İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə34/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   75

eli ile)

Çocukları içeri alır almaz başparmağı daldırıp damaklarını kaldıran kaldırma arka üstü yatırıp kasıkların daki feorku damarlarını basana; ardından çömleğe oturtup, aptesha-neye götürüp (çiş, çiş!) lerle idrar ettiren ettirene.

Ocakçının işi, büyüklüğüne küçüklüğüne göre 40 paraya, 2 kuruşa, bilemeden 100 paraya ocağı, bacayı süpürmek, (kurumlarını almak; mutfağı, taşlığı batırıp köpek bağlansa duramıyacak hale sokmak, o kapkara pislikleri temizliyeceğiz diye kadıncağızların da anadan emdiklerini burnundan getirmekti.

Sermed Muhtar Alus

Oynar oynar balıkçılar — Kendi oltasiyle tuttukları balıkları kendi eliyle satan ve hemen hepsi de Büyükşehirde mihnet ve me-

şakkat içinde yaşayan insanlardır, tereddütsüz hâneberduş olmıyam nâdirdir denilebilir'. O gün kazandıkları ile yerler, içerler, ertesi günü de rızıklarını yine denizden beklerler. Hemen daima, çığırtkanları da kendilerine benzer; «Köprüaltı çocuğu» denilen tülü kafa, yalın ayak, pırpırı oğlanlardır. En çok Eminönü meydanının Balıkpazarı ağzında, Köprünün Galata basında görülür; çıngıraklı sesleriyle:

— Oltanın bunlar, oltanın.. Oynar oy


nar!., diye bağırırlar...

Oynar oynar balıklar, tartısız, götürü pazarlık veya sayı ile satılır:



  • Haydi.. Bir dostluk kaldı!.. Oltanın
    bunlar.. İki kilo var bunlar.. Yüz -kuruşa ve
    riyorum!..

  • Oltanın kefal!.. Oltanın kefal!...

  • Oltanın lüfer... Oltanın lüfer!..
    gibi şeyler söylerler (B.: Ayaşlı, Hüseyin).

Sattıkları hakikaten taptaze balıklardır. Ve hakikaten ucuza verirler.. Düşkün kıyafetlerini görüp aldatılacağım sananlar aldanırlar.. Şuradan buradan bayat balık bulup safdillere sürmek isteyenleri aralarında barındırmazlar.. Gayeleri kefafı nefistir, içki parası ile kendi mezelik payları çıktı mı, o gece için mesutturlar.. Göründüklerinden çok daha gene insanlardır ve çoğu ihtiyarlamadan içkiden, veremden, soğuktan ölürler.. İçlerinde sabıkalılar da vardır, fakat oynar oynar balık sattığı zamanlar, her şeyi unutmuştur.

Palamut ve torik tavacıları — Amele, kayıkçı, hammal ve ırgat makulesinin kalabalık bulunduğu semtlerde, Halicin Galata iskelelerinde, Tahtakale ve Küçükpazar, Uzun-çarşı taraflarında görülen esnaftandır; içlerinde kadınlar, ayak esnaflığına çekirdekten yetişen, çocuklar da vardır: Mangal üstünde bir kalaylı tepsi, içinde vıcırdayan yanık bir yağ, (zeytinyağı 'niyetine susam veya ayçiçeği yağı), bir tarafta bir tabak un, bir kenarda kesilmiş palamut halkaları, bir elde kara maşa., taze çeyrek ekmeği göbeğinden yarıp da nar gibi palamudu ortasına yerleştiren, kendisini bey, bezirgan bilir. Alan memnun, satan memnun., öğle üzerleri, bâzıları balık kızartmağa vakit bulamaz, müşterileri âdeta nöbet bekler... Rs-tır ve gönül geçmiyen yer olmaz, bunlar da

gözdelerine orta parçaları, bıçaktan nasılsa kalınca çıkmış halkaları ayırırlar...

Vasıf Hiç

Bu esnaf tarafından halka halka kesilip kızartılan toriktir. Palamudu, başını atıp yakadan kuyruğa bel kılçığı iki parça yapup kızartırlar, balık büyükçe ise o parçalara bir bıçakda ortadan yanlamasına vururlar, bu suretle bir balıkdan iki yaka ve iki kuyruk dört parça çıkarırlar.

Pekmezciler, Tahin Pekmezciler — Kış

günleri bazı kimseler omuzlarında büyük bir desti içinde: «Koyu pekmez! Bal gibi pekmez! Antep balı pekmez!» diye satarlardı. Hayli vakit geçti, onlardan bir eser göremiyorum



Vasıf Hiç

Tahin, pekmezciler, zamanımızda umumiyetle Safranbollu, Taşköprülü, tek tuk de Konyalıdır. Omuzlarında askı, ki yanında çift güğümler, ikisinde tahin, ikisinde de pekmez: «Koyu pekmez!.. Taban pekmez!» diye bağırırlar. Gündüz nadiren görünürler, Büyükşe-hîr sokaklarına bilhassa ortalık karardıktan sonra dağılırlar, sonbahar ve kış geceleri saat ona, on bire kadar dolaşırlar.. İkinci Cihan Harbinin geçim darlığı içinde, birçok ailelerin akşam yemeği, bir tabak tahan pekmeze çoluk çocuk ekmek banmak olmuştur.

Peynirli pideciler — İkinci Abdülhamid devri sonları Fatih, Saraçhanebaşı, Sehzade-başı, güzergâhında, evleri cadde üstünde veya caddeye yakın olanları, sabahın alaca karanlığında, tatlı uykularından uyandıran gür, tiz, heceleri uzata uzata bir ses çınlardı:

— Âlâ çayır peyniriyle, erbabı bilir!.. Kısacık boylu, badi badi yürüyüşlü, omuzdaş tavırlı, İstanbul çocuğu olduğu besbelli bir uçarıydı. Tırıs yaman bir Midilli gidişiyle çarçabuk gözlerden nihan olur. Fatihe civar Çarşambadan kalkıp Veznecilere varıncaya kadar başında taşıdığı, elleriyle hiç tutmadığı tablasındaki peynirli pideleri tüketirdi. Sattığı pide ağızlara lâyık, peyniri, yumurtası bol, yağı âlâ, pamuk gibi de yumuşak.

Sermed Muhtar Alus

Pilavcılar, Kuskuscular — Galata, Per-şembepazarı, Çeşmemeydanı ve civarında arada bir Yenicami ve Unkapanı cihetlerinde gö-



AYAK ESNAFI

1414


İSTANBUL

ANSÎELOPEDİSÎ

1415

AYAK ESNAFI





Simidci

(Resim; MüsâMbzâde, Eski İstanbul yaşayşı)
rülen baş suyu ile pişmiş pilâv satanların ekserisi Karamanlılardan mürekkep olup geceleri çıkarlar, Galatadakiler tâbesabah ahzü ata ederlerdi. Sehpa üzerindeki tablaya bir tencere oturturlar etrafını, suyunu kullandık-. lan baş ve beyinlerle süsliyerek kaşıkla tak tak tablanın kenarına "vurup müşteri celbine sai ederler, alış verişin az veya çokluğu derecesinde tablanın kenarına diktikleri fenerin içindeki mum veya lâmbaya gözler çevrilerek dertlerine yanarlardı.

Kuskus pilavcılar ise sırtlarında küfe büyüklüğünde bir sepet içinde daima kalaylı bulundurdukları bir tencere, sepetin kenarında uçları delikli iki teneke kutu birisinde tuz birinde karabiber ekseri pazar yerlerini ve çarşı içlerini dolaşıp: «Bizim pilavcı geç kaldı!» diyen müşterilerine: «Kuş kuşum kuş kuş!» sadalariyie arzı endam müjdelerini, tencerelerinin dumanları görülmeden evvel kulaktan işttirirlerdi. Bu esnaflarda Türk, ve Ermeni işçileri olup mevcutları çok kalmamakla beraber tek, tuk orada burada göze çarpmaktadırlar.



Vasıf Hiç

Sabah sabah Eminönü Bayazıt, Fatih, meydanlarında sehpalar; üstlerinde değirmi tablalar; tablanın üzerinde koca bir lenger görünürdü. Kuskuscular Anadolulu, hepsi de tepeden tırnağa yağ içinde, kirli kukla; hep de:

— Gusgus pilâ-
vu, gusgus pilâvu! .
diye kısık sesleriy
le, sattıklarını ağ
zın içinde geveler
ler. Müşterileri ha
mal camal, ırgat
m ı r g a t tay
fası, ve eskiden
bir de medrese yo
bazları. Onluğu ve
rene kepçe dolusu „ , , ,
^* Eırbalı saka

kuskus sunarlar. (Resim: Fotoğrafdan Ayhan


Gel gelelim o pilâv eli ile)

bugünkü gibi vıcık vıcık, halis çevriş yağından. Avurtta, damakta yapışkan yapışkan donar. ..



Sermed Muhtar Alus

Sakalar — Gaz tenekelerinde Hamidiye suyu, Terkos suyu taşıyan sakalar sonraları çıktı. Daha öncekiler, kılık kıyafetçe bunlara benzemezdi; başlarında soluk yazma bağlı, kenarı bir parmak yağlı, kalıp yüzü görmemiş fes; sırtlarında softaların kazekisi gibi kolsuz, sahtiyandan bir ceket. Kayışla bir omuza takılıp koltuğun altından sarkıtılmış, bir tarafı geniş, öbür tarafı dar, manda derisinden, içi bir küp su alır, henüz sütten kesilmiş dana cüsdsesinde bir kırba.

Küçük evlere mahalle çeşmelerinden lö
kün kokulu, bulanık, içinde vıcıl vıcıl kurt
lar kaynayan Kırkçeşme veya Halkalı suyu
nu taşıyıp dururlar, kırba dolusuna 10 para
alırlardı. Sermed Muhtar Alus

Sakız leblebiciler — Bin üç yüz otuz yılına kadar ensesinden kayışla beline kadar asılmış bir torba içinde taze kum leblebisi satan Rumlar vardı. Mahallâtta mesire mahallerinde: «Sakizzzz... leblebicin..» der gezerler-di. Şimdi onların mevcudu kalmamışsa da el arabalarında sakız leblebisi, Amerikan fıstığı, çam fıstığı, kabak çekirdiği, eskiden çocukların pek sevdiği olup şimdi nadiren görülen abdülleziz satanlar vardır.

Vasıf Hiç

Simitçiler, Pideciler — Edinebildiği muş-. terisine kadar kimisi başında tabla ile, kimisi sepetle ve kimisi de bir değneğe geçirerek muvazzaf olduğu fırınlardan çıkarlar, âdeta birbirlerini kovalarcasma bazısı sokak aralarında gezer, bazısı çocukların toplu bulundukları mektep önlerinde: «Isıcak ısıcak taze taze göttüm (getirdim)» diye bağırırlardı. Bazı satıcılar tablalarında kaşar peyniri de bulundururlardı, simitle taamı hakikaten leziz olduğu için daha fazla satış yaparlardı. Gece simitçileri de çıkarlardı. O vakitler akşam ezanından dört saat sonraya kadar kahvehaneler açık bulunduğundan birbiri ardınca gelirler, ben içeride iken sen neden geldin diye kavga.ve doğuş ettikleri de görülürdü. Simitler beşlik, onluk, yirmilik olmak üzere üç kısım olduğu gibi yuvarlak ve uzun, yani müs-tatil şeklinde yapılırdı. Acemi çırak simitçi-

lerle bazı kimseler kahvehanelerde alay ederlerdi, meselâ yedi tane beşlik simidi önüne koyar: «Olğlum bunlara otuz beş para vereyim de bana ver» derler, çırak hesabı kavrayamadığından itiraz eder: «Olmaz!» alaycı; «Neden olmasın kuzum, ben yabancı değilim, benden ustana selem söyle o sana bir şey demez olmaz mı?» «Olmaz efendüm benden bi bi paraları isteyo, viremen!» der latifeyi lâtif bir tarzda bırakarak: «Bak çocuğum, bu iki simit kaç para? On para, —ikişer ikişer sa-yıp — altısı otuz para, bir tanesine de beş para, doğru mu yavrum!» diyerek zihnini kandırır, parayı verir simitleri alırdı. Ertesi gece çırak o zati bellediğinden önüne dikilir bir otuz beş para daha almak ümidiyle gözlerini diker, nasibi varsa alır gider, yoksa boynunu bükerdi.

Kaç simit yiyebilirsin diye bahislere de girişilirdi. Dediğini yapabilen beleşten çöp-lenir, yiyemezse, yani taahhüt edindiği mik-darı bitiremezse yediklerini bittabi öderdi.

Kandillerde bir gün evvelinden simitçiler çıkar, yer yer sergiler yapılır, miskler gibi kokan kazan yağlılar meydanı alırdı. Ramazanı şerifte otuz gün pide ve simit çıkardı. Evine simit alan bazı ağniya serginin veyahut fırının önünden geçen iki yoksulu da sevindirirlerdi.

Bilemem, her gecenin yine gündüzü var ama, o pak adamlar nerede?

Simitlerin en meşhuru Beylerbeyi ve Ha-sanpaşa fırınlarında çıktığından kimisi: «Misk kokulu, misk kokulu Beylerbeyinin-», «Kandil - veyahut - Ramazan gülleri!», kimisi de: «Taze taze, misk kokulu, Hasanpaşa fırınının!» diye bağırırlardı.

Pidecilerin de: «Ey canım has bidelerim has!» «Ey!.. Isıcak bide!.. Yoruldum gide gide... ataş gibi ataş!» nidaları vardı.

Sucular — En eski olarak geçen asrın sonlarındaki sucuları biliyoruz. Yaz sıcaklarında meydana çıkarlardı. Bir elde yarıya kadar sırlı, kocaman bir testi; öbür elde iki kalın bardak; bardakları

birbirine hafifçe vurup 'şıkırdata şıkırdata bağırırlar:

— Aşlamaaa!... Haniye buz gibi sudan
içen?

Gevezeleri de çok:



  • 32 dişe, 32 makamdan mızıka çaldı
    rıyor!

  • Hey mübarek, kaynanamın dilini
    dondurdu; koca karı dırlayamaz oldu!

Kırkçeşme, Halkalı, Taksim sularının bardağı beş paraya; ötekilerinki 10 paraya. Kayışdağı, Çamlıca, Taşdelen, Karakulak, Göztepe diye sürdükleri hep keçe suyu, yahut da Hamidiye ile Terkosun karışığı idi. Ağzının tadını bilenler ayağına üşenmez; Ye-nicami kemerine dönülecek yrde, hiç durmadan zili ötüp duran (Çar ebru) tombalak Ru-mun tezgâhdarlık ettiği dükkâncığa koşup halis Karakulağı, diker; Köprünün öbür yakasında iseler Karaköydeki börekçi f irinin kapısına seğirtirlerdi. Ve lâkin peştemallmm bardak bardağa soktuğu, bir iki kere devrettirdiği simsiyah, lime lime çuhaya göz yummak, aldırmayıp canbaza bakmak gerek.

Sermed Muhtar Alus

Bir vakitler belde bardakları muhafazaya mahsus tenekeden mamul bölmeli bir kutu, bir bölmenin üstü kapalı para atmak için delikli çekmece, bir elde serin durması için yapraklarla sarılmış desti, diğer elde bardak yıkamağa mahsus içi su dolu bir ibrik, iki bardağı birbirine vurup şakırdatarak:

— Buz buz buz deryası buz!..

diye dolaşırlardı. Şimdi bu kabil satıcılara nadiren tesadüf olunuyorsa da sırtta karlıkla, yani bir su tenekesi içine yine tenekeden mamul bir boru içinde buz suyun içine bırakılıp soğuk su satanlar varsa da halis tatlı memba suyu satanlar pek az olup ya yarıya acı ile tatlı mahlut veyahut doğrudan doğruya kumpanya suları olup şap ile durdurulmuş ve 'bir mikdar buz ile soğutulup:

Aşlamam buz buz buz.. Âbı hayat satıyorum..


l

AYAK ESNAFI

— 1416


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1417

AYAK ESNAFI




diye Karakulaktan Kayışdağma kadar uçuru-lur veya Hünkâr suyundan Kanlıkavaktan dolaştırıp Çırçır suyunda bağlanılır. Seyyar sucuların 'beygirler, merkeplerle dolaşanları da varmış.

Vasıf Hiç

Sülükçüler — Mayıs ayı hululünde, göllerden çıkardıkları sülükleri şişelere doldurarak: «Sülük, taze sülük, canlı sülük!..» diye sokaklarda, mahalle aralarında, pazar yerlerinde satan ve ekserisi Kıpti olan satıcılar hâlâ mevcuttur.

Vasıf Hiç

Sütçüler — Birinci Cihan Harbinden evvel sütçü; sabah ve akşam üzeri şehri devre çıkan ve öğle zamanlarını îstirahatle geçiren bir seyyar satıcıdır. Sabah daha ortalık ağarırken işe başlar, bir sırığın iki ucuna geçirdiği güğümlerini omuzlar, eline okkalık, yarım okkalık, yüz drhemlik ölçülerini alır; bağırmağa başlardı: «Sütçü!... Süt!... Sütçü!...»

Akşam devre çıktığı vakit sırığın yalnız bir tarafında güğümler asılıdır, öbür tarafına, üzerine sıra sıra yoğurt kâseleri istif edilmiş bir tabla takar yine dolaşmağa başlar. Sütçü yine «Sütçü! Süt!» diye bağırır, yoğurt kelimesini ilâveye lüzum görmezdi, öyle ya, akşam sütçüsünde yoğurt da bulunduğu herkesçe malûmdur.

O zaman her sütçünün bir mıntakası ve bu mıntakada malûm ve muayyen müşterileri vardı. Okkası kırk para ile altmış para ara-

Sütcüier, 1874 (Resim; C. Biseo)

sında satılan süt ekseriya peşin para ile satılamaz, çeteleye çentilirdi.

Bugünkü neslin belki yalnız adını işittiği çeteler adî bir tahta parçasından ibaret olup, o devirde sütçünün, ekmekçinin hesapları aydan aya çetele ile görülürdü. Sütçü kendisine kapı aralığından bir kâse ile beraber uzatılan çeteleyi alır, sütü ölçer, boşaltır, sonra çeteleye verdiği mikdarı çizer, yani bir okka için tahta üzerine iki tarafı örülmüş derin bir çentik, yarım okka için yalnız bir tarafa vurulmuş bir çentik (B.: Çetele).

İlk Cihan Harbi sıralarında sütçü ve çetele sokaklardan kayboldu, 1918 Mütarekesinden sonra sütçü tekrar meydana çıktı,, fakat çetelesiz olarak. Güğümler sırttan indi, elde taşınmağa başlandı. Kâse yoğurdu seyyar sütçülerde bulunmaz oldu.

Bir aralık İstanbul Belediyesi süte su katılmasını men etmek maksadiyle açılmaz güğümler yaptırdı, sütçülere üzeri kırmızı etiketli olan bu güğümleri tevzi ett; başka çeşit güğümlerde süt satılmasını menetti; fakat sütçü esnafın söylediklerine inanmak lâzım gelirse, temizlenmesi çok güç olan ve daha doğrusu tamamiyle temizlenmesi imkânsız olan bu güğümler ancak kısa bir zaman piya-da görüldü, sonra yerini yine eski güğümlere bıraktı.

Bugün Büyükşehrin hayatı tamamiyle değişmiştir, onun için sabahleyin süt satan sütçü yoktur, yalnız öğleden itibaren gece geç vakitlere kadar dolasan elinde iki güğümü, litreleriyle ekserisi taşralı mahdut sayıda sütçü kalmıştır.

Muzaffer Esen.

Şam işi Tatlıcı ve Kurabiyeciler — Ab-dülhamid devri sonlarında Yenicami saatinin önünden Postahaneye (şimdiki İş Bankasına) dönülünce, köşede bir hacı babaya rastlanırdı. Başında rengi atmış bir abani sarık, çil gözlerinde çapaklar, sırtında paçavraya dönmüş entari: mutlaka da yere bağdaş kurmuş. Önünde bakır tepsi, içinde baklava baklava kesilmiş, kahve renginde irmik tatlısı; etrafında yüzlerce sinek, eliyle kışlaya kışlaya, kafasını sağa sola sallaya sallaya, tepsiye tükrüklerim saça saça, maval okur gibi:

— Şam işi, Şam berekâtı, 50 dirhem yir-rni, guri guri gür! gür! u hiç ara vermeden tekrarlar.

20 dediği kuruş değil, para. Tatlının okkası 4 kuruşa geliyor. Ne mal idüğünü kıyas edin artık.

Yenicami kemerine varmadan, sağ tarafın yaya kaldırımında bir ak arap daha vardı. O da entarili, fazla olarak parmak dikişli hırkası da var. Onun da gözleri yakı deliğinden farksız:

— Kolum şeba, ya tıtlâba! nakaratiyle, beyaz undan, beyzî beyzî, Şamkârî /kurabiyeleri 10 paraya satar; yazlık köşklere haftalarca postu sermeğe giden eski sütnine-ler, çırak çıkarılmış kalfalar bunlardan alıp torun beylere, hanımlara götürürler; evin büyükleri zahiren pek-memnun olur, getirenlere göstermeden ahretliklere tıkmdırııiardı.



Sermed Muhtar Alus

Şarkı ve kanto satıcıları — İpsiz sapsız güruhun bazısı da, ellerinde birer formalık «Hikâyei nıüntehibe», yahut «Yeni yeni şarkılar», «Yeni yeni kantolar» la dolaşırlar, en rağbette şarkılardan meselâ «Çare bulan olmadı bu yâreye», «Şevkinle hayalinle olur neşe bedîdar» gibileri; kantolardan da «Nalei cangâhı canan duymayor», «Yandan yırtmaç fistanlar, görünüyor tombul bacaklar» kabi-Inden olanları söyler dururdu.

Sermed Muhtar AIus

Şekerciler — Büyükşehirde hemen hiç kalmamış eski seyyar şekerciler, seyir yerlerinde gezerlerdi. Bilhassa ayak takımının dolduğu Karacaahmetteki Divardibinde; Bülbül deresindeki Bitli Kâğıthanede; Hıdrellezde Haydarpaşa çayırında, mayısın ilk günü Kurbâğalıdere ve Fikir tepesinde; İstanbul tarafında da Çırpıcı, Veliefendi, Bayrampaşa, Hastahaneçayırı, Eyüpde Fulya tarlası, ötesinde Silâhdarağada.

Çoluk çocuğun kaynaştığı bayram yerlerinden, sair günler mahalle aralarından eksik olmazlardı.

Başlarında, bir omuz üzerindeki sehpaya oturtulmuş tabla; üstünde ince değneklere geçirilmiş kıpkırmızı şekerden tepeli, ibikli horozlar; kenarları tırtıl tırtıl yuvarlaklar; ayni mahluta bulanmış elmalar, kuru incirler, cevizler. Tablada elvan akide, lâtilokum, türlü renklere boyanmış leblebi, kişniş sökerleri de var ama çocukların can attığı horoz da horoz.

Bunları satanlar külüstür şekerci dükkânlarında çıraklık eden, Safranbolulu, Geredeli, Dadaylı hemücüklerdi.

Tıpkı Denizli horozu gibi uzayıp giden, yüreklere ezinti, âdeta üzgünlük veren sesleri etrafa yayılır:

—-. Şekeeeer!..

Ayni tarzda bağırış bir de mısır mevsiminde, seyyar mısırcılarda vardı. Bu sürekli, firaklı nağmeyi duyar duymaz bütün sıb-yanlar annelerine koşar:



  • Bana 10 para ver!

  • Şimdi 10 parayı ne yapacaksın? diye
    sormağa hacet yok; çünkü ses onların da ku
    laklarına çoktan erişmiş. Azarlayış hazır:

  • Horoz şekeri alacaksın değil mi? Çat
    la, patla, dünyada vermem. Yüzünü gözünü,
    üstünü başını baştan aşağı kırmızılara bula-
    yıp tiyatro soytarilerine mi döneceksin yu
    murcak?..

O anda yumurcakta avaz avaz feryad; yerlere yatıp ağzından burunundan salyalar, köpükler aka aka ter ter tepinme; etinden et kesilmiş gibi ulum ulum uluma:

— Hoyoz şekeyi isteyim?

Şamar, kötek, bora bora çimdik para eder gibi değil. Başı kesilen tavuk gibi yerden yere kendini atıp çırpına çırpına helak olur. Hafazanallah boncuk illetine (havaleye) uğrayacak. Nihayet hatun:

— Al, son yeyişin olsun işallah! diyerek


onluğu fırlatır.

Dört nala koşup horoz şekerini alan çocuk yalaya yalaya bitirip dönünce, ikindi uykusundan gözlerini açan, biraz önceki feryadü figandan hiç haberi olmayan anne annesi veya baba annesi ötüverirdi:

— .Senesi galiba? Yavrucuk ya kızamığa,
ya da kızıla tutuldu. Hayırlı olsun ama artık
40 gün, 40 gece çekecek çilemiz var!

Sermed Muhtar AIus

Bunlar da dükkânların kıyye ile alıp vericileridir. Şeker tablası üstündeki camekâ-nı şekerlerin çeşidine göre böler, her çeşidi ayrı yere koyar, camekân üzerine horoz şekeri, düdüklü şekerleri dizer: «Şeee.. ker... ci ci ci... şeker!...»

diye bağırdı mı, çocuklar da mukabelede geç kalmazlar, kimi horoz, kimi kuş, kimi ördek, kimi düdük şekerinden alacağım diye .bağrır, kimisi al evlâdım diye üzmez, kimi çocuklar da

AYAK ESNAFI

— 1418 —


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

— 1419 —

AYAK ESNAFI




vardır ki, ya yokluktan veya ebeveyninin hissetinden isterim isterim diye terter tepinir, bu âlem böyledir, kime ne demeli, ne yapmalı bilemem!

Çocukların en ziyade sarıldıkları iki kavrulmuş dedikleri ki şekercilerin ocak başlarında bulundurdukları bir çömleğin mahsulüdür; seker kaynatılırken tencere üstündeki köpükler atılır, tencere dibinde kalan buraya dökülür, sinek dahi düşer, işte iki kavrulmuş bu şekerdir; bilmiyerek ben de birçok çocuklar gibi iki kavrulmuşa sarardım, zira dişe çok dayanır.

Vasıf Hiç

Şemsiye - Bastoncular — İkinci Abdül-hamid devrinde ve onu takibeden Meşrutiyet yıllarında şemsiye yalnız dükkânlarda satılmazdı. Eminönü kemerinin altında, meydanda, köprü üstünde, yağmurlu havalarda, seyyar şemsiyeciler dolaşır, bağıra bağıra şemsiye satarlardı. Fakat asıl şemsiye borsası, Ga-latada hazır elbise satan Avusturyalı Iştayn mağazasının önünden —yukarıya doğru uzanan köse başındaki Piyanko bileti satan tütüncü ve gazeteci dükkânının arasındaki sahada idi.

Burada, bir köşeden öteki köşeye kadar gidip gelerek satış yaparlardı. Bazan Aziziye karakolunun önüne kadar uzadıkları da olurdu. Karakol, şimdiki Vagon-linin bulunduğu yerdeydi.

Seyyar şemsiye satıcılarının çoğu yahu-dilerdi. Aralarında Rumlar da vardı. Yahudiler, havı dökülmüş, yakası yağlı redingot yahut istanbulin giyerlerdi. Paltosu olanlar, istanbulin veya redingotlarının üstüne geçirirler, olmıyanlar yağmur ve kar altında, titriye titriye dolaşırlardı. Nar çiçeği renginde fes giyerlerdi. Kalıp tablalı idi. Sekiz on tel kalmış püskül daima arkada dururdu. Fesin kenarları çepeçevre yağlıydı.

Takma yakalı ve muhtelif renklerde gömlek giyerler ve tek kanatlı yakalara siyah plâstron boyunbağı bağlarlardı. En sağlam tarafları ayaklarıydı. Kunduralarının üstüne lâstik geçirirler, ve bunların alt taraflarından ip takarak üstünden sımsıkı bağlarlardı.

Rum satıcılar kıyafetçe Yahudi meslek-daşlarından bir numara daha üstündü, Bunların bazıları gemici kasketleri giyer, sırtları-

na kukuletalı muşamba, yahut o zamanlar (makferlan) denilen pelerin atarlardı.

Şemsiyeleri sap tarafından — o devirde şemsiyeler ekseriyetle devrik saplıydı. Bu^ günkü gibi topuz başlılar pek yoktu— sol kollarına asarlardı. Orası kâfi gelmezse sağ ellerine de asarlar, kollarını göğüslerine çap-rastlıyarak yürürlerdi.

Mallarını türkçe olarak satmazlar, daima rumca söylerler, habire bağırırlardı:

— Umbrela! Umbrela!

Sapı gül ağacından,- kumaşı ipekten zarif ve güzel şemsiyeler satmazlar, basit, bezi bayağı, sapı demirden ve üzeri açık kahve .telvesi renginde boyanmış şeyler satarlardı. Bunların en aşağısının fiatı (6), en yükseğinin değeri (20) kuruştu.

Münir Süleyman Çapanoğlu

Şerbetçiler — Meşrutiyetten evvel şerbetçiler, sucularla -atbaşı beraber yarışta, iki nevidirler: İzmirinkiler, yerliler. İzmirinkiler fiyakalı tiplerdi: Başlarında sırma işlemeli ırakiye; üstüne kefiyenin küçüreği bir ipekli sarık, şakaklarda -kıvır kıvır zülüfler, bıyıklar burulu, yüz sinek kaydı tıraşlı, sırtta tertemiz mintan, önde sakız gibi peştemal. beldeki kemerin pirinçten, pırıl pırıl gözlerine bardaklar sokulu. Arkada koltuk altlarından kayışlı, koskoca bir kallavi: Tıpkı büyük Çin vazoları boyunda ve şeklinde, aşağısı ve yukarısı ince, boğmaklı boğmak-lı, ortası karınlı, tepesinin üç kolu zincirlerle, boncuklarla süslü, som altından-mış gibi parıldıyan, yine princten bir şerbet hazinesi.

Afili bir eda ile bağırtıyı basarlar:

— İzmiriiin!..


Şerbetçi

(Resim: Fotoğraf dan Behçet eli ile)



O kadar şerbetçiler pul şişeyle dolaşırlardı.

Bunların asıl zanaatleri başka; aksataları kesatlaştığı vakitler şerbetçilik ederlerdi. Meselâ Komik Abdürrezzak, sonra Küçük İsmail kumpanyasının (tiran) ı, yani hainkişi rolüne çıkan aktörü Manoil; Hayalî Kâtip Şalinin ar-nikçisi Selâmsızlı Karakag...

Şerbetin nefisini içmek istiyen eski Zaptiye Caddesinde Şekerci Rifatın dükkânında soluğu alır, yahud Eminönü Meydanında Hacı Yaverin hücre kadar dükkânını boylar; arasıra vukubulduğu gibi hacıcağız sermayesini kediye yükletip yaya kaldırımına şişelerini dizmişse, karşısına dikilip kan kızdırıcı o meşhur demirhindi şerbetini gövdeye yuvarlardı.

Sernıed Muhtar Alus

İbrikler, güğümler, askılarla vicdanlarının emrettiği, ellerinin yettiği daha doğrusu hilkatin kendilerine bahşettiği temizlikle hayatlarını kazanmağa atılmışlardır. En cazibe-dar olanları sırtlarında İzmirkâri askılarla gezenlerdir.

İlânı meşrutiyete, en doğrusu ilânı cumhuriyete kadar pazar yerlerinde orta çapta kazganımsı bir kap içinde kırmızı boyadan mamul inkâr olunamıyacak derecede şekerli, içi kar veya buzlu bir şişe içinde: «Sarı boru beş, haydi beş... Karlı buzlu beş, haydi beş, haydi beş!..» diye ortalığı velveleye veren Sü-leymaniyeli - Musul Süleymaniyesi - bir takım madrabazlar vardı. Cenabı Hakka ham-dolsun -bugün o güruhtan eser kalmamıştır.

Vasıf Hiç

Tahin Helvacılar —• Kastamonu vilâyeti mülhakatından Safranbolu civarlarından olu her dükkânın vüsat ve kudretine göre çalıştı-rabildiği tablakârlardandır. Bunlar tezgâhtan helvayı kıyye ile alırlar, tabiî olarak aldıklarından farklı fiatla satarlar.

Tablalarına helva kalıplarını muhtelif cesamette keserek bir hanım kadının eski de olsa odasını tertiplediği gibi tam mânasiyle süslerler, besmelei şerifi çekerek dükkândan uzaklaşırlar. Camekân yerine yarım çamaşır kafesi şeklinde bir mania ile yağış ve tozdan muhafaza için bir buranda ile örterek tablanın üstünü kapatır:

Helva beyaz ne beyaz

Sılaya varurun (varırım) bu yaz

sadasiyle mahalle mahalle dolaşırlar, bazan

birbirlerine iddialı olarak yirmi para, kırk para dun fiatla satarlardı. Bizim Üsküdarda Hacı Hasan dört kuruşluk helvayı yüz paraya sattırırdı. Anlaşıldığına göre sürümden ve kâğıttan kazanırdı. Şimdi ne o tablalar ve ne de o tablakârlar var.

Vasıf Hiç

Taze cevizeiler — Şimdi olduğu gibi hepsi kopuk takımındandı. Başta vapur dumanı renginde, bumburuşuk, püskülsüz, cücüğü dimdik fes; sırtta soluk, yırtık pırtık, göğüs fora mintan; bslde şahrem şahrem kuşak; bacaklarda paçaları diz kapakta pantalon; baldırlar, ayaklar çıplak. Koltuğunun altında da suyla dulu koca bir pul şişe, içinde ceviz içleri. Herifte iki avuç, on parmak zifiri kara.

Öyle apikoları vardı ki şişeyi tepeye kor, hiç düşürmeden kurt dingüi'yi (omuzdaşlıkta tulumba sandığı ile tırıs gidiş) tutar; seyir yerlerinde büğülülü macuncu, kemaneli iskemle kuklacısı filân çiftetelli, Entarisi ala benziyor, Cimdallı gibi oyun havalarına girişince, yine şişe tepede, kıvır kıvır göbek atanları da bulunurdu.

Çıka gelirlerken nâravari bağırtmayı basarlar:

— Ceviz içi badem!

Sesi duyan, karşıdan uçarıyı gören hanın nineleri tasa alır:

— Çenesi kısılası uçarı müjdeyi yetiş


tirdi. Kış geliyor çocuklar, ağustosun on beşi
yaz, on beşi kıştır!

Buna rağmen cevize can atarlardı. Ağızlarına göre, dişe, çiğnemeğe lüzum yok; ge-veleyiver,erir gider. Tazeler de bayılırlardı ama zar gibi kabuklarının dahi parmaklarını karartacağından çekindikleri için yaşlılara yalvarır, ayıklatırlardı. Kocakarılar tek durmaz, (hassalı ve şifalıdır, kemiklerini kuvvet-leştirir) diyerek kucaktaki sibyanlara geveleyip geveleyip posalarını parmak parmak ağızlarına tıkarlardı.



Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin