İstanbul barosu



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə4/12
tarix21.08.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#73750
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

OTURUM BAŞKANI- Sayın Erdoğan Aydın’a teşekkür ediyoruz.

Yani özetle Hacı Bektaş Veli savaş adamı değil bir barış adamıydı demek istedi ve bilgi kirliliğinin giderilmesi için de Hacı Bektaş ile ilgili bugünkü bilgilerin yeniden gözden geçirilmesi gerekir Sayın Hocam.

Bu konuda Sayın Doç. Dr. Ayhan Hocamız ne diyor.

Buyurun Hocam.



AYHAN YALÇINKAYA- Evet, Veliyeddin Ulusoy’dan bir cümle ile başlayacağım. Basit, sıradan, alelade hiçbir anlamı olmayan bir cümle aslında, bir nezaket cümlesi. Hoş geldiniz günümüze.

Dikkat edin, kasabamıza değil, Hacıbektaş İlçesine değil, hoş geldiniz günümüze. Şimdi cümleyi çoğullayacağım. Hoş geldiniz yarınımıza, hoş geldiniz dünümüze, hoş geldiniz bugünümüze, hoş geldiniz ertesi günümüze, hoş geldiniz daha ertesi günümüze. 30 sene sonra bile hâlâ Veliyeddin Ulusoy, inşallah uzun ömürlü olur ve yaşar, kürsüye çıkacak hâlâ aynı topluluğa hoş geldiniz günümüze diyecek ve Veliyeddin Ulusoy’un “Hoş geldiniz günümüze” diyerek topluluğu selamladığı bir toplantıda bende büyük bir düş kırıklığı yaratan Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay şunu söyleyecek: “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Peki, demin cümleyi tam da buradan giriş yapmak için kurdum. Eğer biz 30 yıl sonra bile hâlâ ve hâlâ aynı manzara ile karşı karşıyaysak, yani şu: Ben buradayım, Bakan’ı dinliyorum, Bakan yok. Bakan burada, Bakan konuşuyor, ben orada yokum. Yani sorunu olan tarafla, sorun üstüne çalışan tarafla sorunun doğrudan taraflarıyla, muhatapları, müsebbipleri asla yan yana gelmiyor, asla.

Gündemimiz daima siyaset tarafından, üstelik “Biz siyaseti reddediyoruz” söylemi altında üretilmiş bir siyaset tarafından düzenli olarak belirleniyor. Sayın Bakan geliyor ve çok yeni bir şey söylüyormuş gibi -ki, ben kendisinden yana çok umutluydum, çok iyi biridir, birikimlidir- bize aslında çoktan tarihin çöplüğüne gitmiş, 10 yıldır tarihin çöplüğüne gitmiş, ama liberal muhafazakâr ağızların yeni olduğunu iddia ettiği bir şeyi sunuyor. Dolayısıyla, gerçekte Mevlana’yla ters düşüyor. Eğer hiçbir şey değişmemişse, yani Mevlana’nın iddia ettiği gibi dünle beraber dünün sözü ortadan çekip gitmemişse, dün burada olduğu sürece -ki, dün burada; 20 yıl önce de bu sorun buradaydı, 40 yıl önce de buradaydı, 60 yıl önce de buradaydı- olduğu sürece dünün sözü hükmünü yitirmez.

Dolayısıyla, hiç kimse Mevlana’ya bakıp “Dünle beraber gitti dünün sözü” deme lüksüne sahip de değil, en başta Sayın Bakan değil. Kendisinin de ve bütün Türk toplulukların alttan alta, geriden geriye hepsinin Kızılbaş olduğunu ima eden o yaklaşımın en azından böyle bir empati kurma becerisine sahipse böyle bir lüksü yoktur. Dün buradadır, dün yarın da burada olacaktır, dün ertesi gün de burada olacaktır; bu gerçek anlamda çözülene kadar. Öyleyse dünün sözüne inatla ve ısrarla hâlâ ve hâlâ ihtiyacımız var, istesek de istemesek de.

Sayın Bakan, bize özetle şunu söylüyor: “Hatırlayalım.” Şimdiye kadar biz söylüyorduk devletin değiştiğine dair çok ciddi bir işaret. “Hatırlayalım.” Alevilerin söylediği argümanları tek tek Alevilerin elinden alıyor. Nasıl AKP Marksistlerin söylediği argümanları tek tek Marksistlerin elinden alarak, Marksistlere bir yandan ana avrat küfrederken öbür yandan Marksistleri dünyanın değiştiğine inandırarak, hegemonize ederek, bastırarak iktidara gelmişse, şu anda da Sayın Kültür Bakanı hiç kusura bakmasın, Alevilerin argümanlarını Alevilerin elinden alma yönünde bir hamle yapıyor. “Hatırlayalım” diyor.

Neyi hatırlayacağız? “Önceden dünya iki parçaydı; düşmanlıkların dünyasıydı” diyor. Hayır Sayın Bakan, yanılıyorsunuz. Önceden dünya iki parçaydı; ABD emperyalizminin karşısında Sovyet Bloğu vardı ve ABD emperyalizmi dizginsiz bir dünyada at koşturamıyordu. Sovyetler Birliği varken sıkıysa Irak’ı vursundu, sıkıysa vursun. Tam tersine, dünya o zaman, o “Soğuk Savaş” adı verilen dönemde daha barışçıl bir dünyaydı.

Sayın Bakan diyor ki, “Dünya değişti, artık barış, topluluk hep beraber yaşama.” Peki, o sizin “Değişti” dediğiniz dönemde Balkan halkları birbirinin boğazına basabiliyor muydu? Yugoslavya’dan 10 tane devlet çıkmış mıydı Soğuk Savaş varken? “Değişti” dediğiniz, “Barış” dediğiniz, “demokrasi” dediğiniz bu mudur? “Değişti” dediğiniz dünyada Arap Şii’nin, Şii Sünni’nin, Arap Süryani’nin, Türk’ün, Ermeni’nin boğazına basabiliyor muydu? Bu mudur “Barışçı” dediğiniz dünya ve bize söyleyeceğiniz şey sadece ve sadece bu liberal palavradan mı ibarettir? Bu nedenle mi eski sözlerimizi terk etmek zorundayız?

O yüzden büyük bir düş kırıklığıyla AKP’nin geleneksel çizgisine oturmuş bir Ertuğrul Günay gördüm. Oysa o geleneksel çizginin çok dışında bir Ertuğrul Günay biliyordum. Demek ben yanılmışım, bir bilim insanı olarak özeleştiri vermem lazım galiba.

“Ezberlerimizden vazgeçelim” diyor, “Demokrasiye doğru gidiyoruz.” Öyle mi? Tansu Çiller’i eleştiriyor, haklı, yerinde, “Karanlık güçler” diyor, “Şimdi daha çok özgürlük” diyor. Ama unutuyor; Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nu düşünün. Şurada kapıda benim güvenliğimi sağlamakla görevli olması gereken polis, istese şu anda beni vurur, o yasa gereği istese vurur, hepinizin gözü önünde ve emin olun o polis bir de terfi eder o yasa gereği. Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasasını kim çıkardı, hangi demokrasiden söz ediyorsunuz? Terörle Mücadele Kanunundan yargılanan Kürt çocuklarını kim, nerede çürütüyor? Bir taş attı diye 70 yılla yargılanıyorlar. Dünya değişti, değil mi? “Ezberlerimizden vazgeçelim.” “Demokrasi içindeyiz” değil mi ve “AKP demokrasinin temsilcisi” değil mi? “Onun için vazgeçelim.”

Fakat beni asıl büyük düş kırıklığına uğratan Sayın Ertuğrul Günay değil. Sayın Ertuğrul Günay tabii ki bir siyasetçi, tabii ki bir siyasal partinin parçası. Tabii ki bir siyasal programın savunusunu yapacak. Asıl düş kırıklığına uğratan, üzgünüm, ona bu hakkı veren sizlersiniz ve sizin örgütleriniz. Bu hakkı nasıl veriyorsunuz? Gayet basit, geriye doğru gideceğim, bütün konuşmamı değiştirdim zaten. Ertuğrul Günay’dan önce kim konuştu? Alevi örgütlülüğünün en büyük, en önemli bileşeninin Genel Başkanı, Sayın Ali Balkız ve ne dedi? “Devlet değişmeli” dedi, ama “Bizim devletimiz hâlâ erkek, hâlâ at üstünde, hâlâ elde kılıç, özür dilemez.” Buyurun, özür diledi, daha önce de dilemişti, üstelik gözümüzün içine soka soka, üstüne basa basa söyledi. Dalga geçer gibi söyledi bizimle âdeta. “Ben zaten dilemiştim, kendi adıma değil devlet adına dilemiştim” dedi ve biz nereye düştük? Birden bire açığa düştük. Dedim ya, Alevilerin elindeki argümanları alıyor diye.

Siz devleti hâlâ böyle kurgularsanız kendinizi de ona göre kurguluyorsunuz demektir, mücadele araçlarınızı da böyle bir devlete göre şekillendiriyorsunuz demektir ve inatla şunu görmüyorsunuz: Böyle bir devlet yok. Siz böyle bir devletle mücadele ettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu devlet çoktan değişti. Örneğin Ali Beyin verdiği örnekler düşünülürse, ne kadar uzağında durduğumuzu ve Ertuğrul Günay’ın Alevi hareketinden ne kadar daha önde durduğunu gösteriyor bir yanıyla, ben ne kadar eleştirirsem eleştireyim.

Ali Bey ne diyor? Dört kaymakam örneği diyor; Didim, Narlıdere, Ordu-Ulubey ve Karakoçan. Buradan çıkan sonuç ne? Buradan çıkan sonuç şu: Alevi hareketi, Alevi sorununun Alevilerin ayrımcılığa uğramasının hâlâ ve hâlâ yapısal olduğunu, siyasal olduğunu, devletten kaynaklandığını savunmuyor, kaymakamdan kaynaklandığını savunuyor, yani bürokrasiden. Hayır, açıkça devletin yapısal unsurlarından kaynaklanıyor. Siz ismini verdiğiniz o kaymakamları yarın muhtemelen Şırnak’ın bir ilçesinde kaymakam olarak görürsünüz. Neden? Çünkü sistemik bir şeyden söz ediyoruz. Bunun siyasal bir sorun olduğunu, bu devletin ve bunun kadrolarının gözüne sokmak zorundasınız. Bunun bürokrasiden kaynaklanmadığını ve Ali Murat’ın isabetle belirttiği gibi devletin parmağını görmek zorundasınız. Sorunumuz kişiler değil, bürokratlar değil, sorunumuz hislerimiz değil ve sorunumuz hakeza kesinlikle ve kesinlikle barış değil.

Şu barışçı söylemi -ki, Erdoğan’ın tarihi katkısı o açıdan çok önemli- artık bir kenara bırakmak gerekiyor. Barışçı söylemi bir kenara bırakmak gerekiyor deyince içinizden bazıları hemen zıplıyor. Allahtan pek fazla yoktur muhtemelen Sünni akademisyenler hemen zıplıyor, “Vay savaşa mı çağırıyorsun?” Evet, savaşa çağırıyorum. Buyurun, madem öyle savaşa çağırıyorum. Bu savaşın ne anlama geldiğini biraz sonra söyleyeceğim.

Siz veriyorsunuz demiştim. Buyurun… Şimdi misafir ev sahibinin kuzusudur, eyvallah, nereye bağlarsa orada otlar. Ben de orada otlayacağım, ama Nafiz Beyin beni bağladığı yerden hiç memnun değilim. Gitmeyin gitmeyin tam size geliyor biraz oturun. Hepimiz yaşlıyız, hepimizin prostat sorunu var biliyoruz, ama oturun. Hiç hoşuma gitmedi, neden hoşuma gitmedi? Teşekkür edilen 3 kişiden, Kültür Bakanı’nın bu teşekkürü hak ettiğine hiç kuşkum yok. Gerçekten o yanıyla sıra dışı bir portre çiziyor ve bu tip etkinlikleri, bizim etkinliklerimizi de içtenlikle destekliyor. Kişisel olarak onu asla sorgulamam. Bu teşekkürü gerek Kültür Bakanlığı bürokrasisi bütün örgütüyle, çalışanlarıyla, gerek Bakanıyla hak ediyorlar. Kültür Bakanına o kadar vurdum, sonra aramız bozulmasın diye söylüyor değilim. Öyle düşünseydim zaten vurmazdım. Bunu hak ediyorlar, onu tartışmıyorum.

Peki, Faruk Çelik niye hak ediyor? Üstelik Kültür Bakanı için söylenmemiş bir sıfat eklenerek hak ettiği iddia ediliyor; “Faruk Çelik bizi onore edecekmiş.” “Faruk Çelik gelseydi onore ederdi, edecekti” demek, Faruk Çelik’ten bize bir şey gelecekti demek. Ne gelecekti? Onur gelecekti. Onur nedir? Bir düşünün, Faruk Çelik’i düşünün, Alevi açılım sürecini düşünün ve onun bize katacağı onuru düşünün. Onur siyasi bir şeydir. Faruk Çelik’in sizi onore edeceğini düşünüyorsanız Faruk Çelik’le aynı siyasi hatta duruyorsunuz demektir. Şeref değil bakın onur, başka bir şeydir, topluluğa ilişkin bir şeydir, o siyasi hattı savunuyorsunuz.

Oysa beni onore eden Faruk Çelik değil, Sait Yazıcıoğlu, önceki Bakan, açılımdan sorumlu. Adam açıkça çıkıp şunu demişti, çok saygıya değer bir biçimde: “Biz Alevilere bir elbise biçtik, olmadı.” Bu çok açık seçik bir tavırdır. Burada var, Faruk Çelik’in açılımın başından beri, göreve geldiği günden beri yaptığı konuşmaları çıkardım. Alevileri azarlamakla başladı 1. Çalıştayda, “Bunlar pişmiş ekmeği ham edenler” dedi ve son çalıştayda mitingin üstüne aynı söze geldi. Bu mudur bizi onore edecekler? Alevi örgütlerini azarlamayı ve sözüm ona Aleviliğin siyasal bir sorun olarak çözülmemesini Alevi örgütlerinin üzerine yıkan girişimi savunan, dillendiren adam mı beni onore edecek? Dedim ya, siz bu hakkı veriyorsunuz, vermeye devam ediyorsunuz ne yazık ki.

Peki, bu durumda biz neyi bilmiyoruz Aleviler olarak? Açık, siyaseti bilmiyoruz. Kesinlikle siyasetin ne olduğunu bilmiyoruz, siyasetin nereden nereye doğru ilerlediğini, nasıl değiştiğini bilmiyoruz. Hepimiz ağzımızı açıyoruz ve bir siyasetbilimci olarak beni utandıran şu sözle başlıyoruz: “Biz uzlaşmadan, barıştan yanayız.

Siyaset bilimi, siyasetin hem uzlaşma, hem çatışma sanatı olduğunu söyler açıkça ve bu iki eğilim, iki ayrı toplulukta tezahür eder. Siyaseti bir uzlaşma sanatı olarak gören, bir toplumun hâkim kesimleridir, siyaseti sürekli barış çağrısı olarak okuyan hâkim kesimleridir, çünkü onların kaybedecek şeyleri var. Çünkü onlar kendi çıkarlarını zaten topluluğun tümünün çıkarlarıymış gibi göstermeye çalışırlar. Oysa ezilen kesimler, ki burada ayrımcılığa uğrayan kesimler olarak Aleviler için siyaset, asla ve kat’a uzlaşma sanatı değildir, çatışma sanatıdır.

Dolayısıyla, “Aman da aman Sıhhiye’de bir tek kişinin burnu kanamadı, aman da aman Kadıköy’de bir tek kaldırım taşı yerinden sökülmedi” diye övünecek bir şey yok; sökülmeliydi. Polisle çatışın demiyorum. Sökülmemesi demek, sizin gerçekte hâlâ size çizilen sınırların içinde hapsolduğunuzu gösteriyor, “Bu sınırları geçmeyeceğiz” mesajını verdiğinizi gösteriyor. Sökülsün derken, sökülmeliydi derken yoksa gidin polisle çatışın demiyorum, ama sökülmeliydi. Sökülmediği sürece siz bu sınırlara mahkûmsunuz ve iktidarı müzakereye çağırıyorsunuz. İktidar da sizi müzakereye çağırıyor. Peki, gittiniz müzakere mi ettiniz? Hayır, iktidar size deklare etti siz dinlediniz. Siz onlara sözüm ona deklare ettiğinizi iddia ettiğiniz internet sitelerinden de. Ama hayır, ortada müzakere yok ki, ne müzakeresi. O halde siyaseti ilk elde sizden farklı olan, sizin üstünüzde hâkim olanla çatışma sanatı olarak yeniden formüle etmek, kendi içinizdeyse uzlaşma sanatı olarak formüle etmek zorundasınız ve bunun için Hacı Bektaş’a ihtiyacınız var; portre olarak da ihtiyacınız var, postnişinlik olarak da ihtiyacınız var, mekân olarak da ihtiyacınız var, ama mahkûmiyetiniz yok.

Hacı Bektaş, Alevilerin önemli bir kült merkezidir, ama Dersim de bir başka kült merkezidir, hatırlatırım. Mahkûmiyetiniz yok. Mademki seçeneklerimiz var, bu fırsatı benzeri fırsatları iyi kullanmak zorundasınız. Siyaset bir kere çatışma sanatı olarak kavrandığı anda, Alevi örgütlerinin ağzından şu tip sözcükler düşecek örneğin: “Hükümet samimi değil.” Size ne; samimi olsa size ne, olamasa size ne? Samimiyet üzerinden siyaset yapılmaz. Mevzilerin ele geçirilmesi ya da kaybedilmesi üzerinden siyaset yapılır.

Bakın, din derslerine karşı dava açtınız. Bir mevzi kazandınız, peşini getiremediniz, hukuki olarak da getiremediniz. Din dersinin neyine karşı kazandınız siz davayı; içeriğine karşı. Dedi ki İnsan Hakları Mahkemesi, “Bu müfredatla bu din dersini veremezsiniz, aykırıdır.” Nimet Çubukçu da söylüyor bunu, Sayın Ertuğrul Günay da söylüyor, açıkça kabul ettiler. 3 gün sonra bunu değiştirecekler. Bu kez ne söyleyeceksiniz? Mevziinizi kaptırmış oluyorsunuz, ben size söyleyeyim. Hükümet de duymuş olur hem, bundan sonra belki Alevilerin hangi adımı atabileceğini. Açılacak dava belli. Bizzat din hocalarına karşı dava açacaksınız. Bir din dersi ilahiyat mezunu din hocaları tarafından verilemez. Bunu verecek olan bir tarihçilerdir, iki felsefeciler. Davayı buna karşı da açmalıydınız, açtınız mı? Hayır. Bu davaları kitleselleştirdiniz mi? Hayır. Hiçbir şey yapmadınız, hiçbir şey.

Dolayısıyla, dinci, muhafazakâr, liberal basının sizin mitinginizi 3 satırla görmesini kusura bakmayın ama hak ediyorsunuz. “Siyasal özne olarak Aleviler yoktur” dediklerinde buna sesinizi çıkarmıyorsanız, o 3 satıra mahkûmsunuz demektir; bu söylemi sürdürdüğünüz sürece.

O açıdan sözü çok uzatmayacağım 2 dakika geçtim 15 dakikayı. Önce Mevlana’nın ruhumuza yaydığı o miskinlikten kurtulmamız gerekiyor. Bizim Mevlana’yla işimiz yok, Mevlana’nın da bizimle yok. Velâyetname sahihtir değildir, Uzun Firdevsi yazmıştır yazmamıştır, orada bile o aradaki fark bariz bir biçimde bellidir. Bizim dünün sözüne ihtiyacımız var, çünkü hâlâ yarın artık bugündür diyemiyoruz, demiyoruz. Artı, son olarak Hacı Bektaş’ın bir anekdotunu aktaracağım. Bizim sloganımız Bektaşilerin Alevilerin sloganı başka bir şey. Hatırlarsanız, Velayetname’de geçen bir efsaneye göre Sulucakarahöyük’e ilk yerleştiğinden hemen sonra şikayetler olur ve buradan atılmak istenir. Yetkili biri gönderilir, “Gideceksin” der. O da gitmeyeceğini söyler. “Sana 24 saat süre veriyorum ya gidersin ya da kafan gider.” “Hele sen bir git de yarın kimin kafasını göreceğiz” mealinde bir konuşma olur. Ertesi gün bizzat o Hacı Bektaş’ın kafasını almaya gelecek olan adamın kafasını üstündeki Bey alır. Hacı Bektaş bunu görmüştür.

Ne söylemeye çalışıyorum? Şunu: Mevlana için dün vardır, bugün vardır, yarın vardır. Hacı Bektaş için dün yoktur, yarın yoktur, sadece bugün vardır. O kendisinin kafasını koparmakla tehdit eden askere bakar ve bugünü görür, “O senin kafan çoktan düşmüştür” der. Bize düşen de Alevi açılımını bugünden okumak artık; yarından değil, dünden değil bugünden okumak. Çünkü bugünden başka bir şey yoktur ve siyaset bugünün sanatıdır.

Teşekkür ediyorum.



OTURUM BAŞKANI- Sayın Yalçınkaya’ya teşekkür ediyorum.

“Alevilerin argümanları Alevilerin elinden alındı” diyor. Ezberlerimizi bozalım diyenler ezberlerini bozmuyor, onu söylüyor ve sorunların da barışla değil, mücadele ile kazanılacağını özetliyor.

Evet, sevgili Selahattin Özel, sen bu konuda ne söylüyorsun; buyurun.

SELAHATTİN ÖZEL- Tabii ben çok notlar aldım. Bugün burada bizim Sevgili Atilla Hoca olacaktı, herhalde rahatsızlandı gelemedi, onun yerine Semih gibi yedekten çıktım.

Önce tabii Bakanla ilgili de söyleyeceklerim var, diğer konularla ilgili söyleyeceklerim var. Nafiz Hocamdan başlayayım.

Yıllarca -şu an Mustafa Özcivan Başkanımız da burada- bu derneklerin, örgütlerin uzun süre genel başkanlıklarını yaptım. Bu örgütçülüğün içinden gelen bir insanım, yıllarca dövüştük. Onlar dedi Hacı Bektaş bizim, biz dedik bizim. Biz söyleriz, siz söylersiniz, epey birbirimizi yorduk. Bugün Nafiz Hocanın konuşmasını izledim, dinledim hoşuma gitti; hem samimiyet açısından hoşuma gitti, söyleyiş üslup açısından hoşuma gitti. Not almıştım konuşurken, yani gönülleri imara açtık. Şimdi o gönüller imara açılınca, o gönüllerde kimimizin arsası olacak, kimimizin subasmanı olacak, kimimizin belki gökdeleni olacak. Önemli olan bu noktaya gelmekti. O anlamda ben düzenledikleri, emek verdikleri bu günle ilgili yürekten teşekkür ediyorum, bütün emeği geçen arkadaşları kutluyorum.

Bakana gelince, “İncinse de incitme”den girdi. Bu “İncinsen de incitme”den girince, aklıma Karacaahmet’i yıkarken onun başkanı, genel başkanı ve Başbakan geldi. Karacaahmet’i yıkmaya kalktığında, çok akıllı ve kurnazlar. Karacaahmet’in üstüne giderken yasal olarak haklı nedenleri vardı Erdoğan’ın, ama ora bilinçli seçildi, bilinçli gitti. Eğer üstüne gitmese de görevden alınacak, sonuçta Ankara durdurdu o yıkımı, Belediye Başkanını kurtardı.

Çıktılar Hz. Ali’yi de biraz önce Sevgili Ayhan’ın dediği gibi elimizden her şeyi alıyorlar, bizim argümanları kullanarak hem de alıyorlar. Hz. Ali Efendimizi biz sizden çok severiz dedi. Yani ne dedi tam orijinalini söyleyeyim: “Keremullahi veche Hz. Ali Efendimizi biz de çok severiz” dedi. Lütfi Ağabey ile çıkmışlardı; Ali’yi de bizim elimizden aldı, donduk kaldık.

Şimdi bu bana şunu hatırlattı: Tarihte şeyhülislam gelirken derviş demleniyor. şeyhülislamı görünce şişeyi saklamış. “Saklama saklama” demiş, “Ali Ali’den içersiniz. Ali camiye girer namaz kılardı, içki de içmezdi” demiş. Öyle deyince bizim derviş, “Şeyhülislamım bu Ali asker arkadaşın mı, hangi Ali’den bahsediyorsun?” deyince bu sefer şeyhülislam toparlanmış, “Keremallahi veche Hz. Ali Efendimiz” deyince, “O ne demek?” demiş derviş. “Allah’ın vechi, yüzü, Allah’ın keremi, Allah’ın sıfatı, Allah’ın nuru” sıralamaya başlayınca, “Allah’a cılkı mı kaldı, Allah desene şuna” demiş.

Tabii benliğinde yapısında dervişin bu vardır, koyma suyla değirmen dönmüyor. Bakan da “İncinsen de incitme”den başladı, belli şeyleri bize bizi bize anlatmaya çalıştı. Bu tür yerlerde sıkıntı şudur: Devleti erkân olarak temsil ettiği için Bakan olarak en son konuşuyor, konuşup ve çekip gidiyor. Keşke burada dinleyebilseydi bu kadar konuşmacı arkadaşların konuştuklarından ümit ederim ki, feyz alırdı, bir şeyler öğrenirdi diye düşünüyorum. Ama o olanaktan şu an yoksun.

Katliamlar, Başbağlar’dan tutun bütün katliamlar anlatıldı, doğrudur. Katliamları lanetleyenler bir başka katliamı onaylıyor olamazlar, olmazlar. Biz Sivas için neler söylüyorsak Başbağlar için de, diğerleri için de bütün katliamlar, Halepçe dâhil hepsini kınadık; Alevi örgütleri olarak kınadık, insan olarak kınadık bilmem ne olarak kınadık. Anlatıyor, işte kimi Ergenekon’u çözdükçe, gördükçe bunların nasıl yapıldığını görüyoruz, nasıl yapıldığını farkına varıyoruz.

Benim anlamadığım şu: Ben belki bilmiyorum, bunu samimiyetimle söylüyorum ve öğrenmek de istiyorum. Anadolu’da Alevi toplumunun dedesiyle birlikte öğretisi de zaten yok da, herhangi bir nedenden, hele inançsal boyutu da dâhil olmak üzere bir başka Sünni köyünü veya bir başka yerleri basıp insan katlettiklerini, adam öldürdüklerini ben bilmiyorum. Buna alet olduklarını da bilmiyorum, geçmişten günümüze doğru. Ama her ne hikmetse Maraş’ta birileri alet oluyor, Çorum’da alet oluyor, Sivas’ta alet oluyor. İyi, bunu düzenleyen ağabey, emperyalizm, neyse bunun adını koyalım. Kimse kim de, niye Aleviler alet olmuyor da siz alet oluyorsunuz? Bakana onu bir kere söylemek gerekiyor.

İkincisi Aleviliğin kendi işine gelen taraflarını hatırlıyor. “İncinsen de incitme.” O söz mecliste kullanılmış söz, yeri vardır, cephesi vardır. Eğer sözleri cephesinin anlamlarının dışına çıkarsanız kötü olur. Söz vardır, paylaşımcı anlam taşır; söz vardır, o kaderci, şükürcü başka bir anlam da taşır. Nerde niçin kullandığınıza da bağlı. Dolayısıyla, Alevilikte hatırı kalsın, yol kalmasın var. Alevilikte “İncinsen de incitme”nin dışında “Haksızlığa karşı boyun eğmeyiniz” var, “Hakkınızla birlikte haysiyetinizi onurunuzu da yitirirsiniz” var.

Biraz önce Ayhan’ın dediği gibi, birileri gelip bize onur veriyor ya, bunlardan gocunmayacağız. Neden gocunmayacağız? Birinci şundan dolayı gocunmayacağız: Bilgili insan, kompleksli olmayan insandır, mütevazı insandır, bilgisinin derecesi oranında mütevazıleşir, olgunlaşır. Bilgisiz insan, daha kavgacı insandır. Ben de tersini söylüyorum burada. Peki, bu söylenilen yanlış mıydı? Hayır o da doğru, dedik ya cephesine bakacağız şimdi sözlere.

Eğer sözleri yerinde, cephesinde kullanmadığınızda, bu Bektaşi fıkraları durup dururken doğmadı zaten. Adam itikatlı, gidiyor türbenin önünden geçiyor avlanma biçimi; itini almış, şahinini almış avlanmaya gidecek, türbenin önünden geçiyor. İtikat bütün, diyor, “Kurban olduğum evliya, işte şahanıma bol kuş nasip eyle, tazıma bol tavşan nasip eyle.” Dalıyor ormana üç beş dakika geçiyor, çalılar kıpırdıyor, hayvanı salıyor yılan sokup ölüyor. Biraz sonra şahini salıyor, dala saplanıp ölüyor. Yine dönüş yolu türbenin önünden geçiyor, itikatlı da; “Kurban olduğum evliyam, iyisin, hoşsun, lafı kıçından anlıyorsun. Ben senden ne istedim, ne oldu” diyor.

Şimdi burada sorun başlıyor işte. Hayatı boyunca insanlarla paylaşan, onların sorunlarına koşturan, eğilen, olgun, engin bir insan, o insanlar tarafından öyle bir mertebeye getirilmiş, o mertebe verilmiş, söylenmiş, oraya defnedilmiş gömülmüş. Sağlığında kendi çıkarı ve menfaati için bunları yapmayan insandan böyle bir mertebeye gelmiş, evliya diyorsun. Ondan da itine tavşan tutmasını bekliyorsun. Lafı kıçından anlayan evliya mı, sen misin? Bütün mesele burada düğümleniyor. Hep konuşuyoruz, hep söylüyoruz, hep bekliyoruz. Hepsinin yeri var.

Şimdi aşağı yukarı 54 yaşındayım. 12 yaşlarında falan hatırlıyorum, bir Alevi dedemizin anlattıklarını. Allah’la kul arasında farklılıklar vardır. Kul Allah’tan daima zengindir ve fazlalıkları vardır. Soruyorlardı biz daha çocuktuk. Nasıl oluyor bu dede? Anlatayım yavrum derdi, Allah’ta doğruluk var kulda hem doğruluk var hem eğrilik var. Allah’ta güzellik var, kulda güzellik var, çirkinlik var. iyilik var, kötülük var çoğalttı 8-10 tane saydı, ondan sonra döndü şu kötüleri atın Allah gibi olun dedi.

Önemli olan öyle miyiz, değil miyiz? Önce birbirimize uzlaşmadan bahsediyoruz ya hep, neye göre? Kendi içimizde uzlaşacağız daha birbirimize o gözle bakmıyorsak, birbirimize o nezaketi göstermiyorsak başkasına sizin o gözle bakmanız ve yapmanız olsa olsa yalakalık olur. Ama korkudan, ama bir başka çıkardan olur. Çünkü kendi kültüründeki insana, kendi değer ölçülerinde gördüğü insanlarla uzlaşmayan, bir araya gelmeyen bir başka anlayışa gidip de teslim oluyorsa hangi biçimde olursa olsun, uzlaşmaya çalışıyorsa orada bir sakamet tabii ki vardır. O yüzden demişler, hatır kalsın yol kalmasın; durup dururken söylenmemiş.

O yüzden geçmişte bakıyorum kimler geldi geçti, saydılar başbakanları, cumhurbaşkanlarını. Hiç unutmuyorum yine sevgili Mustafa Özcivan burada, tartıştığımız günlerden Sayın Demirel, Cumhurbaşkanı buraya geldi. Biz yıkıyoruz ortalığı, protesto ediyoruz, yuhalayacağız, alkışlayana kızıyoruz bağırıyoruz falan. Hiç unutmuyorum çoban hilkatli bir köylümüz durdu durdu, yanındayım ben de “Aha niyazın Hünkârım dedi, bu Yezid’i de ayağına getirdin aşk olsun.”

Bu da bir bakış açısı baktığınız zaman. O zaman düşündüm, biz protesto ettik ne oldu, kimimiz etti. Demirel konuşuyor alkışlıyorlar, Başkan konuşuyor alkışlıyorlar, sen konuşuyorsun alkışlıyorlar. Birine bir tepki yok, hepsini alkışlıyorlar ama. Adam ne alkışlıyor, ne bir şey sadece sakin bir şekilde bu lafı söyledi, yanında olduğum için ben duydum.

İşte o güzel insanlar yine bu ülkede halen varlar. Ancak günümüzde tabii dünle bugünü kıyaslayacağız örgütlenme diye bir şey de var. Eğer o güzel insanların elinden benim çoban itikat diye tabir ettiğim o güzellikleri alırsanız, yerine daha güzel bir şeyi vermekle yükümlüsünüz. Veremiyorsanız ellemeyin. Kalsın, ondan bir zarar gelmedi, gelmiyor da. Ama onu aldığınızda yerine daha güzelini vereceksiniz.

Bakın bugün akademiler kuruluyor, enstitüler kuruluyor ve buraya değerli bilim adamlarımız geliyor ve çok güzel bilgiler ediniyoruz. Bugün, dün, yarın bunlar devam edecektir. Neden? Emin ellere teslim ettik. Geçmişte baktığınız zaman bu dergâhı yıkmak için neler yapılmadı. Biraz önce anlattı Kalender Çelebi’yi anlattı, geçmişte Sersem Ali Baba’yı anlattı. Nice sahte icazetlerle memlekete dedeler sürüldü, babalar sürüldü bu Aleviliği yıkabilmek, bozabilmek için; işte tarihçilerin işi, bilim adamlarının işi bunları teker teker ortaya koymak.

Onun dışında aradıklarımız, onu dışında aradıklarınız zaten sizin sözlü, sazlı kültürünüzde var. Eğer Alevi Antolojisini açarsanız, deyişlerinizi açarsanız dört kapının dördünden de size haber veriyor. Ama biz birbirimize Alevilik öğretmeye çalışıyoruz, bundan yararlanıp devlet dâhil herkes bir don biçiyor. Böyle bir Alevilik diyor, giyeceksiniz işte biraz önce söylediği gibi Bakan’ın biri çıkıyor Yazıcıoğlu “valla biz bu elbiseyi diktik bol geldi” diyor.

Şimdi biz sipariş etsek de dikseler neyse, kendilerine göre diktikleri için oluyor. Alevilik iyi, kötü, neyse ne, ama buna Aleviler karar verir. Kendi içimizdeki sorunları, dernekler arası sorunları veya inançsal boyuttaki sıkıntılarımızı, köyden kente göçmüş Alevilikle ilgili sıkıntılarımızı, cemevleri olgusunu bunları karar verecek, tartışacak olan biziz. Ama görmediğimiz veya eksik gördüğümüz yanlış gördüğümüz şu: Devlet bizatihi dine taraf. Dinin bir mezhebine de taraf. Devletin dini yok gibi düşünüyoruz, bu devletin dini var. Biz vatandaşın dini olur diyoruz devletlerin dini olmaz diyoruz, ama öyle değil. Bu devletin resmen dini var, belli. Zorunlu din dersleriyle pekiştirmiş, laiklikten dem vuruyoruz, demokrasiden dem vuruyoruz, inanç özgürlüklerinden dem vuruyoruz, taleplerimiz ortada.

Bu işin bir tek doğrusu var, işin kestirmesi de bu. Eğer biz Aleviler bir başka derdine diğer her grup, her küme kendi haklarıyla ilgili bir şeyin derdine düşüp kavgasına düşerse bu kavgada en zayıf düşen hep biz oluruz. Çünkü insan hakları nerede biz orada olmuşuz, tulumbacı başı gibi yangın söndürmeye gitmişiz, kendi yangınımıza da kimse koşmuyor diye de dert yanıyoruz bazen.

Bakıyoruz burada notlar var, elime geçti. Bir yazarın bir tanesi: Aleviler 25 milyondur, Aleviler bu ülkenin yüz akıdır, Aleviler aydındır, Aleviler iyi vatandaştır, okuyan, bakan, gören, dinleyen sonra Aleviler laik cumhuriyete sahip çıkarlar, Aleviler dönek değildir, kendi çıkarları için hangi iktidar gelse ona yanaşıp yalakalık yapmazlar vs. vs. Aleviler vefalıdır, Aleviler dürüsttür, Aleviler yiğittir. Dans ederler, saz çalarlar, yobaz değildir çoğaltabiliriz. Yani Alevilerden başka yok mu ya? Bir Aleviler mi yani, ya bir haksızlık var yanlış bir cümle kullanılıyor ya da gerçeği söyleyeceğiz.

Ha bunun bir Alevi olarak tanımlamaya kalktığımda farklı tanımlamalar yaparım. Nedir bu? Yıllar önce söylediğim bir şey vardı. Sünni’nin bozulmuşu düzgündür, Alevi’nin bozulmuşu da çok kötüdür demiştim; farklı farklı algılanabilir. Açtığım zaman birisi bana göre bu da tartışılabilecek bir konu tabii, illa doğrudur diye de söylemiyorum. Bağnaz, karanlık, tutucu bir yapıdan aydınlığa çıkmayı bozulmuş olarak addediyorum. Bir tarafta da aydınlık bir yapıdan karanlığa gitmeyi de bozulmuşluk olarak gördüğüm için bu kelimeyi kullanıyorum.

Dolayısıyla, evet toparlayalım söylenecek tabii notlarımızın çoğuna değinemedik, değerlendiremedik ama en son sürem bitti galiba. Peki, ben o zaman şöyle bir İbreti Baba’nın şiiriyle bitireyim. Birkaç tane biraz önce dediğim gibi deyişlerden hep yola çıkıyorum, çünkü mihenk taşımı oluşturuyor.

Bir şah olsam hükmeylesem cihana

Batıl meclisleri yıkar giderdim

Mektepler yaptırıp bütün köylere

Cehaleti kökten söker giderdim

Fabrikalar kurar idim her yerde

İkiliği koymaz idim bu serde

Ayrı gözle bakmaz idim bir ferde

Cihana bir gözle bakar giderim

Kamil insanları bilirdim Allah

Ondan başkasına tapmazdım billâh

Ne Kâbe kalırdı, ne de Beytullah

Oraya bir bostan eker giderdim

Bir olurdu fakir-zengin her zaman

Bütün hastalara olurdum derman

Ne gâvur kalırdı, ne de Müslüman

Hepsini bir yola çeker giderdim

İnsanlardan başka olmazdı cennet

Yok, olurdu İsa, Musa, Muhammed

Kalkardı dünyadan din ve tarikat

Mezhepler bağını söker giderdim

Görseydi o günü yüzüm gülerdi

Bütün dünya insanı bayram ederdi

Ne bir silah ne bir atom kalırdı

Bir derin kuyuya döker giderdim

İbreti der varlığımız bitmezdi

Sofu inat edip hacca gitmezdi

Ayrı ayrı devlet icap etmezdi

Dünyaya tek bayrak diker giderdim.

Saygılar efendim.



Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin