FAHRİ (Bursalı)
5486 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 5487 -—
FAHRİBEY SOKAĞI
4 — Çekirgenin kavrulan kısmı havan içinde toz hâline getirilir ve et tozu konservesi gibi kutularda ve dağarcıklarda hıfzedilir. Bedevilerde en makbul tarzu budur, gazve zamanlarında yegâne gıdalarını teşkil eder. Bâzı müsademelerde çuvallarla çekirge tozu. elde etmiştik, o zamanlar kıymetini bilmediğimiz için dökerek heder ettik.
«Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus olan titizlikle yaptırdığım tecrübelerde ha-vassı tıbbiyesi tahakkuk eden ve yenmesi helâl olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksnmek en hafif bir bir tâbir ile nimet bilmemezliktir. Dün karargâh sofrasında çekirge tavası vardı, arkadaşlarımla birlikde pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden pek iyi buldum. Hele zeytin yağı ile ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor. Elhâsıl dün çekirgeyi bağçelerden def ve tenkil tedârikini düşünürken bugün çekirge geliyor mu diye yollarını gözlüyorum. Hangi mmtakaya çekirge düşerse tarifim veçhile istifâde edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim.
Hicaz Kuvvei Seferiyyesi Kumandam ve Medîne Muhafızı
Ferik Fahreddin
Fahreddin Paşa, 17 Temmuz 1916 da, Ordu Kumandanlığı salâhiyetiyle Hicaz Seferi Kuvvetleri Kumandanlığına tâyin edilmiş, vazifesine ek olarak 28 Nisan 1917 de Medine Muhafızlığı da verilmişti; 28 Temmuz 1918de Ferik (Korgeneral) oldu ve harb müddetince Türk, Alman ve Avusturya-Macarlarm en büyük harb nişan ve madalyalarını aldı.
Nihayet Medîne, Mondros Mütârekesinin imzasından iki ay kadar sonra 27 Ocak 1919 da teslim oldu. Büyük kumandan kılıcını îngi-lizlere vermedi; Peygamberin kabri üzerine bı-rakdı. Aynı gün Yaııbu' iskelesinden bir İngiliz destroyeriyle Mısır'a götürüldü ve 6 ay Kahirede İngilizlerin Kasr El-Nil kışlasında tutuklu kaldı ve oradan harp suçlusu olarak Maitaya götürüldü, 2 yıl da Malta'da Fort Salvatore kışlasında mevkuf kaldı. O sıralarda îstanbulda Kürd Mustafa Paga Askerî Mahkemesi tarafından gıyaben îdama mahkûm edildi.
Gazi Mustafa Kemal Paşanın (Atatürk)ün teşebbüsü ile, İstanbul'dan götürülmüş diğer Türk harp suçluları ile birlikte Fahreddin Paşa da Malta'dan kurtarıldı, kavuşur kavuşmaz; İtalya. Almanya ve Rus-kavuşur kavuşmaz jîtalya, Almanya ve Rusya üzerinden geçerek 2 Ağustos 1921 de Kars-
da vatan toprağına kavuşdu ve 24 Eylül 1921 de Ankaraya geldi. 12. fırka kumandanı olarak Başkumandan Meydan Muharebesine katıldı.
Atatürk tarafından: «Adını tarihimize altın kalemle yazmış dostum» diye karşılanmış olan Fahreddin Pa§a 1922 de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Kabil Elçiliğine tâyin edildi; müdâfaası ile şöhreti kendisinden yıllarca önce gitmiş Afganîstanda 4 sene kaldı, Türk - Afgan dostluğunun temelini atanlardan biri oldu. 1926 da memleketine döndük-den sonra îstanbulda inzivaya çekildi ve 22 kasım 1948 de seksen yaşında vefat ederek vasiyeti gereğince Rumelihisarı kabristanına defnedildi, kabirtaşı kitabesi şudur: «Birinci Cihan Harbinde Medînenin kahraman müdafii Ömer Fahreddin Paşa burada yatıyor. El Fatiha».
Güçlü bir vücud yapısı vardı, ortanın üstünde uzunca boylu, buğday beniz, açık kumral saçlı idi. Melih bir yüze sâhibdi; kalın sesli ve sesi gaayetle ahenkliydi. Kırmızı rengi pek severdi, kahve fincanı, kalemleri, battaniyesi, kıravatlan, mendilleri ya düz kırmızı, ya kırmızı çubuklu, kırmızı benekliydi.
Erzincanda bulunur iken 4. Ordu Müşiri Zeki Paşanın yeğeni süvari feriki Ahmed Sıd-kı Paşanın kızı Ayşe Sıdıka Hanımla (1884 -1959) evlenmişdi; bu hanımdan üç oğlu, bir kızı olmuşdur; oğulları emekli general Mehmet Selim Türkkan (doğ. 1908), emekli general ve Kırklareli milletvekili Mehmet Orhan (doğ. 1910), ve hava yedek subayı iken vefat eden Ayhan Türkkan (1927-1955), ve kızı Subhiye Türkkan (doğ. 1906) dır.
Arabistan çöllerinde adı hâlâ unutulma-mışdır; on binlerce bedevi «Fahri» adını taşır. Bir bedevinin atı su içerken birden ürkmüş ve bedevi atına: «Ne oldu!., suda Fahriyi mi gördün!..» diye bağırmışdı.
FAHRİ (Bursalı) — Onaltıncı asır sonları ile onyedinci asır başında yaşamış değerli bir.hattat, büyük bir oyma ustası ve nakkaş -hakkak; hayatı hakkında bilinen Bursada doğmuş, îstanbulda yaşamış ve 1618 de ölerek Edirnekapusu mezarlığına defnedilmiş olmasından ibarettir, İbrahim Alâeddin Gövsa «Türk Meşhurları» isimli eserinden: «Koyu bir
zemin üzerine açık renk kâğıdları kesip yapıştırmak, sureti ile gaayet nefîs talik yazılar yazmışdır ki bizde bu sanatın adı Katı'dır. Üçüncü Sultan Murad için hazırladığı albümü Viyana Saray Kütübhânesindedir. Adı Avrupalılarca bilinen bir sanatkârdır. Tahta veya mâden üzerine oymalarına Fahri Oyması adı verilir» diyor. Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde «Fahri Oyması» maddesinde şunları yazıyor: «... bu zâtin elinde fildişi, bağa, ud ağacı, peleseng ağacı gibi şeyler kâğıd gibi işlenmişdir; oyma-cılıkda emsali olmayan eserlerdir» diyor.
FAHRÎ (Tokadlı Âşık) — Geçen asır sonlarında îstanbula gelmiş kalender meşreb bir halk şâiri, beş kıt'alık bir manzumesi görüldü :
Handa yatar garib yiğit bekârım Yırtıldıkça don gömleği yamarım Ama gel gör âşıklara hünkârını Bir güzeli peylemeyi umarım.
Ser veririz sır vermeyiz güzelim Tenhalarda sevişelim gezelim Buseleri teşbih misal dizelim Âşıkım ben yar yoluna kumarım.
Samanlıklar seyrân olur yâr olsun Bir post yeter İM cana ar olsun Bir tas yeter iki ağza nâr olsun Viraneyi saray yapar mîmârım.
Nâmım Âşık Fahri tekim Tokattır Yârelerim şerha şerha, kat kattır Gurbet eli sanma hicran firkattir îstanbulda defteri aşk tomarım.
Vâsıf Hiç
Bibi.: Âşık E-âzi evrakı metrûkesi, Defter.
EFENDİ -- «Celvetiye
şeyhlerinden ve şâirlerin ariflerinden, Şarköylüdür, mutasavvifîne şiirleri ile tanınmış Zatî Süleyman Efendinin oğludur; yaşlılığında 'îstanbula gelmiş ve hicrî 1214 (M. 1799 -1800) de îstanbuida ölmüş, Kasımpaşada Ali Efendi Dergâhında def-nedilmişdîr. Aşağıdaki beyitler bir gazelinden ahnmışdır:
Bâ Hûda bir endelîbi dilfezâ ister gönül Gülseııi bezmi eleste âşinâ ister gönül
İtmeye mi'râeı ruhanî harîmi Hazrete
Sim ev ednâya mahrem rehnümâ ister gönül.
«Basılmamış müretteb dîvânı ve Müftü Baba denilen bir zâtin Yûnus Emre tavrmda-ki nutkunda şerhi vardır.» (Bursalı M. Tâhir, Osmanlı Müellifleri). Tâhir Bey Müftü Babanın eserine yazdığı şerh için «Bir nüshası tarafı hakîrânemden Üsküdarda Hüdâî Dergâhı Kütübhânesine hediye edilmişdir» diyor.
FAHRt AHMED EFENDİ (Bafçekapu-
iu) — Onsekizinci Yüzyıl şâirlerinden; Salim Tezkiresinde hal tercemesi için hiç bilgi verilmeden «Nev şüküftei verdi handan», «mec-mûai irfanı desti nâzik benâm gibi mâlâmâli sanayii firâvan», «bir şâiri taze zeban» denilmekle yetiniliyor; şu beytini o tezkireden alıyoruz :
Nâri hasretle yakub penbe fitili dağın Kıldı beemi çemene şem'i şeb ârâ lâle
FAHRÎ AHMED EFENDİ (Zeyrekli) — Onsekizinci Yüzyıl şâirlerinden; Salim Tezkiresinde hal tercemesi için hiç bilgi verilmeden «bir şâiri şirin kelâmdır» denmekle yetiniliyor; şu beyiti o tezkireden alıyoruz:
Teşbih eden ebrûlerini kavsi kazaya Şayestedir olsa hedefi tîri tegaafül
FAHRİ BEY (Aktör) —- Tiyatromuzun tuluat devri aktörlerinden ve son hayalcilerden, karagözcülerden;- karagözü «Şâir Ömer» takma adı altında oynatırdı; Selim Nüzhet Gerçek 1930 da yayınlanmış «Türk Temaşası» isimli eserinde: «El yevm hayal oynatanlardan Fahri Bey (Şâir Ömer) tuluat kumpanyalarının mühim bir rüknüdür» diyor. Hal tercemesi elde edilemedi.
FAHRİBEY SOKAĞI — Fâtih ilçesinin merkez nahiyesinin Şeyhresmî Mahallesi yollarından; Otlukcu Yokuşu ile Salih Zeki Sokağı arasındadır (1934 Belediye Şehir Rehberi, pafta 6/98). Bir araba rahat geçecek ge-
FAHRİ CAN (Dr.)
5488 —
İSTANBUL
ÂNSİKLOPEDİSÎ
— S489
(FAİK (Terzi)
nişlikde kabataş döşelidir; kapu numaraları 1-13 ve 2-14 olan çoğu ikişer üçer katlı ahşab evler arasından geçer, aralarında yeni beton yapı evlerle apartmanlar da görülür (ocak -1968).
Hakkı GÖKTÜRK
FAHRÎ CAN (Dr.) — Tıb doktoru, Millî Mücâdeleye Uk günlerinden katılanlardan; 1896 da Yemende San'a şehrinde doğdu; orada siyasî sürgün olarak bulunan kaymakam Mehmed Necib ile Şekibe Hanımın oğludur. Babası Necib Bey aslen Harputlu ve Hekim-başılar diye mâruf bir aileden olup Istanbulda Üsküdarda îhsaniyede doğmuş, annesi de İstanbullu, Üsküdarlıdır.
San'a ilk okulunda, Akkâ Rüşdiyeshıde, Üsküdar idadisinde okudu, Tıbbiyeden diploma alır almaz askere gitti, 1918 mütârekesinde 22 yaşında tabib teğmen iken terhisinde Gebze hükümet tabibliğine tayin edildi. Anado-luda millî bir mukavemet hareketi 'mütârekeden onbeş gün sonra ve îzmirin Yunanlılar tarafından işgalinden de altı ay evvel başlamış-dı, bu hareketin ilk hamleleri de, îstanbulun Anadolu yakasında sınırı olan Gebze ve havalisindeki azgın rum çetelerinin imhası olmuş-du. Genç doktor bu ilk harekete katıldı ve istanbul - Anadolu yolunun açılarak emniyetle tutulmasında çalışdı. ikinci Düzce isyanını da basdıranlardan biri oldu, fakat her tarafda aranmaya başlayınca Ankaraya kaçdı. Bir mücadeleci olarak o sırada düşman ateşi çen-beri içinde bulunan Gazianteb'e hükümet ta-bibliği ile gönderildi, o ateş çenberinde gedik bulup geçerek girdiği Gaziantebde, her kurtarma ümidi bitince, esir olmamak iğin bir gece yine düşman hatları arasından sızmak suretiyle ve ölüm tehlikeleri atlatarak çıkdı. Karadeniz kıyısında Cide Hastahânesi baştabib-liğine tâyin edildi ve orada hem meslekî hiz-metde, hem de İstanbul ile irtibat tesisinde çalışdı.
Cumhuriyetin ilânından az sonra kurulan Adlî Tıb müessesesinin başına getirildi ki bu müessese Dr. Fahri Çan'ın eseridir denilse yeridir. Otuz'yıl çalışdı ve adını unutmak istediği bir adliye vekilinin müdahaleleri yüzünden ayrıldı. Şahsî dostu Denizcilik Bankası Umum Müdürü Yusuf Ziya Öniş'in ısrarlı is-
teği ile o bankanın sağlık müfettişliğini kabul etti, 27 mayıs 1980 ihtilâlinde de o günlerin havası ile müstafi addedildi.
Siyasî partilere intisab etmedi. Onaltı yaşında bir tıbbiye talebesi iken, İttihad ve Terakki Fırkasının en nüfuzlu âzası ve kendisini de çok seven bir hocası olan D. Bahâeddin Şâ-kir Beyin isteği ile o fırkaya yeminli âza olarak girmişdi, kendisi: «Sonradan öğrendim, benden başka da o yaşlarda fırkaya giren olmamış; İttihad ve Terakki gerçi artık mev-cud değildir ama yeminlere ölünceye kadar sadâkat gerekdiğine inandığımdan başka partiye girmedim..» diyor.
Toplum hizmetlerinde fedakârâne çalışmış simalardandır, yıllarca Hilâli Ahmer - Kızılay Cemiyetinde bulunmuşdur, vatan hizmetinde mübeccel hizmetleri olan bu cemiyetin Üsküdar idare heyetinin en faal âzasından biri olmuşdur.
«Hürriyet BüyükjlerŞ ve Şehidleriini Anma Cemiyeti» nin kurucularından olup bu satırların yazıldığı sırada (1969), bu cemiyetin ve «Türk Hekimleri Yardım ve Dostluk Cemiyeti» nin başkanlığını yapmakda idi.
Eski valilerden Ahmed Tevfik Beyin kızı Naime Hanımla evlenmişdir. üç evlâdı vardır, Dr. Operatör Atilâ Can, bir büyük elçi zevcesi olan Gencay Gürün ve Ankarada büyük bir şirketde çalışan yüksek mühendis Tulgar Can.
Muhtelif dergi ve gazetelerde kıymetli müşahede ve hâtıra yazıları çıkmjşdır, bunları maalesef bir kitap hâlinde toplamamışdır; Midhat Paşa hakkında küçük bir etüdü kitab olarak basılmışdır. Bilmiyoruz yazmış mıdır, Dr. Fahri Çan'ın hâtıraları muhakkak ki geniş ilgi ile okunması gereken bir eser olacak-dır.
FAHRÎ PAŞA (Doktor) -— Çeşidli konuda eserleri ile taninmış, Askerî Tıbbiyede muallimlik yapmış zamanın ünlü bir hekimi; 1860 da îstanbulda doğdu, Muhasebeci Süleyman Bey adında bir zâtin oğlu, şâir ve tiyatro münekkidi ve piyes yazarı Hâlid Fahri Ozansoy'un babası (B.: Ozansoy, Hâlid Fahri) ; 1884 de Askerî Tıbbiyeden diploma aldı, Almanyaya gönderilerek- Berlin Tıb Fakültesinde ihtisas tahsili yapdı; memlekete döndük-den sonra Askerî Tıbbiyede muallim oldu, yir-
mi yıl sıhhî tedavi ve hıfzüssıhha okuttu. Tasavvufa meraklı, eski tarzda şiirler yazmışdır. Kitab olarak basılmış eserleri şunlardır: «Hıfzüssıhha», «İlmi Maadin ve İlmül arz», «Siyam ve Erkânı Sâirei Dîni İslâm», «Tıbbı Ne-bevîden Tababet ve Hıfzüssıhha», «Müdâvâtı Sıhhiye», «Kolera ve Tedâvii Mukteziye», «Hıfzüssıhhai îştigaalâü Zihniye», «İşkodra Tarihi Harbi» (Manzum). 1932 de vefat etti
Bibi.: 1. Alâeddin Gövsa, Türk Meşhurlara
FAİK (Deli) — İkinci Sultan Abdülha-mid devri sonları ile meşrûtiyetin ilk yıllarında Galata eşirrâsından ve haraççı kabadayılarından cür'etkâr bir gece hırsızıdır., Sırtında yaz ve kış. dâima bir pelerin taşır, gece hırsızlık kasdı ile bir eve girdiği .zaman bu pelerinin kukuletesini başına geçirirdi, hem maske gibi yüzünü gizler, hem de karşısına çıkanı korkuturdu. Galatanm kumar oynatılan hemen bütün kahvehaneleri bu serseriye haraç verirlerdi. Birinci Cihan Harbinin ilk yıllarında kayboldu.
Servet
FAİK (Gaskonyalı) — Torna Çinga ve Vangel Çinga kardeşlerin önce Eminönü balık-pazarındaki meyhanelerine takdıkları «Gas-konyalılar» adının kahramanları üç hâneber-duş oğlandan biri; fâcire ve şerire bir üvey ananın zulmü karşısında baba evinden kaçan ve 14 yaşında iken büyük şehrin haytaları pençesine düşen Fâik'in başından akla gelecek bütün felâketler geçmiş, yalnız hırsızlık yap-mamışdır ve asîl ruhlu bir adam olan Torna Cinga'nın himayesinde eşirrâ zulmünden, şenaat ve zillet çirkinden kurtulmuşdur; iki yıllık hâneberduş hayatı kendi acı ve açık îtirâfı ile zabtedilmiş müdhiş bir hikâyedir; 1944 -1945 arasında askere gitmiş, bir daha görül-memişdir (B.: Gaskonyalılar).
Bürhâneddin OLKER
FAİK (Kumaş) •— ikinci Abdülhamid devri sonlarının namlı kumarbazlarından; hayatı hakkında bilgi edinilemedi.
FAiK (Terzi) — Geçen asır ortalarında yaşamış, işlediği dükkân Fâtihde Malta Çar-
şısında bir terzi olub nevcivanlık çağında güzelliği dülere destan olmuş ve devrinin büyük halk şâiri Erzurumlu Emrah tarafından şu manzume ile övülmüşdür:
Sevdi gönül bir püseri Sanatı terzi güzeli Hüsnünün bir muhtasarı Şerh iderek söylemeli.
Malta'nm Fâik'ini Sohbetinin lâyıkım Ben gibi bir âşıkmı Eylemiş aşkıyla deli
Tutuldu dilim diline Gözleri memlû seline Perçeminin bir teline Destei reyhan demeli.
Süslüce püsküllü fesi Görmeden oldum sevesi Sîmü zere çok hevesi Bilmem anı nişlemeli.
Mailiyim mâh ce'bîne Durma sarıl gabgabine İçliğinin Ilıer cebine Bökmeli altın kümeli
Bu işi kanun idelim Gönlünü memnun idelim İğneden altın idelim İncinmesin nâzik eli
Şeîır içre süslü gezer Âşıkının bağrın ezer İğnesi hem yüksüğü zer Goncesi sîm işlemeli.
Ülfet ider taze ile Aynalı yelpaze ile Bir gümüş endaze ile Ölçelim ol ince beli.
Dikse dikiş nâz iderek Hem nutanıp şaz iderek Söyledi canım diyerek Yiyesim geldi o dili.
i S :
FAİK ÂLÎ
_ 5490 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
__ S491 —
FAİK BEY (EreğliM)
Yokdur işinin kötüsü Yüzünün ağı ütüsü Nazeninin misk kokusu Nazenin olmuş ezelî.
Ruhleri gül penbe beden Nâzü eda hokka dehen Beş mecidiye verüben Bir öpücük istemeli
Sofrasına kim ki banar Narine elbet te yanar Buse ile dil mi kanar Âgnuşunu dişlemeli.
Meclisine gelmez ise Sevka irüb gülmez ise Doğruca söylemez ise Bak o zaman şişlemeli.
Söz olmaz onun sözüne Kaşları şehlâ gözüne Hâsılı dünyâ yüzüne Gelmemiş aslaa bedeli.
Mâderinin nesli perî Lâ'li Bedehsan güheri Gaalibâ anın pederi Huri ve gilman dimeli.
İsmini anın diyemem Çekmeye gam gussa elem Ücyüz öte düşdü kalem Ebcedi harfin temeli
Şâirin son kıt'ada «ismini söyleyemem» demesi, halk şâirlerinde çok sık rastlanan avâ-mî nüktedanlıkdır, şöyle ki, Emrah, manzumesinin ikinci kıt'asında açıkça yazdığı «Faik» adını, son kıt'ada güya «üstün» anlamında kullandığını söylemektedir.
Emrah'ın bu manzumesi İstanbulda sSr'-atle yayılmış ve ona nazire, hattâ taklid yollu bir ikincisi yazılmış ve gaayet tatlı nağmelerle bestelenmişdir:
Sevdi gönül bir püseri San'atı terzi güzeli Kâkülün kesen 'berberi Sırmadan etmiş her teli Neylemelu nişlemeli Bu kışı da burda kıslanıah.
Derdi dili şerh ideraem Güzelim sevdim diyemem Koyub ağyara gidemem Bir gez öpsem nazlı eli Ağjamaîı sızlaman Bu yazı da burda yazlamalı.
Bülbül olur gelse dile Pâyine yüz göz sürile Bir gümüş endaze ile Öîçmeli ol nazlı beli Neylemeli nişlemeli Bu kışı da burda kışlaman.
Şûhâne yıkmış dalfesi Bin güzelin bir dânesi Aşkbazlıkda var hevesi Yâr olarak peylemeli Ağlamalı sızlaman Bu yazı da burda yazlamalı.
FÂÎK ALÎ BEY — (B.: Ozansoy, Faik Âli)
FAİK BAYKAM — 1966 yılında istanbul itfaiyesinin grup âmirlerinden olup emekliliğinin eşiğinde sahte bir ilk okul diplomasi yüzünden intihar etmişdir; 1936 yılında 34 yaşında iken nefer olarak girdiği itfaiye teşkilâtında hizmeti ve gayreti ile grup amirliğine kadar yükselmiş, son olarak Büyükada İtfaiyesinin başında bulunuyordu ve 64 yaşında idi. ilk okul tahsili görmem-işdi, memurin kanununa göre emekli maaşı ve ikramiyesi alabilmesi için kendisinden bir ilk okul diploması istenmişti; çaresiz kalan Faik Bayram da sahte bir diploma tedârik etmiş ve itfaiye müdürlüğüne göndermiş, diplomasının sahte olduğu anlaşılmış, hakkında soruşturma açılmış, otuz yıllık fedakâr grup âmiri de derin teessüre kapılarak o yılın kasım ayı sonlarında gece Büyükadadaki itfaiye binasının efrad yatakhanesine çıkan merdivene kendisini asmak suretiyle intihar etmişdir. Mesleğinde hak ettiği yere diplomasız, fakat yıllar boyu fedâkârlık, gayret ve namusla yükselmiş bu mazlum ve mağdurun adını bu kütüğe vesîlei rahmet olsun diye aldık; aslı Ardeşenli idi.
Bürhâneddin Olker
FAİK BEY (Eğinli) — İkinci Sultan Ab-dülhamid devrindeki özel okullardan Üskü-darda Ravzai Terakki Mektebini açmış bir maarif cimiz; Dârüşgefakanın (B.: Dârüşşefaka, cild 8, sayfa 4254) rûmî takvim ile 1301 (M. 1885) senesi mezunlarmdandır; Dârüşşefakada harikulade zekâsı ile tamnmışdı, her sene sınıfının birincisi olurdu, veçhen pek güzel, hassas, nezih bir gencdi. Mektebden çıkınca memuriyet hayatına atılmadı, Dârüşşefakada muallimlikle kaldı ve iki sene sonra da, 1303 (M. 1887) de Ravzi Terakkiyi kurdu; mektebi için Üsküdarı tercih edişi fukarası, gurebâsı çok oluşudur. Mektebine bir ücretli çocuk karşılığı on yoksul çocuk alıp parasız okuttu. Dâ-rüşşefakalılar da yardım ettiler, İsmail Safa Türkçe muallimliğini, Mehmed Emin riyaziye muallimliğini fahrî olarak yapdılar. Fakat yanına mubassır diye aldığı Rüşdi Bey adında biri kısa bir zaman sonra mektebin idaresini tamamen eline geçirmek için kendisine çok çirkin bir tuzak hazırladığını görünce Ravzai Terakkiyi rizâsı ile Rüşdi Beye devretti. Üzüntülerle kendisini içkiye vermişdi. Kendisine sadâkatle bağlı Mustafa Çavuş adında bir hademesi ile talebelerinden Yâkub adında kimsesiz bir çocuğu alarak Adapazarına hicret ve orada yine Ravzai Terakki adı ile ilk özel okulu açdı; yanılmıyorsak orada 1311-1312 (M. 1895 -1897) arasında vefat etti (B.: Ravzai Terakki Mektebi)
Osman Nuri ERGiN
FAİK BEY (EreğlUi Kürekcioğlu Ömer) «Geçen asrın ikinci yarısında ve asrımız bağında yaşamış değerli bir hattat; Karadeniz Ereğlisinde ve Kürekcioğullarından Kürekci Ali Efendinin oğludur. 1855 de Istanbulda doğdu. Topcubaşı Bâiî Süleyman ağa Mektebinde okudu, o ibtidâî mektebinde yazı hocası Şumnulu Ömer Rüşdi Efendiden sülüs ve nesih yazı meşk etti, sonra hattat Bahri Efendinin talebesi oldu ve 1871 de bu iki hattatdan icazetname aldı. Devrin ünlü yazı üstadlarm-dan Şefik Beyin yanında da sekiz sene kadar çalışdı. İlk yazı hocasının vefatı üzerine Süleyman ağa mektebine yazı hocası oldu ve bütün ömrünü yazı hocalığı ile geçirdi, Cerrah-paşada Davudpaşa Çeşmesi Sokağındaki evinde münzeviyâne yaşadı ve 1919 da vefat ede-
rek Silivrikapusu dışında defnedildi. Bırakdığı yazılar oğlu Bahaeddin Bey tarafından Top-kapusu Sarayı Müzesine hediye edilmişdir.
«Bâlâ Câmiinin dışında kıble tarafındaki taş üzerine Mâşâallah La Kuvvete illâ billâh yazısı, Topcubaşı Türbesinin saçağı altında onalü metre uzunluğundaki Âyetel Kürsî, Bâlâ Çeşmesi üstündeki «Ve minel mâi külle şey'in hay» âyeti onun yazılarıdır. Bâlâ Tekkesinin celî kitabesi de onun olup Topkapusu Sarayı Müzesine kaldırılmıgdır, Kubbealtı yanındaki duvarda asılıdır. Büyük kıt'ada bir mushafı şerif yazmaya başlamış, Âli İmran Sûresine kadar yazabilmiş, bitirmeye ömrü vefa etme-mişdir» (Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar) .
FAİK BEY (Erenköylü) — İkinci Sultan Abdülharnid devrinde valiliklerde bulunmuş bir müşirin (mareşalin) oğlu, bir İstanbul Beyefendisi, ataşemiliter iken bir aile faciası karşısında tecennün etmiş ve ömrünün büyük bir kısmını hürmetle kaydedilecek asîl bir cinnet içinde geçirmiş bir zât; R.E. Koçu soy adını ve paşa babasının adım gizleyerek bu muhterem zâtin hayatını Hergün Gazetesinde «Fıstık Yağı» ve «Roman» başlıklı iki yazısında şöyle anlatıyor:
«Bütün servetini hasta ve fakir gençlere selsebil eden şefkat timsali bir deliydi. İlk tanıdığımda yaşlı yetmişine yakındı. Her sabah Erenköyündeki muhteşem köşkünden çıkar, birinci mevki abone karneleriyle üçüncü mevki vagonlarda iki üç sefer Haydarpaşaya gidip gelir, sonra vapura biner, yine birinci mevki biletle ikinci mevkide köprüye geçerdi. Sevimli ve gayetle şık bir ihtiyardı; nereye gitse hürmet telkin ederdi. Trenlerin tahtalı va-gonlariyle vapurların güvertelerinde ve tahta kanapeli kamaralarında, cinnet ışığı insanı korkutmayan gözleri, hasta benizli, öksüren, çelimsiz, nahif yapılı yahut üstü başı dökük, yalın ayak yarım pabuçlu gençler arar, ve her seferinde muhakkak aradıklarından birini bulur, harikulade bir zerâfetle yaklaşıp konuşur ve muhatabına tasarladığı yardımı yaptıktan sonra onu hayretler içinde bırakarak uzaklaşırdı.
«Esvap alır, kundura alır, kış ise palto alır, cep harçlığı verir, o zamanın meselâ Âkil
FAİK BEY (Erenköyİü)
— 5492
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 5493 —
FAİK BEY (Hendek Kahvecisi)
Muhtar ve Neşet Ömer gibi tanınmış büyük doktarlarını yakından tanıdığı için, muayene ve tedavileriyle uğraşır, yazılan ilâçları temin eder, şefkatini ve merhametini istismara kalkan serseri ve haşarat güruhundan bile koruyucu elini çekmez:
— insandır efendim, çıplak gördüm, giy
dirdim, satmış, yine çıplak, kabahat bende, ca-
ket ve kunduradan daha mühim bir ihtiyacı
varken onu sormamışını!, derdi.
«Giydirip kuşattığı bir hâneberduş oğlana da şöylece hitap ettiğine şahit .oldum:
— Oğlum., dedi, biliyorum ki, bunları sa
tacaksın, satarsan başkasına satma, bana sat.,
başkasına bir defa satarsın, sırtından çıkarıp
alır, ben almam, bana bunları belki üç dört
defa satarsın!..
«Oğlanı savdıktan sonra arkasından bakıp gülümseyerek:
— Ayağı kunduraya ve sırtı cakete alı
şırsa artık eski çıplaklığına kolay kolay döne
mez!., dedi.
«Yelek ve caket cepleri küçücük şişelerle dolu idi, şişelerde kendisi tarafından istihsal edilmiş çam fıstığı yağı vardı; acı acı öksüren garipleri gördü mü, hemen bir şişe fıstık yağı verir:
— Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz
bu yağdan bir yudum iç.. Gece yatarken de
bir yudum iç.. Öksürüğü derhal keser, rahat
edersin evlâdım! derdi.
«Yollarda tanıyıp orta mektepten Üniversiteyi bitirinceye kadar tahsillerine yardım ettiği çocukların, gençlerin sayısı belki yüzden fazladır..
«Bu iyi adama niçin deli dedim?
«Meselâ, gaayet cidd îbir eda ile:
— Dün gece bizde yine bir toplantı vardı!
derdi.
— İmam Gazâlî, Şeyh Sadi, Pastör, Süleyman Çelebi, Edison, ulemâdan, hükemâdan belki seksen kişi toplandılar, pek revnaklı bir meclis oldu...
— Şu kâğıdı hiç açmadan yüzünüze gözünüze sürünüz..; «Evvelsi gece bendenizi ziyaret lûtfunda bulundular, Mevlânâ Hazretleri verdi, mübarek hatlariyle bir rubaileri vardır..
Gündüz görünmez, ancak seher vaktmda açarsanız o nurânî yazı tecelli eder..
— Müsaadenizle bey oğlum., şu rençber kılıklı gençle biraz konuşayım, öksürüyor, fıstık yağı vereyim..
«Müşir... Paşazade Faik Beyefendi ne zaman vefat etti, öğrenemedim...»
R.E. Koçu «Roman» başlıklı yazıda da aile faciasını anlatıyor:
«Erenköyünün eski köşklerinden biri, ne zaman önünden geçsem, tüylerimi ürpertir; bu büyük ve çok güzel köşkün içinde geçmiş aile faciasını görür gibi olurum.
«Mareşalin iki oğlu vardı, ikisi de askerdi ve iki kardeş arasında yirmi senelik bir yaş farkı vardı; mareşal öldüğü zaman küçüğü on beş yaşında bir mektebli olarak bırakmış, otuz beş yaşındaki ağabey, babalık vazifelerini de yüklenmiş, bir melek kadar güzel bu çocuğa sonsuz bir şefkat ve sevgiyle bağlanmıştı.
«Harbiye mektebini parlak bir muvaffakiyetle bitirmiş olan genç ve güzel zabit, İngilizce, Fransızca ve Almancayı ana dili gibi konuştuğu için Harbiye Nezâretinde mühim bir vazifeye tâyin edilmiş, gayet güzel bir kızla evlenmiş, servet, saadet ve şerefli meslek herkesin gıbtasını çekerek birleşmişti.
«Ağabey, Avrupadaki büyük elçiliklerimizden birine ataşemiliter olarak gönderilmişti.
«İki kardeş arasında mektuplaşma, haftanın iş programı içine îtinâ ile yerleştirilmiş edebî bir sohbet saati idi.
«Bir yaz günü Harbiye Nazırı Paşadan izin alan küçük bey, Çanakkale istihkâmlarının ıslâhı hakkında hazırladığı eser üzerinde çalışmak için mûtad vaktından çok evvel köşke döndü; ve garip bir tesadüf, geldiğini ihtiyar bahçivandan başka kimse görmedi, sessizce çalışma odasına çekildi ve saatlerce çalıştı.
«O zamanlar elektrik yok, gaz lâmbaları yakılır, güneş batmak üzereyken, aslında çamlar arasına gömülmüş olan köşke bir loşluk çöktü ve genç zabit elinden kalemini bırakarak koltuğunda biraz dinlenmek istedi..
«Çalışma odası, yatak odasının yanında idi ve her iki odanın birer kapıları da köşkün cephesindeki büyük balkona açılıyordu. Genç
adam balkonda iki karaltı gördü, yatak odasından çıkmışlardı, biri karısı, öbürü de dayısı idi. Dayı bey elli beş yaşlarında, gaayet iri yapılı ve haydut suratlı, çirkin bir adamdı. Anasının da övey kardeşiydi. Vücudunu kollarının arasına teslim etmiş olan genç kadının yüzünü, dudaklarını bütün behîmiyyeti ile öp mekte idi..
şenaatinin bu veda sahnesi ne ks dar sürdü bilmeme? Köşkün içinde bir silâh sesi gürledi. Dayı bey sırım gibi şerir herifti, balkonun direğinden canbaz çevikliği ile sıyrılıp indi, soluğu sokakta aldı, gelin hanım ya-.tak odasına kaçtı. Ayaklanan köşk halkı küçük beyi çalışma odasında kalbinden ağır yaralı buldular.
«Masanın üstünde iki mektup vardı. biei bir talaknâme, o zamanın âdetince kan boşama kâğıdı, öbürü de tek bir satırdan ibaretti: «Dayı bey evimize girme yerecektir!..».
«Genç zabit kaatil olamazdı, beraat etse de asaleti eli kanlı yaşamasına mâni idi. Pisli fi temizlemek için boşama kâfi idi, fakat karısını çılgın gibi seviyordu.
«Avrupadan telgrafla çağırılan ataşemiliter ağabey o zamanın vasıtası olan trenle şu kadar günlük yolu uykusuz geçirdi ve evlâdı yerinde sevgili güzel kardeşini yatakta, ancak kapı arasından/ şöyle bir görebildi. Doktor yarayı sarmış, mutlak sükûn emrini vermişti.
«Âh o zamanın istanbul terbiyesi!. Bu emre yalnız köşk halkı değil, bütün muhit itaat etmişti. Çocuklu komşular kışlık evlerine gitmişler, civardan araba geçmiyordu. Ara trenleri Erenköy istasyonunda düdük öttürmüyordu; posta ve marşandiz makinistleri de Erenköyünden gaayet ağır ve düdüksüz geçiyorlardı.
«Bir gece gökyüzünü yağmur bulutları kapladı, ve şakır şakır, gümbür gümbür köşkün bahçesindeki ceviz ağacına bir yıldırım düştü. Genç adam yatağından fırladı, yara açıldı, o asîl ve güzel baş yastığa ölü olarak düştü.
«Ya ağabey?.. O da tecennün etti. Bu vakadan sonra tam otuz yıl, bütün servetini hasta ve fakir gençlere selsebil eden şefkat timsali bir deli olarak yaşadı».
FAİK BEY (Hacı) — Geçen asırda yaşamış ünlü bir bestekâr ve mûsiki üstadı; aşağıdaki hal tercemesini, İbnülemin Mahmud Kemal İnal'm ölümü ile yarım bıraktığı «Hoş Şada» isimli eserinin A v n i Aktuç tarafından tamamlanan kısmından alıyoruz: «Doğum tarihi kesin olarak belli değildir, Del-lâlzâde İsmail Efendinin talebelerindendir; meşhur Neyzen Salim Beyin küçük kardeşidir. Aksaray Kız Sanayi Mektebi ile Haseki Hastahânesi müdürlüklerinde bulunmuşdur. 1892 de Bulgurluda Libâdedeki köşkünde zâ-türrieden vefat etti. Hafız Osmanın ifâdesine göre orta boylu, zaif bir zât imiş. Muhtelif makamlarda ilâhî, beste ve şarkıları vardır..».
Avni Aktuç, bu hal tercemesine Müntehi-bâtı Tercümanı Hakikat'dan «Berki» imzası ile çıkmış şu yazıya eklemişdir ki Berki imzası için «Muallim Naci olacak» diyor:
«... Hacı Faik Beyefendi hazretlerinin mûsikide olan mehâreti kâmilesi vecd âveri erbabı safa olan beş altı yüz parça mükemmel eserleriyle sabittir. Bu defa bir mükemmel Kâr daha vücude getirdiğini işittim. Mûsikiye intisabı olanlar Hacı Faik Beyin bu Kârda göstermiş olduğu mehâreti teslim ediyorlar, güftesi de kendisinindir:
Dostları ilə paylaş: |