İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə35/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   75

Sermed Muhtar Alus

Tefarikciler — Malûm a tefarik, ufak tefek mânasındadır. Pahada da, yükte de hafif bu kabil malları satana tefarikci denirdi. Ekserisi Yahudilerdi.

Sirkecide Aliefendi, Süslü, Nefaset gibi lokantalar, İzmir, Halep, Cezairi Bahrisefid gibi otellerin altlarındaki kahveler öğle üstü

AYAK ESNAFI

— 1420


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1421

AYAKKABI



müşterilerle, şehirde misafir bulunan taşralılarla dopdolu.

Yüzü sapsarı, avurdu avurduna çökük,

çirozun çirozu bir bezirgan dalardı, içeri: Kış

gecelerinin toplantı oyunlarında (şu köşeye

leş koydum. Yünü dittim, balı yuttum, leşi it-

. tim) gibi dili hiç sürçmeden tutturup:

— Esanslar, lavantalar, kozmatikler, ay
nalar...

Masalara musallat:

— Çeşit çeşidi var, bağendiğini seç yo
zum!

Gözleri fıldır fıldır. Fes sol kaşta, bıyıklan burulu, hovardaca tavırları görünce derhal yılışkan yılışkan yanlarına sokulur:

— Parisin, Viyananm kartpostallarını
vereyim mi?

Usulca göz kırpıp, ceketinin iç cebini göstererek kulağa fısıltıda:

— Ekstara dekolte madam, matmazel
fotoğraflarım var. Yüz numaraya buyuru/ı,
orada yöstereyim!..

Müşteriyi arttırdıkça arttırmış, nihayet biri Ali Efendi loknatasının karşısında, öbürü şekerlemeci Löbon'un yanındaki pasajda iki dükkân açmış, kazancını tıkırına koyup azametinden geçilmez olmuştu.

Sermed Muhtar Alus

Tenekeciler — Galata rıhtımı yapılırken kütle taşları taşıyan römorkörlerin, molozları mavnalara boşaltan dekovil lokomotiflerinin düdüğü gibi tiz, gevrek, kulak zarlarını tırmalayıcı, asabı alt üst edici bir ses uzayıp dururdu:

Tenekecin!

Başlarında limon kabuğu kadar kipkirli fes, üstünde paramparça siyah sarık; yüzde ve çenede göbeğe kadar uzamış, yelpaze gibi açılmış, bir kucak sakal. Cübbemsi hırkanın, rengi belirsiz alaz taraz kuşağının altında yamalı, yırtık pırtık dökme şalvar.

Hepsi Yahudiydi. 10 paraya teneke maşrapanın kulpunu, kademhane ibriğinin emziğini; 40 paraya gusülhanenin, tahtaboşun çinkosunu lehimlerlerdi. Milletdaşları Balatlı, Hasköylü hokkabaz yardaklariyle yarışacak kadar bir kol çengileri çoktu. Aksatayı kuruşa vardırırsa türküyü, oyunu tuttururlar, şaklabanlıklara girişirlerdi.

Anadalâvizo, koiîarıkısa Yetişmedi, Hamursuza

Sermed Muhtar Alus

Turşucular — Her dükkânın mahalleci-leri olup sırtlarında bir fıçı, bir kolunun dirseğinde asılı yine tahtadan mamul küçük fıçısı, bir kap içinde biberli suda turşu mahallelerde bağırırlar: «İlahana bîber turşusu» evlerden çağırıldıklarında, hemen fıçıyı indirir elini fıçının içine daldırır — el teiniz, kirîi her ne ise — çıkardığı lahana, hıyar, patlıcan, domates her ne ise, zaten -kapak tersi çevrilmiş fıçının ağzında durur, onun üzerine ko-yar, doğrar, turşunun suyundan da koyar, müşteri isterse kolunda asılı kaptan biberli su da koyar, öz sermayesi su olduğundan tulumba ve acı çeşmelerden arasıra su koymağı da ihmal etmez, ne yapsın akşam dükkânda hesap vermek vardır. Şimdi o fıçılar kaldırıldığından omuzlarında askı ile gezdirilmekte ve pek musib olarak turşuları çıkarmağa mahsus bir kepçe bulundurulmaktadır.

Turşucuların bir kısmı da merkeple satışa, çıkarlar, hele akşam mahallelerine erken çıkarak birkaç dükkândan çıkanlar bir yerde buluşurlar, merkepleri otlamağa bırakırlar, kendileri de çimenlerin üstünde tâ ikindi nihayetine kadar uyku çekerler; kalkıp her biri birer istikamete yani müdavimi bulunduğu, semte doğrulur. Zaten insan yaradılış itibariyle birçok şeyleri benimseyiverdiğinden, herkes kendi müşterisini bekler, bizim turşu- ' cu, bizim bakkal, bizim kasap, bizim manav ilâh... yekdiğeriyle kesbi ülfet ve ünsiyet edi-verir. Bunlar da bağırırlar: «İlahna biber turşusu!... keskin sirke!...» Deyyy, çüş, gider.

Bu turşucu esnafı da leblebici ve helvacı gibi malı dükkândan tartı ile alır, kalanı öylece teslimederler.

Turşucuların en birinci çıkarları su olduğu gibi leblebicilerin dalaveresi de küçük, aklı ermiyen çocuklardan ve irtikâbı denaet eden büyüklerden de geçirdikleri pirinç, bakır, çinkodur.

Vasıf Hiç

Yoğurtçular — îki kısımdır. Bir kısmı İsparta civarı sükkânmdan olup ötedenberi İstanbulda tavuttun etmiştir, bir kısmı da memlekete gidip gelenlerdendir. Bunlar sureti mahsusada imal ettirilmiş iki kutu içinde

araları ince ve fakat seyyar bir tahta ile bölünmüş fevkani ve tahtanî iki sıra kâseleri bir askı ile ikindiden sonra omuzlarına vururlar, mahallelerde —yaygara yok— yalnız bir:

— Yoğurt!

diye seslenirler. Her müşteri kendi yoğurtçusunu sesinden farkeder; zaten o da bittabi müşteri olan haneleri tanıdığı cihetle evin önünde bir lâhza duraklar, alacaklarsa camı veyahut kafesi vururlar, ya peşinen veyahut veresiye her ne ise -kâseyi bırakır, ertesi akşam tertemiz olmak üzere kâseyi alırdı.

Yaradılıştan mı yoksa âdabı muaşeretin telkin ettiği bir akideden mi, birisinden birkaç kere aksuata edince bizim yoğurtçu, bizim sütçü, bizim bakkal hemen benimseriz; ' satıcı da bilmukabele bizim müşteri der. Mezkûr yoğurtçular sılaya giderken müşterilerini adedine göre gediği ile âhara devreder, mukabilinde bir sıla parası alır, avdetinde devrettiğinden alır, yine verir, hasılı müteselsi-len bir alış veriş oyunu döner, her İM taraf da müstefit olurdu. O kısım yoğurtçular el'an mevcutsa da adedi az hem o helâlzade esnafı görmiyorum. Şubat ortalarında koyunlar kuzulamağa başlayınca Silivri yoğurdu solcun eder, ancak pahalı olduğundan eski müşteri tutmuş takımı kar buz içinde günde bir tenekeyi bin müşkülâtla elden çıkarabilir. Vaktaki mart nihayetlerine doğru sütler çoğalır, yoğurt sırığını vuran mahalleler arasında koşar, her sokakta, her köşede bir ses:

— Silivri Gaymak yoğurt! Silivriden, kara koyunun beyaz yoğurdu! Hay babam hay yoğurdu Silivriden al!

Halbuki bunların kısmı âzami şehir dahilindeki sütçülerin yaptıkları hileli yoğurtlardır. Ne taamında Ie2zet ve ne de çeşnisinde bir rayiha vardır; daha keserken sulanmağa başlar, çatal, kaşık uzatıldığında bir buz gibi kayarak tabağın karsı köşesine kaçar. Bu yoğurtları satanların birçoğu da mevsim nihayetinde yoğurtçuya kırk elli teneke takar. Günde hiç satamıyan dört teneke satar, o sayede evlâdı ayal, geçindirir; neticede bu nâ-reva halleri irtikâp eder. Acaba iyi mi yapıyor, kötü mü?

Vasıf Hiç

Yumurtacılar — Ürgüplü ve emsallerinn buzhane yumurtalarını bir sepete doldurarak: — İri tanzeee.. yırmrtaaa!...

diye sokakları yıkarlar. Kimisi daha ileri giderek kendini köyden yeni gelmiş de beraberinde getirmiş gibi göstermek için daha uygunsuz bir kıyafet takınıp hin oğlu hin bir safdil tavriyle:

— Köyden taze çındım!..

diye asil, necip kimseleri alelhusus pak venezih hatunları kandırıp piyasadan fazla fiyatla satarlar. Hele bir kutu içinde tereyağı bulundurursa çok dil dökmeğe lüzum kalmaz, hemen inandırır. O tereyağı öyle bir yağ ki üç parmak aşağısı hiçbir midenin kabul ede-miyeceği yağlardan mürekkep bir kalıtadır.

En doğrusu göz göre göre tavuğu olan komşulardan almak, kabil olmadığı takdirde civar köylülerin beygir üstünde indirdikleri tavuklarla beraber getirdikleri yumurtalardan almaktır ki, azamî bir haftalık, on günlük yumurtalardır.

Vasıf Hiç

Zarzavatçılar — Başta tabla taşımak âdeti büsbütün kalkmış gibi oldu. Sırtta küfe, yahut merkep, beygir gibi vasıtalarla satmaktadırlar. Nakil vasıtalarının üzerlerini mevsimde bulunan sebzevat envaının adedine göre küfelere vaz olunarak her birlerine ayrı ayrı doldurulup satışa arzolunur. Sebzeler halden, civar ve semt bahçe ve bostanlarından, pazar yerlerinden tedarik olunur, bunlardan, dükkânlardan daha ucuz fiyatla almak kabil olur. Doğru ve noksan tartan her yerde bulunur, müşteri beş on dirhem ağırlığında bir külah giyer, bir kısmı da pazar mahallerinde satış yaparlar. Aklıma bir fıkra geldi. İşittiğime göre Fatih Sultan Meh-med İstanbulıı fethinde hâlen mübarek fet-hiyle anılan mahalde bir pazar kurdurmuş, karinleri: — Pâdişâhım fermanınız büyüktür fakat pazar yeri küçük oldu demişler. Cevaben:

— Onlar birbirlerini aldatırlar geçinirler!

buyurmuşlardır.

Vasıf Hiç

AYAKKABI — Büyükşehir İstanbulun sokaklarını her gün yüz binlerce ayak çiğner, yer yüzünün en eski beldelerinden biri olan İstanbulun fetihten beriye beş asrı doldurmak üzere olan tarihi boyunca, İstanbul kaldırımı çiğnemiş ayaklann sayısı ise ancak astronomik bir rakam ile gösterilebilir. Fakat bu satırların yazıldığı tarihten, yakın ve uzak

AYAKKABI

— 1422


İSTANBUL'

ANSİKLOPEDİSİ

1423 —

AYAKKABI SANATKÂRLARI




mazi boyunca, İstanbulda insan ayağının taşıdığı kabın şekillerini ve isimlerini ve devir devir Büyükşehrin ayakkabı modalarını tespit etmek mümkündür.

Büyük humorist Cemal Nadir Güler «Anıca-bey» Mizah gazetesinde Sermed Muhtarla kalem arkadaşlığı yaptığı «Dünden bugüne» sütununun kendisine düsen kısmında, İkinci Cihan Harbinin ayakkabı buhranından ve gene bu devrin ayakkabı modasınadan şöyle bahsediyor:

«Çifti altmış, yetmiş liraya çıktıktan sonra ona ayakkabı demiye insanın dili varmıyor. Mübarek, ayakkabı değil,

Kadın ayakkabıları oldumolası, erkek kunduralarından pahalıya satılır; zenneye verilen paranın acısı erkek papuçîarmın ucuz olnıasiyle telâfi edilirdi. Amma şimdi öyle mi ay?.. Nice erkek kunduraları var ki .birkaç kadin iskarpini değerinde!..

«Çeşit bakımından da hemen hem'en kadın iskarpinleriyle at başı!.. Vidalası, gılâsesi, ruganı, podüsieti, lâzarı, keteni, köselesi, lastiklisi, demirlisi, çivilisi, dikişlisi, maskaretli-si, maskaretsizi, ince tabanlısı, kalın tabanlısı... Çukulata renklisi, siyahlı, kahve renklisi, beyazı, neftisi, sarısı, kırmızısı, bordosu, tahin renklisi, kül renklisi, bej renklisi..

«Kadın iskarpinlerinden bir farkı varsa o da — şıklar müstesna — bir kunduranın, meselâ siyah bir kunduranın her mevsimde, her elbise ile giyilebilmesidir. Bir erkeğin bir çift siyah, bir çift kahve rengi kundurası oldu mu hem yazı, hem kışı geçirdi demektir. Eğer bir çift de rugan iskarpini varsa düğüne, baloya, dansa da gitti gider!..

«Gelgelelim, sekiz kat elbisesi olan bir kadının hiç değilse altı çift iskarpini yoksa felâkettir. Zira kadının ayağındaki iskarpin renk bakımından şapkaya, elindeki çantaya bağlıdır. Et tırnaktan yarılır, fakat onlar birbirinden ayrılmaz.»

Serraed Muhtar da ayni sütunun karşısında şu notları kaydediyor:

«Bugünkü gibi, dün de kadın ve erkek ayakkabıları başka başka çeşitlerde, modellerdeydi. Yani, yaşa göre de değişik.

«Genç hanımlar sokağa çıkarken siyah glase veya rugan, pek cahiller yanar döner böcek kabuğundan, bir buçuk, nihayet iki par-

mak ökçeli iskarpin giyerlerdi. Velime cemiyetleri, sünnet düğünleri, bayram ziyaretleri gibi yerlere, fazla süslü püslü giderlerken, yine o modelde, elbisenin rengine uygun, beyaz, krem, toz pembesi, havaî mavi atlastan iskarpin. Aşırı alafrangalar kışın ayni deriden, yahut yukarısı gri bej, kahve rengi çuhadan düğmeli botları mutlaka edinirlerdi. Bunların en makbulü 18 düğmelisi.

«Gelinlik kız anası, torunlara karışmış hatunlar basmakalıptan hiç şaşmazlar: Parmak kalınlığında ökçeli, (karamandolu), yani sofa andırır kumaştan bir nevi terlik bozuntusu.

«Körolası dert ötedenberi tazelerde mevcut: İllâki küçük ayakkabı alınacak. Ayağına salapuryalar tıpatıp gelenlerde bile inat da inat:

— Ben numaramı bilmez miyim, 35 tir. Faraş kadarım istemem; imkânı yok almam!

«Tezgâhtar, istenileni çıkarır. Yısa boca, ayağı içine sokar. Tazenin gözlerinden ateş çıkıyor, fakat vecaa işkenceye razı.

«Rütbeli, mevkili kudenıası yanları lastikli, esnek, vidala fotine ve dışarıya çıkarlarken, taşlık kapısının eşiğinde çevrili duran rugan kaloşlara rağbet ederlerdi.

«Genç beyler fotin giyerler, çamurlu havalarda üstüne lâstik geçirirler, güya modayı güden ekseriya züppeler ise kışın: Kanarya sarısı deriden, sipsivri burunlu iskarpin olmadan Beyoğluna, mesirelere adım et-mazlardı.

«Kasım girip havalar yağışladı mı eski kurtlarda, kabzımallarda; Uzunçarşı, Yorgancılar çarşısı, Sandıkçılar içi esnaflarında; tulumba reislerinde, para tutan omuzdaş takımında baldırları kapayacak boyda çizme..»

1887 de İstanbula gelen İtalyan edibi Edmondo de Amicis, (B.: Amicis, Edmondo de) meşhur seyahatnamesinde Köprü üstünü tasvir ederken: «Gözlerimizi Köprünün döşemelerine diker isek, Âdem'in çıplak ayağından Paris'in en son kundura modasına kadar her çeşit ayakkabı görürüz» diyor. Büyük Kapalı-carşryı gezerken kavafları da şöyle anlatıyor: «Birbirine benziyen iki sıralı dükkânlarda Asya ve Avrupayı dolaşan bütün ayaklara mahsus ayakkabı var. Bölmeler, acaip renkli ve tuhaf şekilli saten, işlemeli, tüylü ve kadife terliklerle kaplı; çifti beş franktan yüz franga

kadar, bir kayıkçı karısından bir saraylı ayağına kadar her nevi ve kıymette ayakkabılar; sokağın taşlarını çiğneyecek kösele ayakkabılar, halılar üstünde gezecek papuçlar, beyaz satenden ökçeli zenne papuçları, inci işlemeli kadın terlikleri. Bu terliklerin içine ne girecek olan ayak nasıl bir şeydir? Bir huri, bir melek ayağı mı ki, boyu bir zambak yaprağı, eni bir gül yaprağı kadar. Ecnebilerin en çok dolaştıkları yer burasıdır. Bilhassa genç Avrupalı -kadınlar görülür, ellerinde bir İtalyan veya Fransız ayağının kâğıt üzerine alınmış ölçüsü, gözlerini tutan bir pabuca bu ölçüyü koydukları zaman, pabucun küçük kaldığını görünce hayretten kendilerini alamıyorlar. Bu çarşıda ekseriya beyaz yaşmak-lariyle Türk kadınları dolaşır, onların satıcılarla uzun uzadıya konuştukları görülür, kulağı bir mandolin gibi okşayan berrak sesleriyle güzel Türkçenin âhenktar kelimeleri işitilir: — Bunu kaça verirsin? — Pahalıdır! — Ziyade vermen!..» (E. de Amicis, İstanbul, R. Ekrem Koçu tercümesi, 1938).

Ayakkabının, bütün giyim kuşam eşyası gibi, sahibinin karakteri ile yakın alâkası vardır. Renginden, biçiminden, süsünden onları taşıyan ayaklara hükmeden kafanın hüviyeti hakikate yakın anlaşılabilir. Ayakkabının kullanılışı dahi bu bakımdan çok mühimdir. İstanbulda kadimden beri külhânilik, ko-puklu-k, kabadayılık, itlik alâmetlerinden biri de topuk vurararak yürümek, topuk göstermek idi, o takımın hepsi arkaları basık kundura veya yemeni giyerlerdi. Mahallelerde yangın tulumbaları sandıkları kurulup İstanbulda tulumbacılık denilen yeni bir külhâni, kopuk mesleği gelişince tulumbacılarda yemeni ve kunduralarım ayaklarına arkalarını basıp geçirdiler ve eski topuk gösterme nümayişini devam ettirdiler. Ve bilhassa ayak takımından gençler arasında bu tulumbacı yemenileri ve iskarpinleri son derecede rağbet buldu.

Hiç tereddüt etmeden yazıyoruz: İkinci Cihan Harbi içinde arkaları yumuşak ve ekseriya terlik gibi ıbasılıp giyilen ve adına «Mokasen» denilen iskarpinler moda olup yayılınca çoraplı corapsız topuklar yine meydana çıktı. Bu lâubalilik sür'atle ayaktan başa intikal etti. Sokaklarda, Büyükşehrin caddelerin-de,göbeğinde şıpıtık şıpıtık topuk döğen ayak-

kabıları ile yürüyen ayak gövdeye de o hale denk külhâni eda verdi, gençlerimizin yüzünden eüeb çekingenliği kalktı.

Mokasen iskarpinlerden sonra dar yüzlü, «sokak terliği» diyeceğimiz patiklerin tamimi ruhlar üzerindeki ciddiyet basksmı biraz daha kaldırdı.

Kadın ve kız ayakkabıları da böyledir, esefle tesbit ettiğimiz bir hakikattir ki 1959 yılında Türk kızlarının yüzde doksanının ayaklarında kız ayakkabısı yoktur; sokaklarda bir kısmı balerin patikleriyle, bir kısmı da ucu sivri ve yüksek ökçeli genç kadın iskarpini ile dolaşmaktadır, hattâ görgülü olması gereken analar bakire kızlarına kadın ayakkabısını kendi elleriyle alıp giydirmektedirler. Bakire kızlarımız bu kadın iskarpinleri ve balerin patikleriyle hattâ okullara gitmektedir.

Seke seke ben geldim Çıngırağım hoş geldin..

tekerlemesiyle yürüyen kızların ev hanımı ve meslek hanımı olmak için öğreneceği şeylere başka alâkaları tercih edeceği acı bir hakikattir.

' AYAKKABI SANATKÂRLARI CEMİYETİ (İstanbul Umum) — İstanbulun, faaliyeti en çok göze çarpan esnaf cemiyetlerinden biridir; 18 mart 1340 (M. 1922) tarihinde Fatihte Hilâl kundura mağazası sahibi merhum Hüseyin Hakkı Usta, Aksaraylı Hacı Şevki ve Cemal Akyüz tarafından nizamnamesi yapılarak Fatihte tramvay durak yerinde Hüseyin Hakkı Beyin evinin bir odası merkez ittihaz'edilerek açılmıştır. Cemiyet reisliğine de Hacı Arif Bey seçilmiştir. Bu suretle faaliyete geçen cemiyetin ilk işi, Refet Paşanın kumandasında İstanbula gelen Türk askerine binlerce çift kundura toplayıp, Çapadaki evinde, İstanbullular tarafından pek coşkun tezahürat ile karşılanmış olan paşaya teslim etmek olmuştur. Cemiyetten evvel, İstanbul Kunduracılar esnafı, yaptıkları ayakkabılarını taşradan gelen tüccara ve halka İs-kenderboğazında sokak ortasında teşhir ederek satarlardı. Cemiyet, Sait Paşazade Naci Beyin kıymetli gayreti ile, ayakkabıcı esnafını bu perişan halden kurtarmaya muvaffak oldu. Evkaftan; Çarşıkapıda Çorlulu Ali Paşa, Sinan Paşa ve Kara Mustafa Paşa medreselerini tutarak ayakkabıcı esnafından çoğunu,

AYAKKABI SANATKÂRLARI

— 1424 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— İ425 —

AYAKLI MEYHANE




gayet ucuz kiralarla bu binalarda toplu olarak yerleştirdi. Burada, İstanbul Ansiklopedisi şu notu ehemmiyetle kaydeder: Bilhassa, Çorlulu ve Sinanpaşa medreseleri, Büyükşehri tezyin eden ve Türk yapı sanatı tarihinde müstesna kıymet taşıyan sanat eserlerindendir; bu binalarda yerleştirilmiş bulunan ayakkabıcı esnafının hüsnü niyeti ne kadar üstün, olursa olsun, sanatları, bu binaların hüsnü muhafazasına müsait değildir; tahsil ve görgüleri, içinde bulundukları sanat eserlerinin kıymetini idrake kâfi olmıyan çoluk çocuk denilecek kunduracı çıraklarının, her gün bil-miyerek yaptıkları tahribat —su damlacıklarının taşları oyduğu gibi— inkâr edilemez. Ayakkabıcı esnafını toplu bulunduracak, hattâ bu zenaatm muhtaç olduğu konfora sahip binalar yaptırmak mümkündür amma, bir daha Sinanpaşa ve Çorlulu Alipaşa medreseleri yaptırılamaz.

Cemiyetler Kanunu hükümlerine göre, ayakkabıcı esnafına içtimaî yardımlarda bulunmuştur; esnafın geçim kolaylığı için de bir istihlâk kooperatifi kurumuştur: Mustafa-paşa medresesinde kurulmuş bulunan bu kooperatif, ortaklarının malını satar ve kendisine iptidaî maddelerini temin eder.

Cemiyet, ihtiyarlayıp da çaîışamıyacak hale gelen ihtiyarlara, her ay yirmi liradan aşağı olmamak üzere nakdî yardımda bulunur; ayrıca hastalara, ölenlerin ailelerine keza nakdî yardımlar da yapar; bu yardım her yıl 3000 3500 lira arasındadır. Cemiyet azasının ödedikleri senelik aidat, servet ve iş ölçüsü gözetilmeksizin iki lira olup 1947 yılında İstanbulda mevcut 7000 ayakkabıcı esnafından 2700 ü cemiyete girmiş bulunuyordu. Esnaf için cemiyete girme mecburiyeti yoktur. Bu satırların yazıldığı 1947 yılında Ayakkabıcılar Cemiyetini şu zatlar idare etmekte idi: İdare heyeti reisi Abdullah Vahdi Eriman, ikinci reis Faik Alpan, azalar Sait Bezmez, Ömer Yürü, Nuri Ansan, Naşit Geliş, Hüsnü Bora, mürakipler Ahmet Edin, İzzet Güııen, kıdemli umumî kâtip Cemal Akyüz, kâtip Sırrı Efean, tahsildar Rifat Akbaş.. Cemiyetin, her gün vazifesi başında bulunan bir de hususî doktoru vardır. Kooperatifin banisi Cemal Akyüz olup 1947 de kooperatif ve idare heyeti reisi M. Nuri Toker idi. Kuruluş tarihindeki adı ile, Umum Ayakkabıcı Sanatkâ-

ran Cemiyetinin ilk talimatnamesinden çıkarılan şu notlar da, bu cemiyetin tarihçesi ve bünyesi -bakımından mühimdir:

«Cemiyet usta, kalfa ve çıraklardan mürekkep olarak kurulmuştur. Kunduracılık ile müştagil umum sanatkârlar, milliyet ve diyanet farkı olmaksızın azayı daimeden sayılır. Sabık ustalar, sanat veya cemiyet hakkında hidematı mühimmesi sebkedenler, ayni zamanda bazı hususî simalar ki sanat hakkında beyanatı hayırhahâneleri ve ahvâle göre hidematı mahsusaları sebketmiştir, fakat âza umumî toplantılarda söz hakkına ve istişarî t> rey verme hakkına sahiptirler.

«Cemiyetin kendisine mahsus bir bayrağı vardır. Cemiyetin iskarpin şeklinde (Arap harfleriyle) «Umum Ayakkabıcı Sanatkâr anı Cemiyeti» ibaresini havi bir mü'hri resmi vardır. (Harf inkılâbından sonra bu mühür değiştirilmiştir).

«Cemiyetin gayesi, azaları arasında karşılıklı yardım, ustalarla kesiciler ve kalfalar arasında iyi geçim temini ve kendi menfaatlerinin korunmasıdır.

«Takati yettiği derecede kunduracı atolleri ve muvakkat kurslar açarak şehit çocuklarına, fakir, kimsesiz çocuklara ayakkabıcılık sanatını öğretecek, onları sefalet ve felâketten kurtararak kendi kendilerini geçindirecek bir hâle getirecektir.

«Kendi azalarından kalfalarla çırakların irfan ve sanat ahlâkını yükseltecektir.

«Ustalarla onların yardımcıları olan kalfa ve çıraklar arasında tekevvün eden iş, mesai ve talim bakımından çıkacak ihtilâfların halli için bir hakeme heyeti vücuda getirilecektir; bu heyet bir reis, biri usta, diğeri kalfa iki azadan mürekkeptir. Kalfalara iş bulacak, sanat talimi için atölyelere çırak yetiştirecektir.

«Herhangi bir sebepten siyasî ve medenî haklarından mahrum edilmiş olanlar cemiyetten de çıkarılacaktır.

«Cemiyet heyeti umumiyesi yılda bir defa toplanacaktır. Bu toplantıda bulunabilmek için, azanın, aylık taahhütlerini tamamen ödemiş bulunmaları şarttır. Cemiyetin heyeti idaresi bu içtimada intihab olunur.

«Bir sene müddetle seçilen heyeti idare, kendi aralarından bir reis, bir reis vekili, bir veznedar ve bir kâtip seçerler.

«Cemiyetin bir yardım sandığı vardır. Hastalara, malûllere ve ölüm vakalarında sanatkârın ailesine lâzım gelen nakdî yardım bu sandıktan yapılır. Bu sandığın sermayei iptidaiyesi. bir defaya mahsus olarak ustalardan on, işçilerden beş kuruş toplanarak temin olunacaktır.

«Cemiyet İstanbulda muhtelif şubeler açacaktır; Büyükşehir Beyoğlu, Üsküdar, Ba-yazıt ve Karagümrük olmak üzere dört mın-takaya taksim edilmiştir. Bu nııntakalarda şube açabilmek için, mevcut sanatkârların adedi üç yüze varmış olması şarttır.

«Bir çırak, ustasının yanında kalfa çıkıncaya kadar çalışacaktır. Bir mazeret dolayı-siyle ayrılırsa, ustasından vesika almağa mecburdur. Vesikasız çrraklar başka ustalar tarafından işe alınmıyaeaktır. Ustalar, mai-yetlerindeki kalfa ve çırakları muntazam çalıştırmağa ve haftalıklarını muntazaman vermeğe mecburdurlar; işine nihayet vereceğini on gün evvelinden kalfa veya çırağına haber verec&ktir; vermediği takdirde on günlük yev-yesini vermeğe mecburdur. En az ilk tahsilini tamamlamamış çıraklar çıraklığa alınamaz. Çıraklık için mahalle ilmühaberi, ebeveyninin muvafakat ve teminat mektubu ve çocuğun sıhhat raporu şarttır».

1936 tarihli bir prospektüsde, de cemiyetin sıhhî teşkilâtı hakkında şayanı dikkat malûmat verilmektedir; şöyle ki: Kendilerine Ayakkabıcılar cemiyetinin âzalık hüviyet cüzdanı ile müracaat edecek hastalar için, dahiliye doktoru Ali Rıdvan, göz doktoru Şükrü Ertan, dahiliye mütehassısı Dr. Armanak, dahiliye ve efrenciye doktoru Leonidis Niko-laidis, dahiliye mütehassısı Dr. Kerameddin vizitelerinde fevkalâde bir tenzilât yaparak kalfa ve çırakların parasız, ustaların 50, atölye sahiplerinin 100-150, tüctarların 150-200 kuruşa muayenesini kabul etmişlerdir. Cemiyet, ayrıca, muhtacı muavenet âzalarının doktor vizitesiyle ilâç parasını da üzerine almıştır. Dahiliye mütehassısı doktor Armanak da, cumartesi, sah ve perşembe günleri bir saat cemiyet merkezine gelerek kendisine müracaat eden esnafı parasız muayene etmektedir. Diş doktorlarından Nureddin Muhtar, Mehmed Esad ve Muhsin Nezihi de keza muayene ve tedavi ücretlerinden cemiyet azalarına azamî tenzilât yapmışlardır.

Cağaloğlu eczahanesi sahibi Bay Kadir Sorkum, Karaköy eczahanesi sahibi Bay Hüseyin Hüsnü, Gedikpaşa Merkez eczahanesi sahibi Bay Vahram Asaduryan da, ilâç ücretlerinde kalfa ve çıraklara yüzde yirmi, ustalara yüzde on beş, atölye sahipleriyle tüccarlara yüzde on tenzilât kabul etmişlerdir (1947).

Cemiyet merkezinin bulunduğu Çarşıka-pıdaki Karamustafapaşa Medresesi son imâr istimlâkinde yıkılmış, Cemiyet merkezi yine o civarda Tiyatro Caddesinde Aydın Saray İş Hanının ikinci katma nakledilmiştir.

İstanbul Ansiklopedisi bu cemiyetin en ciddî müesseselerimizden biri olduğunu bilhassa belirtir.

AYAKLI KÜTÜBHANE — Eski İstanbul zürafası tarafından ansiklopedik malûmatı çok sağlam ve geniş, kitaba bakmadan her fenden salâhiyetle bahsetmeğe muktedir kimselere takılan bir isimdir (B.: Mehmed Efendi; Ayaklı kütübhane).

AYAKLI MEYHANELER — Büyükşe-hirde, artık hiç kalmamış olan kadehle seyyar rakı satıcılardır. Hükümetçe daima takip edilmiş kaçak esnaftandı.

Kayıkçı, harnmal, dellâk makulesi ve İs-tanbulun baldırıçıp-lak pırpırı külhani-leri, büyüklü küçüklü gedikli meyhanelere giremezlerdi (B.: Meyhane); ya, gayet dar ve pis koltuklara giderler, yahut da, bu ayaklı meyhanelerden demlenirlerdi. Ayafelı meyhaneler, ekseriyetle Ermeni-den olurdu; dükkânı, "tezgâhı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisi idi. Beline ucu musluklu içi rakı dolu gayet uzun bir koyun bağırsağı sarardı; sırtında cübbe, cübbenin iç cebinde bir kadeh, omuzuna da, ayaklı meyhane olduğunun Ayakh Meyhâne alâmeti olarak bir (Resim: Behçet)

AYAK MÜHÜRLEMEK

1426


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1427 —

ayaktaşı




Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin