İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə151/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   147   148   149   150   151   152   153   154   ...   169

Bir atıf notu:

- Çocuk terbiyesinde ebeveynin vazifeleri ve şefkatin su-i istimali, bak: 161 ilâ 173.p.lar.

3760/12- Talim ve terbiyede (öğretim ve eğitimde) bazı umumi kaideler:

- Muvaffakiyeti takdir etmek, muvaffakiyetin devamı ve daha üstün muvaffakiyet için gerekli gücü kazandırır.

- (Çocuğun veya gencin) elde ettiği hatalı neticeleri, menfi biçimde tenkid etmeyiniz. Yavaş yavaş ve onu incitmeden daha iyi netice elde etmesine yardımcı olunuz.

- Müsbet davranışlar sözkonusu olduğunda, ona güvendiğinizi ve ondan iyi şeyler ümid ettiğinizi belli ediniz.

- Çocuğa, muvaffak olması veya ulaşması ihtimali kuvvetli olan işler veriniz ve ulvi gayeler gösteriniz.

- Çocuğun size yardım etmek veya kendi başına müsbet bir iş yapmak için gösterdiği ilk belirtileri değerlendiriniz ve bu teşebbüslerini teşvik ediniz.

- Çocuğun sadece dinlemekle değil, yaparak, tatbik ederek öğrenmesine dikkat edi­niz. Zira yaparak öğrenme, çocuk için daha cazib ve manalı olur.

- Sürekli olarak 8 saat çalışmak, aralıklı olarak 8 saat çalışmak kadar verimli olamaz.

- Çocuk umumiyetle ana-babasının kendine karşı olan tutumunu taklid eder. O halde iyi örnek olunuz.

- Çocuğa veya gence verdiğimiz nasihatle, yaptıklarımızın farklı oluşu onları şaşırtır ve bize olan itimad ve inancı sarsar. O halde sözlerimizle fiillerimiz birbirine uygun olmalıdır.

- Bizim davranışlarımız, geniş ölçüde çocuklarımızın şahsiyetlerinin gelişme tarzına tesir eder.

- Çocuğun iyi yaptığı işleri takdir ediniz. Çocuk takdirle gelişir, gereksiz tenkidle yıkılır.

- Çocuk usanç belirtileri gösterdiği veya işlerini baştan savma yapmaya başladığı za­man, ona başka bir iş veya dinlenme fırsatı veriniz.

- Kardeşler arasında yaş, kabiliyet ve ilgiye göre mümkün mertebe eşit bir şekilde iş bölümü yapınız. Sevgide de bu eşitliği koruyunuz.

- Çocuğunuzun sevildiği, istendiği ve sizin için önemli olduğu duygusunu kazanma­sına ehemmiyet veriniz.

- Ceza vermekten çok, iyiliğe teşvik ediniz. Hem gösterdiği gayreti, hem de muvaf­fa­kiyet derecesini takdir ve teşvik ediniz. Elde ettiği netice mükemmel olmasa bile, elinden geldiği gayreti göstermesi, çocukta sorumluluk duygusunun gelişmiş olduğunu gösterir.

- Teşvik ve takdirlerinizin samimi olması gerekir. Çocuklar yalancı iltifatların ça­buk farkına varırlar.

- “Bunu yaparsan şunu veririm” şeklindeki pazarlık yapmayınız; faydadan çok za­rar verir. Zira iyiliği ve vazifeyi, menfaat için yapmaya alışır.

Fakat iyi bir davranışı (önceden pazarlıksız) mükâfatlandırmak, onu yeniden iyi davranışlara teşvik eder.

- Bazı şeyler, hata yapmadan öğrenilmez. Bunu normal karşılayınız. En önemli şe­yin, gayret göstermek olduğunu ona anlatınız.

- Çocuğu başka biriyle mukayese edip küçük düşürmeyiniz. Kendine güveni sarsılan ve sevilmediğini düşünen çocuk hem başarısız hem de kıskanç olabilir.

- Aşırı baskı ve aşırı müsamahakârlık aynı derecede zararlıdır. Birincisi çocuğu ya pısırık veya isyankâr yapar; ikincisi çocuğu sorumsuzluk ve irade zaafiyetine götü­rür. Bu ikisi arasında teraziyi doğru tutmak gerektir.

Zikredilen bu ve diğer terbiye kaidelerinin bir fiilî dua manasında olarak tatbik edilmesi halinde, istenilen neticenin mutlaka alınacağı veya tatbik edilmemesi halinde neticenin de mutlaka menfi olacağı düşünülmemelidir.

Nuh (A.S.)ın oğlu da babasına itaat etmemiştir. Şu var ki, Allah ihlas ile yapılan fiilî duayı ekseriyetle kabul eder. Zaten her nevi ile dualar bir ibadet­tir, vazifeyi ifadır. Allah herkesin liyakatına göre muamele eder. Oğlunun dünya muvaffakiyeti için heyecanlanan, fakat uhrevî menfaatında hassasiyeti olmayan bir kalb sahibi olan ebeveynin yapacağı kavlî dualar, şayan-ı kabul olmaz. Çocuk dünya ve âhirette ebeveyne bir dert olur, böylece İlahî adalet hükmünü icra eder.

3761- qqTERCEME yW%h# : (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.

«Terceme: Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile ay­nen ifade etmektir. Terceme aslın manasına tamamen mutabık olmak için sarahatte, delalette, icmalde, tafsilde, umumda, hususda, ıtlakta, takyidde, kuvvette, isabette,hüsn-ü edada, üslub-u beyanda, hasılı ilimde, san’atta asıl­daki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-u müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.

Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da; hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebî kıymeti ve zevk-i san’atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffa­kiyet görüldüğü nadirdir. » (E.T. 9)

3762- Kur’anın tercemelerinden dinî hükümleri anlamağa kalkışmamalı­dır. Çünkü Kur’anın çok derin ve ince manaları olduğu gibi; nasih-mensuh, mücmel-müfesser, zahir-hafi, nass ve müteşabih (Bak: Müteşabih) gibi yük­sek ilim seviyesini gerektiren hususiyetleri bulunmaktadır. Bu gibi sebeblerden dolayı, dinî hükümleri, Kur’an ve hadis tercemelerinden değil, şeriat kitablarından öğrenmek mecburiyeti vardır. Ancak Asr-ı Saadette Resulullah’ın talimiyle sahabeler ve tabiîn doğrudan doğruya Kur’andan ders almışlar, müçtehid ve mezheblere ihtiyaçları olmamıştır. (Bak: Mezheb, tef­sir, Zahiriyyun)

«Kur’anın falan tercemesinde “şöyle demiş” diyerek ahkâm istinbatına, mes’ele münakaşasına kalkışmamalıdır. Bunu ehl-i iman olanlar yapmaz, kendini bilen ehl-i insaf da yapmaz... Bazılarını duyuyoruz ki, Kur’an tercemesi de­mekle iktifa etmiyor da “Türkçe Kur’an” demeye kadar gidi­yor... ...

Kur’an Arabîdir. Zira (12:2) _È[¬"«h«2 _®9«~²h­5 ­˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~ mansustur. Dü­şünmeli ki; Kur’anı tefsir etmek üzere Peygamber’in irad buyurduğu hadîse bile Kur’an denilse, küfr olur.» (E.T. Mukaddime 15) (Bak: Naklî Delil ve 2136.p.)

3763- Kur’anın çok derin küllî manaları bulunup hakiki tercemesi yapıl­mayacağını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:

Meselâ « ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~ bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:

|«V«2«— «‡«f«. ¯f¬8_«& ¬±>«~ ²w¬8 ¬f²W«E²7~ ¬…~«h²4«~ ²w¬8 ¯…²h«4 Çu­6

°s¬E«B²K­8«— °‹_«' ¬f«"«ž~ |«7¬~ ¬Ä«ˆ«ž~ «w¬8 «p«5«— ¯…Y­W²E«8 ¬±>«~

yÁV7_¬" |ÅW«K­W²7~ ¬…Y­%­Y²7~~ ¬`¬%~«Y²7~ ¬€~ÅgV¬7

Yani: “Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hasdır ve lâyıktır o zat-ı Vacib-ül Vücud’a ki, Allah de­nilir.” İşte “Ne kadar hamd varsa”, “El-i istiğrak”tan çıkıyor. “Her kimden gelse” kaydı ise, “hamd” masdar olup, faili terkedildiğnden , böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef’ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külli­yet ve umumiyeti ifade ettiği için, “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor. “Ezelden ebede kadar” kaydı ise; fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettiği için, o manayı ifade ediyor. “Has ve müstehak” manasını “lillah” daki “lam-ı cer” ifade ediyor. Çünkü o “lam”, ihtisas ve istihkak içindir. “Zat-ı Vacib-ül Vücud” kaydı ise; vücub-u vücud, uluhiyetin lâzım-ı zarurisi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir ünvan-ı mülahaza ol­duğundan, “Lafzullah” sair esma ve sıfata camiiyeti ve ism-i azam olduğu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettiği gibi, Vacib-ül Vücud ünvanına dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.

İşte, «Elhamdülillah” cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece müttefekun-aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?» (M.392)

3764- «Ehl-i ilhada kapılan ülema-üs su’, milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki:

“İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede Arabî hiç bilmiyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevab: İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı başta a’zami imamların en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn,o fetvanın aksine fetva veriyor­lar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir; mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevkedenler, idlal ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennet’ten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, ta Fatiha’yı bilme­yen namazı terketmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maani-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir!..» (M.434)



3765- «Sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddit cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini ten­vir eder, manevi gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o mana­lara elfaz giydirse, daha nâfi’ olmaz mı?

Elcevab: Elfaz-ı Kur’aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Li­bas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezan­daki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.» (M.340)

«Evet nasıl İmam-ı Azam demiş: ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž Tevhide alem ve isimdir.”

Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve na­mazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmiştir. Alem gibi, mana-yı lügavisinden ziyade, mana-yı örfi-yi şer’îsine bakılır. Öyle ise, değişmeleri şer’an mümkün değilir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise en ami bir adam dahi ça­buk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir iki haftada hayat-ı ebediyesinin anah­tarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalisini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur menbalarının mahfazalarını bozmak, kâr-ı akıl değildir. (Bak: 632, 2807.p.lar)



3766- Hem “Sübhanallah” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Hal­buki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizaç eden meal-i icmalî, çok nur­lara ve feyizlere medardır. Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.

Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göre­mez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimi, ulvi, kudsi ifade edemezler.

Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur.» (M.341)

3767- qqTESBİH d[AK# : Sübhanallah demek. *Cenab-ı Hakk’ı (C.C.) şanına lâyık ifadelerle yadetmek. Yani Allah’ın zatında, sıfatında ve ef’alinde cemi nekaisden münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhanallah, 1445, 2782.p.lar)

Bir atıf notu:

- Namaz tesbihatı tarikat-ı Muhammediyedendir, bak: 2806.p.

3768- «Sübhan, tesbihin alemidir. Tesbih de tenzihin aksasıdır, yani her hangi bir lekeden,yaraşıksızlıktan itikadda, kavilde, fiilde son derece tenzih­tir.» (E.T. 4027)

«Kamus sahibi Besair’de der ki: Tesbih, Allah’ı takdis demek olup sebaha’dan me’huzdur. Allah’a ibadette sürat eylemek manasında isti’mal olunup ba’dehu kavlî ve fi’lî ibadatta ta’mim olunmuştur. Sübhane lafzı da fil’asıl gufran gibi masdardır; ba’dehu tesbihte alem olmuştur, masdar olarak dahi isti’mal olunur. Lakin çokları bunu masdar olduğunu kabul etmiyerek Sahib-i Kamus’u tahtie etmişlerdir.» (E.T. 3142)

«Sübhan, tesbihin sülasi masdarı değil ise, o makama vaz’olunmuş bir isim­dir ki Allah Teala’nın nezahet ve kudsiyet-i zatiyesini ifade eder. Biz buna sübhaniyyet veya sübbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü sübhan esma-i hüsnadan da olur... Hazret-i Peygamber’den rivayet olunan bir haberde ­€_«E­A­, ²a«5«h²&«ž« ¬y¬Z²%«— (308) varid olmuştur ki bunu bazıları Allah Teala’nın envar-ı vechi, ce­mali, bazıları da celal ve azameti ile tefsir eylemişlerdir. Maamafih bunda da zahir olan “sübhaniyet tecelliyatı” demek olmasıdır.» (E.T. 3143)

3769- Kâinatta bütün varlıklar, İlahî gaye ve hikmetlerle icad, techiz ve tavzif edildikleri ve İlahî hikmetler nazarıyla hiçbir şeyde hakiki bir abesiyet bulunmadığı ve hikmet ve maslahatlarla mücehhez ve muvazzaf oldukları cihetle Sani’lerinin Hakîm ve Sübhan olduğunu lisan-ı halleriyle ilan ve izhar ederler. Bu hakikatın ehemmiyeti içindir ki, Kur’an müteaddit âyetlerde tek­raren gökler ve yerlerin ve içindeki her şeyin Allah’ın tesbih ettiklerini beyan eder.

Evet bir eserin hikmeti bilinirse, kıymeti anlaşılır ve failinin Hakîm ve Sübhan olduğu yani abesiyetten, noksanlıklardan uzak olduğu bilinir. Bu ci­hetle de ilm-i hikmet-i Kur’aniye, Allah’ın Sübhaniyetini gösteren gözlük gi­bidir ki,ancak bu gözlükle âlemin güzelliği görünür.



3770- Hem Kur’an (3:191) (38:27) ve emsali âyetlerle, bu hakikatı anla­mak için tefekküre teşvik ve dolayısıyla da hikmet-i Kur’aniye nazarıyla âleme bakmayanların bu tesbihatı anlayamayacaklarına işaret eder. Şu halde tesbihin hakikat ve mahiyetini anlamak için; tahkikî iman ve marifetullah dersleri ile hikmet-i Kur’aniyeyi anlamaya çalışmak gerektir. Bu derslerin dershaneleri de, en yüksek ilmin tahsil edildiği medreseler ünvanını alır. (Bak: 3700.p.)

3771- Tesbih hakkında âyetlerden birkaç not:

-Canlı cansız, bütün kâinatta herşey Allah’ı tesbih ederler: (17:44) (24:41) (59:1, 24) (61:1) (62:1) (64:1) (Bak: 1444.p. sonu)

-En şiddetli musibetlerde kusuru kendinde görüp Allah’ı tesbih etmek: (21:87) (68:28, 29)

-Allah sonsuz hikmet sahibi olduğundan, istediğini tercih ve ihtiyar etmek yalnız O’na ait olduğunu anlayıp O’nu tesbih etmek: (2:32) (28:68)

-Ra’dın (gök gürültüsünün) hamd ve tesbihi: (13:13)

T.T. ci:5, sh::175, 2.Bölüm: Tesbih, tahmid, tekbir ve tehlil hakkındadır.



3772- qqTESETTÜR h±BK# : Kapanıp gizlenme. Örtünme. *Fık: Kadın­ların ve erkeklerin başkasına, namahremlere vücutlarının haram kısımlarını şer’î ölçüde örtüp göstermemeleri. (Bak: Avret, Libas, Nazar-ı Haram)

3773- Tesettür, yani örtünme ve elbise giyinmek; setr-i avret, soğuk ve sıcaktan korunma ve tezeyyün gibi hikmetlere münhasır değildir. Düşünüle­cek olursa, bazı hayvanlara, bilhassa kuşlara, gayet güzel tüylerle giydirilen fıtrî elbiselerden daha güzel fıtrî elbiseyi Allah insanlara giydirebileceği halde, insanın dünyada sun’î elbiseye muhtaç bırakılmasının elbette hikmetleri var­dır.

3774- Evet «Cenab-ı Hak, insandan başka ziruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun’i libasın hik­meti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve zinet ve setr-i avrete münhasır değildir. Belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve müna­sebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın naza­rında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.» (M. 384) (Ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem’in libasları,bak: 545.p.)

Mezkûr hikmet,yalnız elbiseye inhisar etmeyip insanın cami’ fıtratıyla her şeye muhtaç yaratıldığına ve her şey insanın ihtiyacatına hizmet etmekle in­sanın hilafet-i Arziyeye sahib kılındığına ve böylece insanın en mükemmel mahluk olarak ahsen-i takvime çıkarıldığına da işaret eder.



3775- Elbise hakkında âyetlerden birkaç not:

-Libas-ı takva: (7:26) (İzahı için bak: 1712.p.)

-Libas-ı Cennet: (18:31) (22:23) (35:33) (44:53) (76:21)

-Siyab-ün min-nar (Ateşten elbiseler): (22:19) (Bak: 3791/1.p.da âyet notları)

-S.B.M. 2048. hadisi, insanların haşirde sun’i elbisesiz olarak diriltileceğini bildi­rir. (Bak: 3774.p.)

3776- Kur’anda:

« «t¬#_«X«" «— «t¬%~«—²ˆ«ž¬ ²u­5 Ç|¬AÅX7~ _«ZÇ<«~ ³_«<

Åw¬Z¬A[¬"«Ÿ«% ²w¬8 Åw¬Z²[«V«2 «w[¬9²f­< «w[¬X¬8²Y­W²7~ ¬š_«K¬9«—

(33:59) ilâ âhir... âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’anın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “bir esarettir” diyor.

Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delalet eden çok hikmetlerinden, yalnız “dört hik­met”ini beyan ederiz.

3777- Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünki kadınlar hilkaten zaif ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıt­raten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklıyan ihtiyar­lardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malumdur ki; insan sev­mediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı namah­rem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmiyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür oldu­ğundan, maddeten te’siri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü, hilaf-i fıt­rattır. Kur’an’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zil­letten ve manevi esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünki sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştırarak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmet ile çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin belasını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle namahremlerden fıtratı korkar ve cibiliyeti sakınmak ister. Ve tesettür ile namahremin iştihasını açmamak ve tecavü­züne meydan vermemek, zaif hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor!..



3778- İkinci Hikmet: Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevi hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir re­fika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehasinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen onun ile alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir mu­habbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddi bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır.

Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddi hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehasinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kay­beder.

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu kü­füv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını hayat-ı ebediyede kay­betmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyanetine bakıp “ebedî arkadışımı kaybetmiyeyim” diye takvaya girer.

Veyl o erkeğe ki; saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttaki kocasını taklid etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını ve sefahetini taklid ediyorlar. Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!..

3779- Üçüncü Hikmet: Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı ma­beyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle de­vam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar.

Çünki açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye ça­lışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyleki:

İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamı­yor. Çünki mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünki mahremin siması mahremiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayriyle müsavi­dir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!..

3780- Dördüncü Hikmet: Malumdur ki; kesret-i nesil herkesce matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenasüle taraftar ol­masın. Hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:

«v«8­ž²~ ­v­U¬" |¬;_«"­~ |¬±9¬_«4 ~—­h«$_«U«# ~Y­E«6_«X«# -ev kema kal- Yani: ‘‘İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.” Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünki en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır. Belki de fuhuşa sülûk eder. Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünki kadının -aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evladına ve herşeyine muhafaza me’muru olduğundan- en esaslı hasleti sadakattir, em­niyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybe­der, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona ha­zinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikah edebilir. Mem­leketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünki orada düello gibi çok şiddetli va­sıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra ba­kar.



3780/1- Hem memalik-i baride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi barid ve camiddirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malumdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O barid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok su-i istimalata ve israfata medar olmaz. Fakat seriüt teessür ve hassas olan memalik-i harredeki insan­ların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok su-i istimalata ve israfat ve neslin za’fiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün ka­dar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur ol­duğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder. Şehirliler; köylülere, bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünki köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden masume işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsaniyeyi tehyice medar olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.» (L.195-199)

«Elhasıl; nasılki kadınlar kahramanlıkta, ihlasta, şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de; o masum hanımlar dahi, sefahette hiç bir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle namahremlerden şiddetli korkar­lar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler.» (L.202)



3781- Hem «Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, haya perdesini takmasını emreder. Ta hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şef­kat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta’ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perde­lerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir.

Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebe­biyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir gü­zel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derin­den derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.» (S.410)



3782- Bediüzzaman Hazretleri, idam planı ile verildiği Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde, tesettür-ü nisvanı müdafaa ederken şöyle diyor: «Bin seneden beri çarşaf altında bulunan muhadderat-ı İslâmiye şimdi de çarşaflarını muhafaza ediyorlar.» (O.L.586)

«İşte ben de adliyenin mahkemesinde derim ki: Binüçyüzelli senede ve her asırda üçyüzelli milyon müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsi ve hakiki bir düstur-u İlâhiyi üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve binüçyüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin!..» (Ş.448)

Tesettür aleyhinde böyle acib tahakkümü yapan mütehakkimler, büyük bir milli tereddiye kapı açtılar. Çünkü aile müessesesinin korunmasında ve aile efradı arasında nesebî ve fıtrî olan manevi bağların; hürmet, merhamet gibi hislerin ve ahlâkî değerlerin tahakkuk etmesinde tesettürün rolü büyük­tür. Tesettürsüz ve mübtezel ailelerde, mezkûr fıtrî bağlar ve manevi değer­ler gelişmez.

Eğer bu değerler, yaşanan dinî hayatla geliştikten sonra,asrîliğe özenip tesettür terk edilirse, kazanılan manevi hayat büyük ölçüde zedelenir. Böyle­lerin hayat anlayışı giderek yalnız dünyevi menfaat ve lezzetler ölçüsü içinde darlaşır ve maddileşir. 155, 156, 2862 ve 2863. p.larda belirtildiği gibi, insan­lığın yüksek şahsiyeti tersine döner, tereddi eder.

Aile hayatında kavvam olan erkek, ailesini günah ve kötülüklerden ko­rumada gayet hassas ve gayretli olmalıdır. Günün umumileşen moda ve fantaziyeleriyle yabancılara görünme pek çok ailelerde adeta bir şeref sayılı­yor. Bu hale karşı vicdanen rahatsız olmayan bir erkeğin vasfı rivayetlerde “deyyus” tabiriyle tavsif edilir. (Bak: Ahmed İbn-i Hanbel, 2/69, 128) Bir ha­dis-i şerifte mealen şöyle buyurulur: «Allah lanet etsin, kadınlardan erkek kı­lığına, erkeklerden kadın kıyafetine girene.» (R.E. 347) Keza kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Peygamber (A.S.M.) lanet etmiş­tir. (Ebu Davud, Libas:28 ve Ahmed İbn-i Hanbel 2/225)

3782/1- Kadında haya hissiyle (Bak: Haya) korunan namus mefhumu bir cihette şöyle ifade edilebilir:

Kadın vücudunun erkeklerin hissiyatına hoş gelen bütün uzuv ve cese­dinin şer’î ölçüde haya hissinin neticesi olarak örtünmesiyle, erkeklerin ka­dına karşı olan hissî alâkasının uyandırılmamasıdır. Binaenaleyh, kadının bil’ihtiyar şer’î ölçüde örtmediği uzvu ile erkeğin hissî alâkasını çektiği nisbette, namus mefhumu kadında gerilemiş olur ki, bunun ileri derecesine Kur’an lisanında teberrüc (33:33) denir. Osmanlıcada tekeşşüf ve tebezzül gibi kelimeler de aynı manayı ifade eder. Bu hal devam ettikçe alışkanlık ne­ticesinde haya hissini kaybederek, kadınlarda açılma umumi bir âdet halini alır ve cemiyette de milli ahlâk zedelenir. Milli ahlâkın bozulduğu bir cemi­yette her türlü kötülük yayılır. Git gide anarşizme inkılab eder.



Bir atıf notu:

- Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan hayasız kadınlar olduğu, bak: 981, 982.p.lar.

3783- «Hicab; yani tesettür âyetleri, üç defada, üç mertebeyi natık olmak üzere nazil olmuştur.

Birincisi: (33:59) âyet-i kerimesiyle yüzlerini örtmekle mükellef oldular.

İkincisi: (33:53) âyet-i kerimesi muktezasınca irha-yı hicab (yani perdeyi indirmek ve perde arkasında kalmak) ile emrolundu ki, harem ile selâmlığı ayırmak, yani evde kadınlarla erkeklerin yerlerini ayırmak demektir.

Üçüncüsü: (24:31 ve 33:33) âyet-i kerimeleri mucibince, şer’î bir zaruret olmadıkça kadınların hanelerinden çıkmaları nehyolundu ki, bazı ümmehat-ı mü’minîn, vücudlarının karaltısını bile göstermekten sakınırlardı.» (Buhari ci: 1, sh: 140, 120. hadisin izahından)

Mezkûr (33:53) âyetinin tefsirinde şöyle deniliyor: «Bu âyetten sonra ha­rem farz kılınmıştır ki; o zamana kadar Arab’da âdet değildi. (Harem usûlü) hem erkeklerin hem kadınların kalbleri için daha ziyade temizliktir. Yani şeytanî hatıralardan, vesveselerden uzaklaşılır, iffet ve ismet hisleri daha zi­yade yükselir; edeb, nezahet, takva, ihtiram artar.» (E.T.3921)

Bir atıf notu:

- Kadınların camilere gidip gitmeyeceği mes’elesi, bak: 181-184.p.lar.

3784- Kur’an (33:59) âyetinde geçen «“cilbab”, baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dış kisvesinin adıdır. Ú «u«S²,«~|«7¬~ ¯»²Y«4 ²w¬8 ­h­B²K«< >¬gÅ7«~ Û

Ú ­}«Q«X²T¬W²7~«— ­}«S«E²V¬W²7«~ Û Ú _«Z¬"_«[¬$ «»²Y«4 ­?«~²h«W²7~ ­y­K«A²V«# ¯²Y«$ Çu­6 Û

Ú ˜¬h²[«3 ²—«~ ¯š_«K¬6 ²w¬8 ¬y¬" ­h­B²K«# _«8 Çu­6 Û

çarşaf ve peçe...» demektir. (E.T. 3927) Ve ekseriyetle müfessir ve imamlar, âyette geçen cilbabı böyle beyan ederler. Bu cilbabda süslü biçimler ve güzel görünmek için süslemelerin şeriatça yapılmaması gerekiyor.

Malum olduğu üzere bütün şekiller ve renkler göz için; göz dahi şekiller ve renkleri görüp idrak etmek ve alâka duymak içindir. Eğer görme olmazsa, şekiller ve renkler, insan için gayb âleminden sayılırdı.

Bu hakikata binaen kadın, vücudunu örttüğü cilbabında tezeyyüne mü­teallik şekiller ve renkler bulunması, kendisine bakanların hissî dikkatlerini ve alâkalarını çekmeye vesile olduğundan şeriatça bunlar caiz görülmemiştir.

Ezcümle: Muhammed Ali Es-Sabûnî’nini Reva-ül Beyan Tefsir-i âyât-i ahkâm minel Kur’an tefsirinin 2.ci. 373, 388. sayfalarında tesettüre ait mes’eleleri beyan ederken (şer’î hicabın şartları) bahsinde burada özetle aldı­ğımız şu şartları sayar:

«Evvelen: Örtünün bütün vücudun her tarafını örtmesi...

Saniyen: Hicabın şeffaf olmaması ve vücud hatlarını belli etmemesi...

Salisen: Hicabın kendisinde zinet için şekiller ve renkler olmaması...

Rabian: Bol olması, vücud yapısını belli etmemesi...

Hamisen: Koku sürünmüş olmaması...

Sadisen: Erkek kisvesi şeklinde olmaması...»

Bir rivayette de şöyle buyurulur:

­š_«K¬9 «‚«h«' «w¬Z¬A[¬"«Ÿ«% ²w¬8 Åw¬Z²[«V«2 «w[¬9²f­< ²a«7«i«9 _ÅW«7

¬}«[¬K²6«ž²~ «w¬8 ­–_«"²h¬R²7~ Åw¬Z¬,­—­‡ |«V«2 Å–«_«6 ¬‡_«M²9«ž²~

«“Cilbabları ile örtünsünler” emri nazil olunca, Ensar kadınları baştan aşağı cilbablarına bürünmüş olarak çıktılar.» (T.T. ci:3 hadis:564)

3785- Yukarıda ifade edildiği gibi cilbab, kadının giydiği elbisenin dışın­dan yukarıdan aşağıya sarkıtılarak örtündüğü ve bütün vücudun kaplayan örtü ve kisvedir ki, mahremlerine karşı değil, namahremlere karşı yeis devre­sine kadar örtünmeye mecburdur. Yeis devresinden sonra ise, tavsiye edil­miştir. (Kur’an 24:60) Fakat fitne veya fitne ihtimali varsa, cilbabı örtünmek lâzımdır. Me’yusiyet devresine giren kadının cilbabını örtünmesi mezkûr âyette tavsiye derecesine indirilmesinden de anlaşılıyor ki me’yusiyet önce­sinde cilbabın örtülmesi tavsiye derecesinin üstündedir. Yani farzdır.

3785/1- Ehl-i tefsirin, tesettürün keyfiyeti hususunda muhtelif akvalleri vardır:

1- İbn-i Cerir-i Taberi, İbn-i Sirin’den şöyle dediğini rivayet etmiştir. İbn-i Sirin demiştir ki: «Ubeyd-es Selmanî’den cilbablarını üzerlerine ört­sünler mealindeki âyet hakkında sordum. Hicabın şeklini şöyle tarif etti: “Üzerindeki milhafeyi (car ve çarşaf dedikleri kaftanı) kaldırıp, onunla -baş­tan aşağıya kadar- bütün vücudunu örttü. Ve çarşafla bütün başını, ta kaşla­rına kadar kapattı ve yüzünü de örttü. Yalnız yüzünün sol tarafındaki yerden sol gözünü tek açık bıraktı.» (Taberi Tefsiri, Hazin, Cemel)

2- Yine İbn-i Cerir, Ebu Hayyan, Hz. İbn-i Abbas (R.A.) dan şöyle dedi­ğini rivayet ediyorlar: «Kadın cilbabını cebin denilen yüz cebhesinin her iki tarafına kadar getirip kapatır. Bağlıyarak ondan sonra örtüsünü burnu üze­rine atar. Her ne kadar iki gözü açık kalsa dahi. Fakat boynunu, göğsünü ve yüzünün büyük çoğunluğunu (yani, gözleri açık kalabileceğinden dolayı yü­zünün hepsini denmeyip ekserisini demiş) örter.» (Bahr-ül Muhit cild:7, sh::250)

«Yüz avret değildir, açık kalabilir diyen âlimler, şu şartla demişler: Eğer fitneyi (şehveti) uyandıracak boya vesaire gibi, yüzün zinet maksadıyla kulla­nılan bir şey mevcud değilse ve fitneden de emniyeti varsa (meselâ pir-i fani olmuş bir kadın gibi), işte bu halette yüzünü açabilir. Yoksa fitne ihtimali olduğu takdirde bil’ittifak kadın yüzünü açık bırakması haramdır.» (Bak: D.M.İ.F.shfa: 260)

«İslâm cemiyetlerinde gayr-ı müslim kadınlar her ne kadar tesettür-ü şer’î ile mükellef değillerse de fakat hayat-ı içtimaiyeyi ifsad edecek hareket­lerde bulunmaktan men’edilirler... Hayat-ı içtimaiyeyi fitne ve fücurdan mu­hafaza etmek için İslâmiyetin âdab-ı içtimaiyesi, müslim, gayr-ı müslim her­kese tatbik edilir ve bu vazife devlet tarafından icra olunur.» (Taberi Tefsiri, Azhab/33. âyetinin tefsirinden telhisen)

3786- «İhticab ve mesturiyetin “yani, perdeleme ve örtünmenin” nev’i ikidir. Biri: Hane içinde ihticabdır di, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremlerinin gayriye muhalit (yani beraber ve birarada) olmamak ve gö­rünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve baştan aşağıya kadar bütün endamını (vücudunu) ve hatta libasını (yani evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemektir. Bunun zıddına tekeşşüf (açılma) ve bunun da ifratına tebezzül (yani, ayak altına düşmüş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıymetsiz ve mübtezel olmak) tabir olu­nur.

Kadınlar tekeşşüften ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştihalı gözle­rine, dar örtülerle arz-ı endam etmekten memnu’durlar. Yüzlerini ve ellerini hatta ayaklarını, namazda açık bulundurabilirler. Velâkin zaruret olmadıkça mahrem olmıyana bunları (yani yüzlerini, ellerini ve ayaklarını) dahi göste­remezler. Sokakta yüz açmak ve libasın (yani evde giydiği elbisenin) kolunu veya eteğini örtüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çıkarmak, şeriatın emrine muhaliftir. İhticab (tam örtünmek) emr-i Kur’anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, örtünmede lâkaydlık ile hassasiyet göstermemenin) vebali büyüktür. Yüz namahrem değildir tabiri, salât (namaz) hakkında olmaktan gayride galattır. (Yani: Yüz, namaz dışında namahremdir, örtülmelidir.)

Sure-i Celile-i Azhab ile inen hicab (örtünme) âyetinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar erkekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men’ olu­narak örtü altında siyanet kılındılar (yani, muhafaza altına alındılar). Zinetlerinden madud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giy­dikleri elbiseleri) dahi erkeklerden örtünmeye mecbur olarak (yani kadınlara emredilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulundular ve yüzlerine peçe çekip yal­nız gözlerini açık bulundurdular.» (N.İ. III. Kısım 71)

Cemiyette fitne veya fitne emareleri görüldüğü zaman, şeriat ruhsatı de­ğil, azimeti esas alır. (Bak: Azimet) Meselâ Ömer Nasuhi Efendi, Büyük İs­lâm İlmihali’nde, kadınların tesettürü hakkında:

«Hürre olanların yüzleri ile ellerinden başka bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri ise, ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça, na­maz dışında avret değildir.» der. (B.İ.İ. sh: 99)

Yani, fitne ihtimali ya da fitne varsa, yüz ve elin açılması yasaklanır. İşte Nimet-ül İslâm’dan alınan bir önceki parçada, bu şer’î kaidenin tatbikini gösterip yüz ve elleri de örtmeyi kaydediyor. Büyük İslâm İlmihali’nden alı­nan parçada ise, “fitne ihtimali” kaydını koymakla, bu mevzuda ikisi de “örtme” hükmünde birleşiyorlar.

«Hasbel’icab taşra (dışarıya) çıkan kadında çarşaf (Bak: 3784.p.) olma­yınca süfeha güruhu onları açık görüp tamaa düştükleri gibi şüpheli ve iffe­tini ihlal eden kadınlardan zannıyla arkalarına düşerek rahatsız edeceklerine binaen Cenab-ı Hak, kadınların çarşafa bürünüp mesture olmalarını emret­miş ve hikmeti de bürgülü olan kadının kim olduğu bilinmemekle suizandan ve süfehanın taki­binden kurtulmaları olduğunu beyan etmiştir.

Hülasa, hatunların bürgü bürünmeleri vacib olduğu ve bürgülü olunca ecanibin o kadının kim olduğunu bilemediklerinden dolayı, taarruzdan va­reste olup ezadan kurtuldukları ve hatunların mesture olmalarıyla fitne kapı­larının kapanacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.» (Hülasat-ül Beyan, ci:11, sh:4467-4470, Konyalı Mehmed Vehbi, Üçdal Neş­riyat, İstanbul)



3787- Bir âyette şöyle buyurulur:

«(24:31) Åw­Z«B«X<¬ˆ «w<¬f²A­< «ž«— “Ve zinetlerini izhar etmesinler” Kadının zineti denince örfte tac, küpe, gerdan­lık, bilezik ve emsali gibi şeyler tebadür eder. Sure-i A’rafta ¯f¬D²K«8 ¬±u­6 «f²X¬2 ²v­U«B«X<¬ˆ ~—­g­' «•«…´~|¬X«"_«< (7:31) âyetinde zinet, elbise demek olduğu da geçmişti. O halde bu zinetleri açmak bile menhî olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açma­sınlar.» (E.T. 3503)



3788- «Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yü­rürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun’î veya hılkî zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle na­zar-ı dikkati celbetmesinler.» (E.T.3508)

«Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve va­kar ve izzetini muhafaza edemez.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)

Taife-i nisa’nın tesettüre riayet etmeyip açılmaları, Kur’an (7:27, 28) âyetlerinin beyanıyla, cahiliye âdetlerine bir irticadır.

3789- Kur’an (7:26) âyetiyle avret yerlerinin örtünmesini beyan ettiği gibi, hadislerde de bu mevzuda hayli rivayet mevcuttur. Ezcümle, «Behz bin Hâkim’in dedesi Muaviye bin Hayda (R.A.)dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

- Ya Resulallah! Avretlerimizin neresini örteriz? (Örtmemiz gerekir?) diye sordum. Efendimiz (bana):

- Sen avretini (helalın olan) karından veya cariyenden başka herkesten sakla! buyurdu. Ben:

- Ya Resulallah! Eğer kavm kendi aralarında (karışık ve bir yerde) olsalar, (avretle ilgili hüküm nedir?) bana bundan haber ver, dedim. Efendimiz (bana):

- Avretini hiç kimseye göstermemeye gücün yeterse, sakın avretini kat’iyyen gösterme!” buyurdu. (Ben):

- Ya Resulallah! Eğer birimiz (tek başına) boş bir yerde olursa hüküm nedir? diye sordum. Buyurdu ki:

- İnsanlara nazaran Allah’tan haya etmek daha vacibdir.» (İbn-i Mace, 9.Kitab-ün Nikah, 28.bab, 1920. hadis meali)

«Ebu Said-i Hudri (Radıyallahü Anh)dan rivayet edildiğine göre: Resulullah (Sallallahü Aleyhi Vesselem) şöyle buyurdu demiştir:

Kadın, kadın avretine bakmasın. Erkek de, erkek avretine bakmasın.» (İbn-i Mace Kitab-üt Tahare,137.bab, 661. hadis meali)

«Ebu Said-i Hudri (R.A.) şöyle demiştir:

- Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Erkek erkeğin avret yerine, kadın da diğer kadının avret yerine bakmasın. Erkek erkeğe bir tek elbise içinde sür­tünmesin” buyuruluyor.» (S.M. Kitab-ül Hayz, 74. hadis meali ve Sahih- Buhari 8.Kitab 8, 10, 12. babları da avret ile alâkalıdır.)

3790- Dinimizin tesettür gibi kat’i emirleri, resmiyet ve gayr-ı resmiyet veya zaman ve şartlara göre değişmez. Binaenaleyh büyük ekseriyeti müslüman olan bir cemiyette devlet, dine sarahatla aykırı düşen haram bir kıyafet şeklini, kanuni mecburiyet olarak getiremez. Çünkü bu halk ekseriye­tine dayanan Cumhuriyetin mahiyetine aykırı düştüğü gibi, aynı zamanda vatan­daşı devlet emri ile dinin emri arasında sıkıştırmış olur ki, bu durum din ve vicdan hürriyetlerine sarahatla aykırı düşer. Kanunlar ise, hakiki hür­riyet re­jiminin esaslarına aykırı olamaz.

3791- Bu umumi ve mütearef hakikat içindir ki; Bediüzzaman, hayatı boyunca din ve vicdan hürriyetlerine aykırı olarak yapılan şiddetli baskılara karşı kahramanca bir azim, sebat ve cesaretle İslâmî hayattan, Şeriat ve Sün­net-i Seniyeden hiç bir şekilde taviz vermemiştir. Nitekim bir eserinde kay­dedildiği üzere:

«İslâmi kıyafeti kat’iyyen ve asla tebeddül etmeyen ve kıyafetine ilişmek istiyen ve sonra kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzat isminde Ankara valisine: “Bu sarık bu başla beraber çıkar.” demiştir.» (E.L.II. 19)

İşte insanlık tarihinde altın levha olarak kaydedilecek olan hak yolundaki böyle azamî fedakârlık, metanet ve cesareti, nesl-i atînin de bir ibret levhası olarak görmesinde büyük bir maslahat bulunması cihetiyle ve bir istisna ol­mak üzere Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatında bu İslâmî kıyafeti ile bazı re­simleri konulmuştur. Bu kıyafetiyle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde bulunmuş ve idam planları ile verildiği mahkemelerde de sarığını çıkarması yolundaki ihtarlara rağmen sarığını da çıkarmamıştır. (Bak: İlmiye Kıyafeti)

Netice olarak, tesettürde en ehemmiyetli bir husus şudur ki:

Müslüman erkek ve kadınların kıyafet ve tesettürde kusurları olsa da dü­şünceleri, tam şer’î tesettürü tasvib etmek olmalıdır. Avrupaî hayat alışkan­lıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve tesettürü hafife alır tarzda bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayan­ları sevmelidirler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksanlarını bir an önce tekmil etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu husus asgari bir hudud ola­rak müminler için şarttır.

3791/1- Elbise hakkında âyetlerden birkaç not: (Bak: 3775.p.)

-Yün elbise: (16:5, 80)

-Sıcaktan koruyacak ve zırh vazifesi görecek elbiselerin ihsan edilmesi: (16:81)

-Kadınları hem tesettüre hem de hiss-i diyanetle takvaya teşvik ve mahremleri: (24:31)

-Yaşça me’yus olan kadınların, teberrüc etmeksizin, çarşaf ve emsali dış elbiselerini bırakabileceklerine cevazla beraber, bırakmamalarıyla da takvaya teşvik edilmeleri: (24:60)

-Mescidlerde maddi ve manevi bakımdan temiz ve zinetli olmak: (7:31, 32)

qqTESLİMİYET }[W[VK# : (Bak: Heva, Sadakat)

Bir atıf notu:

- Kur’anın hükümlerine teslimiyet gerektir, bak: 435.p.

3792- qqTESLİS b[VC# : (Fr. Trinite) Ekanim-i Selase de denir. Üçleme.

Bazı Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esaslarında ol­mayan ve Baba, Oğul ve Ruh-ul Kudüs şeklindeki ifade ettikleri batıl bir anlayış ki; bazıları hâşa, Cenab-ı Hakk üçtür, bazıları da üçü birdir diyerek şirke sapmışlardır. Cenab-ı Hakk’ı üç unsurdur diye tevehhüm ederler. Teslis akidesinin batıl bir anlayış olduğu Kur’an (4:171) (5:17, 18, 72, 73) âyetle­rinde bahsedilir. (Bak: Velediyet Akidesi ve 1728.p.)



3793- qqTEŞBİH y[AL# : (c. Teşbihat) Benzetmek. Benzetilmek.

Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek. (Bak: Müşebbihe) *Edb: Aralarında maddi veya manevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san’atı.



Erkân-ı teşbih (Teşbihin rükünleri): 1- Müşebbeh (Benzetilen), 2- Müşebbehün bih (Kendisine benzetilen), 3- Vech-i şebeh (benzetme ciheti), 4- Edat-ı teşbih (Teşbih edatı). Birinci ve ikinciye (yani müşebbeh ve müşebbehün bih) “tarafeyn: iki taraf” denir. Meselâ: “Nuri şecaatte Hazret-i Ali gibidir” denildiğinde: “Nuri” müşebbeh, “şecaatte” vech-i şebeh, “Haz­ret-i Ali” kelimesi ise müşebbehün bih’dir. “Gibi” kelimesi ise edat-ı teşbih­tir. Edat-ı teşbih olanlar: “gibi, meselâ, misal, sanki, meğer ki, mesel, manend, andırır, adetaa, çû, çün, tek, benzer, zannolunur, veş” (gibi kelime­lerdir). (Bak: Müteşabihat, Temsil)

3794- «Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telakki ediliyor. Ha­taya düşer. Meselâ: Sevr ve Hut isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut tim­salinde berrî ve bahrî hayvanat nazırlarından iki melaiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş. Hem meselâ: Bir va­kit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp ta ancak bu da­kika Cehennem’in dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” İşte bu hadîsi işiten, hakikata vasıl olmıyan inkâra sapar. Halbuki yirmi dakika o hadîsten sonra kat’iyyen sabittir ki; biri geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a dedi ki: “Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o müna­fık, Cehennem’in bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennide, esfel-i sa­filîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet beligane bir surette Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm beyan etmiştir. Cenab-ı Hakk, o vefat dakika­sında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.» (S.342)

3795- «Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir.» (L.91)

3796- qqTEŞE’ÜM •¶_L# : Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış di­nimizde men’edilmiştir. Çünkü böyle anlayış sahibine ervah-ı habisenin ves­vese vermesine yol açabilir. *Sola dönmek. *Sola yatmak. (Bak: Tefe’ül) (Kötü rüyaların anlatılmaması hakkında bir rivayet, bak: 3165.p.)

3797- Kur’an (7:131) (27:47) (36:19) âyetlerinin beyan ettikleri gibi; «cahiliyyede “ıyafet-i tayr” tabir olunur bir falcılık âdeti vardı. Bir yere gide­cekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmün, sola giderse teşe’üm ederlerdi. Kezalik karga gibi bazı kuşların haykırmasında da teşe’üm eder­lerdi. Bu münasebetle herhangi bir şeyden teşe’üm etme yani uğursuz sayıp kuşkulanmaya tetayyür denilmiş, gerek kuş ve gerek saire olsun şom addolu­nan şeye de tayr, tair, tıyare ıtlak edilmiştir. Gerçi esas itibariyle tair, müteyemmen ve şom olmaktan eamdır. Fakat şom olanda isti’mali galebe etmiş ve tetayyür herhalde teşe’üme ıtlak olunmuştur. Resul-i Ekrem Sallallahü Vesellem «?«h«[¬0«ž ²•_«; «ž«— hadis-i şerifi ile tıyerayi nehy ü iptal bu­yurmuştur.» (E.T. 2264)

İbn-i Mace Kitab-ün Nikah 55. Babı, uğurlu ve uğursuz şeyler hakkın­dadır.



3798- qqTEŞRİ’ p
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   147   148   149   150   151   152   153   154   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin