K
1884- qqKA’BE yAQ6 : (Kâbe) Dünyada en kudsi ma’bet. Beytullah, Beyt-ül Ma’mur (52:4), Beyt-ül Atik (Bak: Beyt-i Atik) gibi isimleri de vardır. Bütün mü’minlerin ibadet esnasında yöneldikleri merkez, Yani kıblegâh. (Kur’an 2:142 ilâ 145 ve 149,150)
Dört köşe olduğu içni Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram (Bak: Mescid-i Haram) ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm’ın Kâbe’yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kabe’nin ilk inşası Hz.Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malum olan ise; Sahih-i Buhari Tercemesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus Âyet-i Kerime ile de sabittir. (Bak: Ashab-ı Fil, Ebabil)
Beyt-ül Muazzam’ın Âmir-i İnşası: Allah-ü Zülcelil; Mübelliği ve mühendisi: Cibril; İlk Banisi: ibrahim Halil, Muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder diye Sahih-i Buhari tercemesinde Hâfız İbn-ü Kesir’den nakledilmiştir.
Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip, ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimizdir. (Bak: Beyt-ül Haram, Hacc)
Bir atıf notu:
-Kâbe’nin ilk inşası, bak: 3564 ve 1469.p.da l.âyet notu.
Bir âyette şöyle buyurulur:
“¬‰_ÅXV¬7 _®8_«[¬5 «•~«h«E²7~ «a²[«A²7~ «}«A²Q«U²7~ yÁV7~ «u«Q«% (5:97) Allah, Beyt-i Haram olan -gayet muhterem ve her vecihle hürmeti vacib bulunan-Kâb’eyi, nasın mabih-il kıyamı kıldı. -Halk, bununla tutunur, kalkınır; din ve dünyaları bununla kaimdir. Maaş ve meadlarında sebeb-i intiaşlarıdır, korkanlar buraya iltica eder, zuafa burada emniyet bulur. Huccac ve zâhirîn buraya gelir. Namaz kılar buraya teveccüh eder. (2:148)
_®Q[¬W«% yÁV7~ vU¬" |¬#²_«< ~Y9YU«# _«8 «w²<«~ sırrı bununla zahir olur.” (E.T.1817)
Hem “muhtelif cihetlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan dolayı aranızda vahdet-i ictimaiye yoktur sanmayınız. Zira (2:148)
_®Q[¬W«% yÁV7~ vU¬" |¬#²_«< ~Y9YU«# _«8 «w²<«~ her nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir. Bir kıbleye teveccühünüz sayesinde ihtilaf-ı cihata rağmen hepiniz cemaat-ı vahide olur ve hepiniz Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi muntazam bir hey’et-i ictimaiye halini iktisab edersiniz ve ecrinizi o suretle alırsınız.” (E.T. 534)
1885- İlk mescid olan Kâbe’nin mübarekiyeti ve emniyet merkezi olması (3:96,97 ve 5:97) âyetlerinde beyan edilir. (Bak: 1768.p.da bir âyet notu) Sahih-i Buhari tercemesinde Hz. İbrahim, İsmail, Hacer zemzem kıssası olan 1381. hadisin sonu ve 1382. hadis, Kâbe’nin ilk inşasını bildirir ve 6. cildde 17. sahifeden 67. sahifeye kadar ve İbn-i Mace 4. Kitab-ül Mesacid 7. bab’da, Kâbe’nin inşası ve sair hususiyetleri hakkında geniş tafsilat verilir. Âhirzamanda mütecaviz düşmanların Kâbe’yi tahrib etmek için tecavüz edecekleri, rivayetlerde haber veriliyor. Ezcümle, Sahih-i Buhari 25. Kitab 49. bab ve 34. kitab.49 bab; Sahih-i Müslim 52. kitab 2. babı ve 18. babın 57,58 ,59 hadisleri ile diğer hadis kitablarında bu husus beyan edilir.
Atıf notları:
-Kâbe’nin bir amud-u nurani şeklinde Arş’a doğru temessülüne işaret-i hadisiye, bak: 438/2.p.
-Namazda Kâbe’yi hayalen nazara almak,bak:436.p.
1886- qqKABİLİYET }[V"_5 : Dıştan gelen te’sirleri alabilme gücü. *İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete malik olmak, olabilirlilik. (Bak: İstidad)
1887- qqKABR hA5) : (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i Berzah, Mevt)
“Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir. Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyâretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmet”, Tevrat’ta, “Ahyed” Kur’anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (M.N. 129) diyen ve kabrin zahiren korkunç görünen fakat hakikatta gayet güzel olan cihetini gösteren Bediüzzaman Hazretleri, kabre girenlerin de üç sınıf olduğunu şöyle beyan ediyor:
1888- Madem”kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda “üç yol”dan başka yol yok.
Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
İkinci yol:Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı ebedî kapısı. Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihidir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes’ele karşısında biçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bakîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendihakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.” (S.142)
1889- Buhari tercemesinde, kabir suali ve azabı hakkında 685 numaralı rivayete uzun bir tafsilat verilmiştir. Biz burada bu uzun tafsilatı kısmen aşağıya alıyoruz. Uhrevi hayata ait böyle rivayetlerin bildirdikleri ahvalin hakiki keyfiyetleri, bazı ehl-i keşif müstesna, bu dünyada bilinmez... fakat, ibret alınabilir ve alınmalıdır. Buhari’nin naklettiği hadis- şerif meali şöyledir:
“Enes İbn-i Malik’ten Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
(Mü’min) kul, kabrine konulup onun ashab ve yâranı geri dönüp gittiklerinde-ki meyyit, bunlar yürürken ayaklarının sesini bile muhakkak işitir-ona (Münker ve Nekir adlı) iki melek (Bak:2332.p.) gelir. Bunlar meyyiti oturturlar. Ve ona:
-Ha! Şu Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) denilen kimse hakkında (ki kanaatın nedir?) ne dersin? diye sorarlar. O mü’minde:
-Samimi bildiğim ve size de bildirmek istediğim şudur ki; Muhammed (Sallallahü Aleyhi Vessellem) Allah’ın kulu ve Allah’ın Resulüdür, diye cevab verir. Bunun üzerine melekler tarafından:
-Ey mü’min! Cehennem’deki yerine bak, Allah Teala bu azab yerini senin için Cennet’ten (yüce) bir makama tebdil eyledi, denilir. Nebi (Sallallahü Aleyhi Vesellem): “O mü’min, Cehennem ve Cennet’teki iki makamını birden görür” buyurmuştur. Fakat kâfir yahud münafık olan meyyit (meleklerin bu sualine karşı):
-Muhammed hakkında birşey bilmiyorum. Halkın Ona (Peygamber) dedikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup söylerdim, diye cevab verir. Bu iki melek tarafından bu kâfir veya münafığa:
-Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın! denilir. Sonra bu kâfir veya münafığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yeyince kâfir veya münafık şiddetli sayha ile bir bağırır ki, bu feryadı ins ve cinden başka bu ölüye yakın olan herşey işitir.
1890- Bu hadisi Müslim ve Sünen-i Erbaa sahiblerinin dördü de tahriç eylemişlerdir. Bunlardan başka Hâkim, Taberanî, İbni Hibban gibi ehl-i rivayet de eserlerinde rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerdeki metinler mufassal ve muhtasar olmak üzere birbirlerinden farklıdır:
Müslim Sahih’in de Katade’den şu ziyadeyi rivayet etmiştir: Mü’min olan meyyit, Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve resulü, dedikten sonra Katade: “O mü’minin kabri yetmiş zira’ genişlenir. Ve burası yeşilliklerle tarh ve tanzim edilip insanların ba’s olundukları zamana kadar zümrüdîn bir mesire halinde devam eder.” diye bize haber verildi, diyor.
1891- Tirmizî’nin Ebu Hüreyre (Radıyallahü Anh) dan rivayetinde şu ziyadeler vardır: Meyyit kabre konulunca yanına iki gök siyah renkli melek gelir. Bunun birine Münker, öbürüne Nekir denilir.
Meyyite gelen bu iki meleğin ismi Buharî’nin rivayetinde zikredilmediği halde bunlara Münker ve Nekir denildiğini Tirmizî’nin Ebu Hüreyre’den bir rivayetinden öğrendik. Bu iki kelimenin medlûl-ü aslîsi birdir. Ve gayr-ı ma’ruf demek olup bunların hilkati insanların, meleklerin, hayvanat ve sair behaimin hilkatlerine benzemeyip ma’ruf ve ma’lum olmıyan bir şekl-i garibde yaratılmış olduklarından kendilerine bu iki isim verilmiştir. Böyle gayr-ı me’nus bir şekl-i bedi’de iki melek vasıtasıyla mü’min kişiye bu suallerin iradı ve âhiret makarrının irae edilmesi, mü’minin kalbinde uhrevî hal ve vaziyetine dair emniyet bahşetmek ve kâfirle münafığın gönlüne de yarının azabına nasıl kesb-i istihkak ettiklerini şu berzahî hayatta gösterilerek azab ve ıztırab uyandırmak maksadına mebnidir. Bu iki meleğe “Fettan-ül kabr= Kabir sorgucusu ve imtihancısı” da denilir.Bunların hilkatlerinde suubet ve suallerinde şiddet ve gılzat bulunduğu için kabrin fitneci bir imtihancısı denilmiştir.
Bu hadis-i şeriften müstefad olan hükümler arasında en mühimmi, kabir azabının sübutudur ki, ehl-i sünnet ve cemaat mezhebidir. İslâmî hükümler arasında azab-ı kabr keyfiyeti, Kitab ve Sünnetteki delailin kesretiyle mümtaz olan mesail cümlesindendir.
1892- Kur’anda (40:46) _È[¬L«2«— ~È—f3 _«Z²[«V«2 «–Y/«h²Q< ‡_Å9«~ âl-i Fir’avun sabah ve akşam Cehennem’deki ateşten duraklarına arzolunurlar, buyurulmuştur. Âl-i Fir’avuna sabah ve akşam Cehennem’deki karargâhların gösterilmesi keyfiyeti, ehl-i küfür ve ma’siyyetin öldükten sonra kıyamet gününe kadar azab olunacakları hususunda gayetle sarihtir. Kurtubî: Bu azaba arzolunmak keyfiyetinin berzahda vuku’bulacağı hususunda cumhur-u ülemanın ittifakı vardır diyor... İbn-i Mes’ud (Radıyallahü Anh)dan: “Âl-i Fir’avuna ve küffardan Fir’avunîler ayarında olanlara sabah ve akşam Cehennem’deki durakları gösterilecek, işte müstakbel eviniz burasıdır diye azab olunacakları rivayet edilmiştir.
Kabir azabına delalet eden sahih hadisler ve mütevatir haberler ise pek çoktur. Bazıları şunlardır:
1893- Müslim’in rivayet ettiği uzun bir hadis-i şerifte:
¬h²A«T²7~ ¬~«g«2 ²w¬¬8 ¬yÁV7_¬" ~—†ÅY«Q«# Kabir azabından Allah’a sığınınız, buyurulmuştur.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kabrin yanından geçerken, o kabir sahibleri hakkında: ¬–_«"¬±g«Q[«7 _«WZÅ9¬~ Bu zavallılar azab olunuyorlar, buyurmuştur.
Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kere kabir halinden ve kabir sualinden bahsetmişti. Ömer İbn-i Hattab, kabirde hayatın mahiyetini iyice anlamak için: ¬yÁV7~ «ÄY,«‡ _«< _«X7YT2 Ç…«h<«~ Aklımız başımıza iade olunacak mı? diye sordu. Resul Aleyhisselâm da: «•²Y«[²7~ vU¬B«¶[²[«Z«6 ²v«Q«9 Evet, bugünkü hey’etinizde akıl ve şuurunuz iade olunacaktır, buyurmuştur. “ (S.B.M:ci:4, sh: 634-644)
Bir hadis-i şerifte de: «¬±g2 ¬y¬" ²w¬8ÌY< ²v«7 ²w«W«4 Ês«& ¬h²A«T²7~ ~«g«2 Yani: “Kabir azabı sabittir, vakidir. Artık buna inanmayan muazzeb olacaktır.” buyurulur. (180)
1893/1- Bediüzzaman Hazretleri kabirazabı hakkında şu izahı veriyor:
“Eğer denilse: Bir insan yakılsa ve külleri havaya savrulsa, onun için kabir hayatı nasıl düşünülebilir?
Denilir: Beden (vücud), ehl-i sünnete göre, hayat için şart değildir. Ruh’un taalluku için birkaç zerrenin varlığı yeterlidir.
Eğer denilse: Cenazenin üzerine bir yumurta konulduğu halde, günler geçmesine rağmen en ufak bir hareket hissedilmiyor. Buna göre kabir azabı ve kabir hayatı nasıl düşünülebilir.
Sana denilir ki: İlahiyatçı muhakkiklere göre vücudu kat’i olan âlem-i misalin mevkii ve yeri konusunda delil getirilmiştir. Âlem-i misalin hassası, manaların şekillenmesi, a’razın cevhere ve mütegayyir olan eşya ve hâdisatın sabit bir şekle tahvilidir. Âlem-i şehadetten, âlem-i misale bakan gözler rü’ya-yı sadıka, keşf-üs sadık ve şeffaf cisimlerdir. Bütün bunlar onun varlığını bildirirler. Sonra berzah âlemi, onun timsali olan misal âleminin hakikatını isbat eder. Bu âlemin gölgesi, rü’ya âlemidir. Bunun gölgesi ise hayal âlemi ve ayna gibi şeffaf cisimlerdir.
Eğer bunu anladınsa, şimdi senin yanında uyuyan bir şahsı düşün ve ondan rüya âlemine bak. O görünüşte sakin ve hareketsiz bir şekilde yatmakla beraber, rüya âleminde savaşır ve döğüşür, yara alır veya onu yılan zehirler. Şimdi düşün; senin için mümkün olsa da, rüyasına girsen ve ona şöyle desen: “Yahu! âcizlik gösterme ve sinirlenme. Bütün bunlar hakikat değildir.” Ve onu inandırmak için bin yemin etsen, o sana şöyle cevab verecek:”Görmüyor musun işte bana acı veren elemim ve yaram. Onun elindeki kılıncı ve bana hücum eden yılanı görmez misin?”
Çünki omuz acısının manası veya nezlenin manası, yaralayan bir kılınç şeklinde tecessüm edip, şekillenmiştir. Zira elem bakımından netice itibariyle ikisi de birdir. Veya onun kalbini üzüntüye boğan hıyanetin manası, yılan şeklinde tasavvur edilmiştir. Zira ikisinin de sonuç itibariyle elemi birdir.
Yahu! Sen bu âlem-i misalin gölgesi olan rüyada görüp te kabul ettiğin halde, bizden çok uzak ve hakikaten onun derecelerini isbat eden berzah âlemini niçin tasdik etmezsin.” (Risale-i Nur’dan Arabî İşarat-ül İ’caz, sh: 231’den tercemedir.)
Bir atıf notu:
-Bediüzzaman Hz.lerinin kabrinin gizli kalması için vasiyeti, bak: 3263.p.
S.M.5. kitab-ül mesacid 24. bab ve 10.kitab-ül küsuf 2. bab kabir azabı ve ondan istiaze etmek hakkındadır. Aynı eserin 905. hadisi de, Mesih-Deccal imtihanına benzer kabir imtihanını haber verir.
1894- qqKABUL-Ü ADEM •f2 ¬ÄYA5 : Bir şeyin yokluğunu, ilim ve fikir yoluyla isbatlayarak iddia etmek. *İman eseslarına ait olan müsbet hükümleri ilmen nakzederek imanın zıddını yani inkârcı fikirleri kabul etmek ki, hakikatta mümkün değildir. Çünki iman mevzuunda-müsbet veya menfi- yapılacak isbat, âlem-i şahedetten yani maddi âlemden gayb âlemine ait olacağından ancak istidlal yoluyla yapılacaktır. Yani eserden müessire intikal edilecektir. Halbuki ademin eseri olmaz ki onunla ademe istidlal edilsin. O halde inkârın isbatı mümkün değildir. (Bak: Adem-i Kabul ve 1730.p.sonu ve 2379.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Kabul-ü adem tarzıyla inkâr isbat edilmez, bak: 1563.p.
1895- qqKADER ‡f5 : Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sair geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlahî. (Bak: Ecel, ihtiyar-ı Cüz’î, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz, Mukadderat,)
Bir atıf notu:
-İlm-i ezelîde vücud-u ilmîye mazhar olanlar muhakkak vücuda gelir, bak: 319.p.sonu
Kader kelimesi (kadr) kökündendir. Kadr kökü ise, ayarlamak, kıymetini bilmek, daraltmak, gücü yetmek, ölçülü ve maksada uygun muayyen şekil vermek ve muayyenlik gibi manalara gelir. Kadir: kudretli; makdur: kaderlenmiş; takdir: bir şeye kaderini ve lâyık olduğu hüküm ve hususiyetlerini vermek; mikdar: muayyen kısım veya şekil manalarındaki bu kelimeler de aynı köktendir.
Kâinattaki maddi veya manevi herşey, bütün hususiyetleriyle Allah tarafından takdir, ta’yin ve tanzim edilmiştir ve edilir. Kâinata hâkim olan kaderi kabul etmemek; herşeyde görünen intizam, mizan, muayyen şekil ve tertibleri, tesadüfe veya şuursuz ve mevhum tabiata isnad etmek gibi akla ve ilme aykırı bir anlayışa hak vermek demektir ki, akıl, mantık ve ilim bunu reddettiğini eserlerinin muhtelif yerlerinde izah eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
1896- “Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse... binler müşkilat değil, belki yüz muhalât ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.” (L.193)
1897- “Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iye o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imaniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını (6.59) ¯w[¬A8 ¯_«B«6 |¬4 Ŭ~ ¯j¬"_«< ««— ¯`²0«‡ ««— gibi pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı Kebirin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgahından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik ona tevdi edilmiştir ki, kudret o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vakıatı ile çekirdeğin deyazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zihayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak, ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddi bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevi ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler; onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevinin ve o mikdarın emr-i manevisiyle zerreler hareket ederler.
Madem maddi ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir.” (S. 468)
1898- Not: Yukarıda bahsi geçen “Kader kalemiyle çekirdeklerdeki yazı” ile alâkalı olarak fünun-u cedide ehlinin bir itirafı: “İnsanın biçimlenmesi kromozomlarda bulunan kodlarla adeta proğramlanmıştır. Bu kodların tamamı, kullandığımız yazı ile yazılsaydı 1000 ciltlik büyük bir ansiklopedi olurdu.” (Bilim ve Teknik cilt: 8. sayı 213 sh:35)
Kur’anda (41:53)
Çs«E²7~ yÅ9«~ ²vZ«7 «wÅ[«A«B«< |ÅB«& ²v¬Z¬KS²9«~ |¬4«— ¬»_«4³²~ |¬4 _«X¬#_«<³~ ²v¬Z<¬hX«,
“Afakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin.” mealindeki âyetin küllî hakikatlerinden bir cüz-ü olarak bu itirafı telakki edebiliriz. (Bak. 123.p.)
Bir atıf notu:
-Âhirzamanda ilm-i hakikatın hâkimiyet, bak: 1561.p.
1899- İnsanların ef’al-i ihtiyariyelerine talluk eden kader ise, insanların cüz’-i ihtiyariyelerine göre lâyık oldukları muamelelerin, Allah tarafından ezelen bilinip takdir edilmiş olmasıdır.
Evet “şu kâinatta tasarruf eden zatın muhit bir ilmi vardır. Ve her şeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. “ (M.243)
1900- Kur’anda sarahaten ve işareten kaderi bildiren âyetler vardır. Ezcümle:
(15:21) ¯•YV²Q«8¯‡«fNT«" Ŭ~ y7¬±i«X9 _«8«— yX¬¶<~«i«'_«9«f²X¬2 Ŭ~ ¯š²|«- ²w¬8 ²–¬~«—
(36:12) ¯w[¬A8 ¯•_«8¬~ |¬4 ˜_«X²[«M²&«~ ¯š²|«- Åu6«— âyetleri kader vazıhan ifade eder.
“Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min, herşeyi hatta fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, ta nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemalat ile mağrur olmamak için” Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” Evet kader, cüz-i ihtiyâri iman ve İslamiyet’in nihayet merâtibinde. Kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Manen terakki etmiyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır.
Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun. Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş.
Cüz-i ihtiyarî, seyyiata merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.
Evet Kur’anın dediği gibi: İnsan, seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı istiyen odur. Seyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hesanatı istiyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, daî ve sebeb, ikisi de Hak’dandır. insan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı istiyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel Güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’dır. Demek sebebiyet ve sual, nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin kesbine ve istidadına aittir.
Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakiki illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vahidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.
Demek kader ve icad-ı ilahî, mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.” (S. 463-464)
Dostları ilə paylaş: |