha pişmanlık duymamak hemde onun mağfiretini istemek Allah’a karşı su-i edebdir.
...Alusi der ki: Abid her ne kadar bezl-i mechud etse de Ma’bud’un celaline lâyık olanı gereği gibi ifada kusurdan halî olmayacağına işaret için bir çok taatlardan sonra istiğfar da meşru kılınmıştır.” (E.T. 6247)
1800- Seyyid-ül istiğfar:
«¾f²A«2_«9«~«— |¬X«B²T«V«' «a²9«~ Ŭ~ «y«7¬~ «|¬±"«‡ «a²9«~ ÅvZ±V7«~ ÄYT«# ²–«~¬‡_«S²R¬B²,¬²~ f¬±[«,
t«7 š~Y"«~ a²Q«X«. _«8 ¬±h«- ²w¬8 «t¬" †Y2«~ a²Q«O«B²,~_«8 «¾¬f²2«—«— «¾¬f²Z«2|«V«2 _«9«~«—
¬«a²9«~ Ŭ~ «Y9Çg7~ h¬S²R«< « yÅ9¬_«4 |¬7²h¬S²3_«4 |¬A²9«g¬" šY"«~«— Å|«V«2 «t¬B«W²Q¬X¬"
“Meal-i icmalîsi: Şeddad bin Evs Radıyallahü Anh’dan rivayete göre Nebi Sallallahü Aleyhi Vesselem şöyle buyurmuştur: Seyyid-ül istiğfar Allahü Teala’dan şu yolda mağfiret dilemektir: Allahım! Sen Rabbimsin, ibadete lâyık hiç ilah yoktur, yalnız sen varsın, beni sen yarattın, şüphesiz senin kulunum ve gücüm yettiği kadar ezelde sana verdiğim ahd ü vaad üzere sabitim.İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini Zat-ı Uluhiyetine itiraf ederim. Günahlarımı da itiraf ederim. Binaenaleyh günahımı sen afvet! Çünki günah afvetmek, kimsenin haddi değildir, ancak sen bağışlarsın.” (175) (Buhari kitab 80, bab 16) (Efdal-ül istiğfar: Buhari 80/2)
1801- İstiğfar kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Günaha karşı istiğfara teşvik eden âyetler: (3:135) (4:64,106,110) (8:33) (ll:3,52,61,90) (40:55) (51:18) (110:3)
-Münafıklar için ne kadar istiğfar edilse de (nifaktan dönmedikçe) faide vermez: (9:80)
-Akraba da olsalar haklarında istiğfar edilmeyecek olan kimseler: (9:l13) (63:6)
-İbrahim (A.S.)’ın babası için mağfiret dilemesi: (19:47) (60:4) (Bak: 1469.p.)
-Meleklerin, ehl-i iman için mağfiret duaları: (40:7) ‘42: 5)
İstiğfar hakkında hayli ehadis-i şerife vardır. Ezcümle: Sahih-i Buhari, 80. Kitab-üd Daavat, 2 ve 16. babları ve İbn-i Mace, 33. Kitab-ül Edeb, 57.babı istiğfar hakkındadır.
1802- qqİSTİĞNA |XRB,~ : Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek.
İstiğna kelimesinin dinî bir tabir olarak taşıdığı mana çok mühimdir. Hele asrımızda şahsî menfaat düşkünlüğü şiddetlendiği için, dine hizmet edenlerin insanlardan hiçbir maddi menfaat veya teveccüh beklememek olan istiğna düsturuna hassasiyetle riayet etmeleri gerekiyor. Para ve mal gibi maddi menfaatlarden çekinmekten başka; insanların teveccühü, beğenip övmeleri ve şöhret sahibi olmak gibi istekleri de bırakmak ve teveccüh-ü nasdan istiğna etmek hatta meşru ve uhrevî menfaatleri dahi gaye yapmamak, azamî ihlas için lâzımdır.
1803- İstiğna düsturu üzerinde çok hassasiyetle duran Bediüzzaman Hazretleri, kendisine gönderilen hediyeyi almamasının hikmetleri hakkında şu izahatı veriyor:
“Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’i bir istiğna değil, belki dört-beş ciddi esbaba istinad eder.
Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi, vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar.
“İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.
1804- İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, hakkı neşredenler ¬yÁV7~ |«V«2 Ŭ~ «>¬h²%«~ ²–¬~ ¬yÁV7~|«V«2 Ŭ~ «>¬h²%«~ ²–¬~ (10:72) diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yasin’de (36:21)
«–—f«B²Z8 ²v;«—~®h²%«~ ²vUV«¶[²K«< « ²w«8~YQ¬AÅ#¬~ cümlesi, mes’elemiz hakkında çok manidardır. (Nasdan gelen maddi ve manevi ücretten istiğna, bak: 1510.p.)
1805- Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip, o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal’e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakıye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
1806- Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’i kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me’zun değilim. Bazıları bana dokunuyor belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu’ ve temellukten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nahoş geliyor.
1807- Altıncısı ve istiğna sebebinin en mühimmi: Mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şey, salih olmazsan kabul etmek haramdır.”
İşte, şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi salih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer haşa! Ben kendimi salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salahatın ademine delildir.Eğer kemdimi salih bilmezsem o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin baki meyvelerini dünyada fani bir surette yemek demektir.” (M.13)
1808- Hem yine Bediüzzaman bir talebesine yazdığı gayet manidar bir mektubunda şöyle diyor:
“Çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim sebeb, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlası zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Mühim bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım:
1809- Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim. Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?”
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatın için, menfaatımı terkediyorum. Çünki dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise.. sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. işte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum.Sen madem fedakârsın... bende o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.” (B.L. 122)
1810- “Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sâdıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddi menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir. Hem (2:41) ®Ÿ[¬V«5 _«X«W«$ |¬#_«<³_¬" ~—h«B²L«# ««— âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddi menfaatı arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaatı başkasına kaptırmamak için, hakiki bir kardeşine ve o hususi hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlas zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. ehl-i hakikat nazarında sakil bir vaziyet alır. Ve maddi menfaati de kaybeder.” (L. 164)
1811- Hem “sahabelerin sena-i Kur’aniyeye mazhar olan “isar” hasletini kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek; ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek, nasdan minnet almıyarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin.Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek;
(59:9) °}«._«M«' ²v¬Z¬" «–_«6 ²Y«7«— ²v¬Z¬KS²9«~ |«V«2 «–—h¬$ÌY<«— sırrına mazhariyetle, bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (L. 150)
1812- “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almağa gitmediğinin ve zekâti dahi bilerek almadığnın bir hikmeti, şimdi kat’i kanaatımla şudur ki; Ahir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlas kırılmasın. Ve bundan bir işaret-i manevi hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişat derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.” (E.L.II 74) (Bak: 1880.p.)
1812/1- Hediye ve yardımların kabulü veya adem-i kabulü hakkında ülema-i İslâm geniş izahatta bulunmuşlardır. Ezcümle: S.B.M. 734 no.lu hadisinde (Ansiklopedi’nin 1810, 181l. p.larında beyan edildiği gibi) istemeden ve nefsin meyli de bulunmadan gelen bir malın alınabileceği cevazı verilirken, isteme ve temayül gösterme ise yasaklanır. S.M. 12. kita.-üz zekat 37.babı, aynı meseleye dairdir. Temel hadis kitabları, aynı mevzuyu ekseriya zekat bahsinin bazı bablarında kaydederler. Mezkûr Buhari hadisinin Umdet-ül Kari’den nakledilen uzun izahatında özetle şunlar kaydediliyor:
Verilen malın helal olması şarttır. Haram maldan verilen şeyin alınması haramdır. Şüpheli mal sahiplerinin hediyeleri hakkında farklı reyler beyan edilmiş ise de, azimet ve takva tarafının tercih edilmesi evla görülmüştür. Zamanımızda şüpheli ve menfi kazanç yollarının istila etmiş olduğu da herhalde dikkate alınması gereken mühim bir husustur. (Bak. 3041, 3042, 3043.p.lar)
Dostları ilə paylaş: |