DENİZLİ SAVCISININ OYUNU
Daha bunlara benzer çok câhilane ve ânûdane olan birinci ehl-i vukuf raporu bu gibi câhilliklerle, ahmaklıklarla doludur.
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri Denizli Ağır Ceza mahkemesine sunduğ'u raporun garazkârlık ve vukufsuzluk taraflarını ıspatlayıp gösteren cevabları ile beraber, bazı müdafaât parçalarını da gördükten sonra, mahkeme heyeti meselenin esasına iyice vukufiyet peyda eder. Fakat âdil reis, çok sâkin ve gayet ağır başlılık içerisinde netice-i evrakı bekler. Bu arada yüksek bir ehl-i vukuf heyetinin teşkili için, hadise dosyasını kitap ve evrakıyla birlikte Ankara Ağır Ceza Mahkemesi riyaseti altında yüksek ilmî bir heyetin teşkil ettirilmesi ve onlara tetkiki yaptırılması için 9.3. 1944'de Ankara'ya gönderir.
Ankara birinci Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Emin Böke'nin riyasetinde yetkili ve her birisi kendi dalında feylosof kadar yüksek ilmî seviyeye mâlik
327
(44)Omsalıca Sirac-ün Nur-2 S: 299
328
1236 ve ünlü şahsiyetlerden üç tane ilim adamı tayin edilir ve dosya bu zatlara tevdi' edilir.
Bu bilirkişi hey'eti, tek tek Nur Risalelerini ve hadise dosyasını bir ay kadar kısa bir zaman içerisinde tetkikten geçirdikten sonra; ilerde metninden bazı bölümler vereceğimiz raporlarını 22 Nisan 1944 tarihinde oy birliğiyle hazırlayıp ilgili makamına teslim ederler.
Bu zatlar zaman ve zeminin çok nâzik ve kritik şartlarına rağmen, vicdanlarının ve bağımsız ilmî şahsiyetlerinin sesini dinliyerek; -Ufak tefek bazı rüşvet-i kelâm tarzındaki ifadeleri hariç kalmak şartıyla- Üstad Bediüzzamanı ve masum Nur Talebelerini o plânlı ma'hud zulümden kurtarmağa ellerinden geldiğince gayret etmişlerdir. Ancak bunun yanında belirlediğimiz gibi, zamanın emansız idaresi ve hükümetinin yüksek kademelerinde çöreklenmiş ve hâkim durumunda olan şer kuvvetlerine de, rüşvet-i kelâm nev'inden bazı ilmî tahtielerde de bulunmuşlardır.
Bazı mu'temed zatlardan duyduğum kadarıyla, bilâhare bu ehl-i vukuf heyetindeki zatlar, Bediüzzaman'a hususî selâm göndererek; Onun cihanbaha ve bikiran kıymetteki eserlerine layıkı veçhiyle -zaman ve zeminin nezaketi icabı- rapor hazırlıyamadıklarını beyan-ı özür ile bildirmişlerdir.
Ankara ehl-i vukuf raporu, herhalde beş on gün içinde Denizli Ağır Ceza Mahkemesine intikal eder. Üstad ve talebeleri de raporu görürler. Hazret-i üstad bu rapora bir dereceye kadar memnun olup sevinmekle birlikte, bazı sehiv noktalarını da ilmî kaideler çerçevesinde tashih eder ve "Teşekkürname" ismi altında bu tashihli cevabını mahkemeye arzeder.
Bu raporda gerek bilerek, gerekse bilmiyerek yapılan ilmî hatalarını tashih eden Üstad'ın mukabil cevablarını hâvi parçadan bölümler vermek isteriz. Fakat ondan önce; rapor Denizli'ye ulaştığı zaman, henüz resmî olarak maznunların ellerine geçmemişken, Üstad'a bir sureti gelmiş, o da hapisteki Nur talebelerine hem müjde, hem de raporun mahiyeti hakkında malûmat ve hem de rapordaki ilmî sehivlerin varlığını bildiren şu mektubunu okuyalım:
"Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Bize ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şimdilik ehl-i vukufun ittifak ile verdikleri kararlarını size göndermiyeceğim. Bu ehl-i vukuf, bütün kuvvetiyle bizi kurtarmak ve ehl-i dalâlet ve bid'iyatın şerrinden
329
muhafaza etmek için çalışmışlar. Bizi, bize isnad edilen bütün suçlardan tebriye ediyorlar ve Risale-i Nurdan tâm ders aldıklarını ihsas
330
1237 edip Risale-i Nurun ilmî ve imanî kısmının ekseriyet-i mutlakası vâkıfâne yazıldığını.. Ve Said ise, hem samimî hem ciddî kanaatlarını beyanederek ondaki kuvvet ve iktidar; isnad edildiği gibi, tarikat icadı veya cem'iyet kurmak ve Hükûmetle mübareze etmek te değildir. Belki yalnız Kur'an'ın hakikatlarını muhtaçlara bildirmek kuvvet ve iktidarıdır diye müttefikan karar vermişler.. Ve gayr-ı ilmî tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki:
"Bazen cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilal-ı ruhiyeye kapılmasından bu eserlerle mes`ul olmamak lâzım geliyor" diye manasını fehmediyorlar.. Ve Eski Said ve Yeni Said tabirinde iki şahsiyet; İkincisinde fevkâlede bir kuvvet-i imaniye ve ilim ve hakikat-ı Kur'aniye manasını vermişler.. Ve "bir nevi cezbe ve ihtilal-ı dimağiye ihtimali var" demişler.
Hem bizi şiddetli ta'biratın mes'uliyetinden kurtarmak, hem muarızlarımızı okşamak için "Sem' ve basar cihetinden Hallüsinasyon hastalığı ihtimali nazara alınabilir" demişler.
Onların bu ihtimalini esasiyle çürüten, ellerine geçen ve bütün akılları geri bırakan Nur risaleleri.. Ve bütün avukatlara hayret veren müdafaa ve meyve risaleleri kâfi ve vâfi bir cevabtır. Ben çok teşekkür ediyorum ki; Bir hadis-i şerifin mazhariyeti bu ihtimal ile bana verilmiş.
Hem o ehl-i vukuf bütün kardeşlerimizi ve beni tâm tebriye ediyorlar ve diyorlar: "Said'in âlimane ve vâkıfane eserlerine iman ve ahiretleri için bağlanmışlar... Hiç bir cihette hükûmete karşı su-i kasdlarına dair bir sarahat ve bir emare, ne muhaberelerinde ve ne de kitap ve risalelerinde bulmadık" diye o hey'et, ittifak ile karar verip; Biri Necati feylosof, biri Yusuf Ziya âlim, biri de Yusuf Feylosof namlarında üç zat imza atmışlaı:
Lâtif bir tevafuktur ki: Biz bu hapse kendimiz hakkında bir "Medrese-i Yusufiye ve meyve Risalesi onun meyvesi" dediğimizden, bu iki Yusuf dahi perde altında: "Biz dahi o medrese-i Yusufiye'deki derslere hissedarız" diye lisan-ı halleriyle ifade etmeleridir.
Hem cezbeye lâtıf bir delilleridir ki: Otuzücüncü sözün, Otuz üç pencereli.. Ve otuz üçüncü mektup gibi tabirleri.. Hem kendi kedisinden "Ya Rahim Ya Rahim!" işitmesi... Hem kendini bir mezar taşı görmesi cezbeye ve hallüsinayon ihtimaline delil göstermişler.
SAİD-İ NURSİ(45)"
(45)Osmanlıca Şualar S: 296
331
1238
Ankara ehl-i vukufunun raporunda yer alan bazı sehivler veya yanlış bazı mana vermeler hususunda, Hazret-i Üstad üç dört parça tashihnameleri yazarak mahkemeye sunmuştur. En son ve uzun ve camî' parça 31 Mayıs 1944'de mahkemeye takdim edilen parçadır. Bu uzun tashihnamelerden, (asıllarını Sirac-ün Nur ve Osmanlıca Şua'lar kitabına havale ederek, )bazı kısımlarını medar-ı ibret için buraya kaydediyoruz:
"... Evvelce takdim edilen teşekkürnamede kısmen izah ettiğimiz gibi , şimdi raporu gördükten sonra, sekiz dokuz yerde acelelik sebebiyle sehivler ve iltibaslar ve anlamamazlıklar ve yanlışlıklar olmuş. Ben bu zatları tenkid değil, belki onların bu meselede kazanacakları hayrât ve hesenatlarına yardım fikriyle o sehivlerin sahihini beyan edeceğim:
Birinci Sehiv: Onlar ittifakla yüzde doksan risaleleri gayet takdir ile beraber derler: "Bunlarda müellif, hem samimî hem hasbî hem ilim ve hakikattan ve din esaslarından ayrılmamıştır. Bu doksan kitapta dini alet etmek ve cem'iyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir Şâkirtlerinin birbiriyle ve Said ile muhabere mektupları da bu nevidendir" deyip muhakkikane hüküm verdikleri yerde; şahsımın bir kusurunu beyan için derler: "Said bazen bu ayetin yüz hikmetinden beşi beyan olunacak” der. Bu ise ilim vekarına yakışmaz. Hem bazen "Bu risale dörtbuçuk saatte yazıldı ” der. Bu söz ise, kendini medhe ve muhatabını hayrete düşürmek mahiyetinde küçüklüktür.
Elcevab: Ben kusuru ve küçüklüğü nefsime memnuniyetle kabul etmekle beraber, derim: Bu çeşit sözlerimin sebebi, kendimi beğendirmek değil hâşâ!.. Belki Risale-i Nur, Kur'anın bütün nükte ve hikmetlerini ihata edemez. Ancak yüzde dördünü, beşini beyan edebilir diye Kur'anın vüs'at-ı ma'nadaki i'caz-ı manevisini ihtardır ve ona işarettir.
Ve "Dört veya altı veya on iki saatte te'lif edildi" demekle; Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'an'ın şâkirdidir ve Kur'an'ın hazır malını hazinesinden çabuk çıkarır, satar.Bununla kendimi medih değil, belki Risale-i Nurun makbuliyetine bir emare.. Ve bu halde müflis bir hizmetkâr olduğumu göstermek niyetiyle, başka kitaplardan veya diğer fikirlerden ve kendi fikirlerimden olmadığını bildirmektir.
Evet, yirmi seneden beri Kur'an'dan ve Risale-i Nurdan başka hiçbir kitabı yanında bulundurmıyan ve okumayan ve hiç bir gazete ve mecmuaları bilmiyen ve istemeyen bir adam, o niyetle öyle söyliyebilir!...
332
Üçüncü Sehiv: Yanlış mana vermekle raporda: "Said bazı kerametler yazar... Yazmak istemezdim, bana yazdırıldı...” Hem bazen: "Bu cevab manevî canibinden ve hakikat âleminden bildirildi. "Hem bazen" Kudsî bir müjde" der...Hem "Yüz senede bir müceddid gelir" fikriyle, kendisinin
333
1239 zamanın müceddidi olduğu fikrini uyandırıyor." demişler?..
Elcevab: Hâşâ, bin defa hâşâ!.. Benim haddim değilki, o kerametleri benliğime mal edeyim. Belki benim pek çok kusurlarımla beraber, Risale-i Nurla iman hizmetinde çalışmamıza bir ikram-ı ilahî ve o hizmetin makbuliyetine dair bereketten gelen bir emareyi göstermek... Ve "Ne ile yaşıyor, nasıl geçiniyor?" diyenlere karşı, bereket-i İlâhiye bu hizmetimizi dünya maişetine alet etmeye mecbur etmiyor demektir.
Hem bu yazdığım hakikatlar benim fikrimin malı değil, belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir Lümme-i rahmaniye ve melek-i ilham ve bir tarafında bir lümme-i şeytaniye ve vesvesesi bulunduğuna ehl-i hakikat ve Diyanetin hükümlerine binaen: Benim kalbimde dahi herkes gibi bazen ihtiyarımın haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakikat hutur eder. Yani Kur'an'dan, manevî bir cânibten bir nevi ilham hükmünde bir güzel nükte ilham edilir demektir.
... Eskiden beri ehl-i hakikat mabeyninde câri olan, Üstad'ına karşı fart-ı muhabbetten gelen fevkalhad hüsn-ü zanları tadil etmek ve nimett-î İlâhiyeye karşı küfrân ve inkâr etmemek niyetiyle: "Müceddidlik vazifesi olabilir" Fakat benim değildir, Risale-i Nurundur. Bu zamana bakan Kur'an'ın bir cilve-i hakikatıdır, Risale-i Nur onu temsil ediyor. Ben neci oluyorumki kendime dava edeyim.
Altıncı sehiv: Raporda "İşine gelirse ben Kürdüm, Şâfiiyim... Biz Hanefi Ulemasının Türkçe ezan gibi kararını tanımayız" diyor demişler?..
Hem "İşine gelince, Kürtlük Türklük yoktur, Biz yek-vücuduz, Müslümanız, kardeşiz... ayrılığı reddeder, milletlerin birliğini çıkarır. Bu ise bir tezattır" diyorlar.
Elcevab: Bundan onbeş sene evvel(46) bir köyde yalnız, tazyik altında insafsız bazı memurlar hususi ibadethanemde "Türkçe ezan ve kamet yapacaksın" dediler. Bunların bütün bütün kanunsuz keyfî zulümlerine karşı o zaman yazdığım Hücumat-ı Sitte'nin zeylinde demiştim: "Ben hem Şafiiyim, hem dilim Türkçe diğil... Hem hususi ibadethanemde yalnız bulunduğumdan, Hanefî mezhebinde bulunan bazı hocaların Türkçe ezana fetvaları bana şümulu olamaz" demiştim. "Onların kararlarını tanımıyoruz" dememişim.
334
Hem bütün arkadaşlarım ve Risale-i Nur eczaları şahittirler ki: Ben eskiden beri milliyetimizi İslâmiyet biliyorum. Kürtçülüğe hiç bir vakit taraftar olmadım ve terviç etmedim. Ve daima derdim ki: "Avrupa milli
(46) 1944 tarihinde bu itiraz ve tashihname yazıldığı için, o tarihten ondört sene geri gitsek,1930'da Barlâ daki mescidine tecavüz hadisesi vuku' bulduğu anlaşılır. A.B.
335
1240 yetçilik fikriyle Anasır-ı İslamiyeyi birbirinden ayırmaya çalışıyor.” Ben de İslâmiyet hesabına milliyeti yalnız İslâmiyet biliyorum, Islâmiyet noktasında bakmışım.. Ve Avrupa'nın bu firengi illetine karşı tedaviye çalışmışım.
Hem o zalim memurların kanunsuz keyfi tazyiklerine karşı yazılan Hücumat-ı Sitte'nin zeyli, bir hiddet zamanında yazıldı. O hususi memurlara Şiddetli lisan kullanılmış. Yoksa Risale-i Nur daima Kur'an edebiyle zinetlenmiştir. Lisanı nezihtir.
Sekizinci Sehiv: Raporun ikinci sahifesinde "İlm-i huruf ile, Ebced hesabıyla hüküm çıkarmak, okunması haram olan ilimlerdendir" diye Reddül Muhtar şârihi demiş" diye yazmışlar?
Elcevab: Kur'an'ın haddü hesaba gelmez manaları, işaretleri, tefsirleri Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'dan sarihan görünmüyor.. Fakat bütün o manalar o kudsî menba'ın tereşşuhatıdır. İlm-i huruf değil, belki pek zâhir ve hesabî olan hesab-ı ebced ve gözle görünen tevafuklarla Kur'an'daki işaret ve nüktelerin fehmi için bir vesile yaptığım Hazret-i Peygamber Aleyhisselâtü Vesselâm'ın sünnetine ittiba'ımıza elbette hiç bir vecih ile münâfâtı olamaz.
Dokuzuncu Sehiv: Raporda denilmiş: Said-i Nursi kendini emr-i bilma'rufla mükellef tutuyor. Halbuki emr-i bilma'ruf'un şartı, fitneye müeddî olmamaktır. Kendisi bu işe me'mur değil iken ve şüpheli bir vaziyette bulunurken, emr-i bilma'rufa kalkması, bir akide kitabında haramdır denilmiş...”
Hem ehl-i kıble tekfir olunmaz... Said-i Nursi ise, zaruriyat-ı diniyeden olmıyan mes'eleleri ortaya atıyor, sonra "Ey mülhidler, dinsizler" gibi kelimeler kitaplarında bulunuyor. Bunlar dinen caiz değildir. Ehl-i sünnet vel-Cemaat mezhebine göre "Ben Müslümanım" diyen adama, kâfir demek günahtır?"
Elcevab: Hükûmet-i ittihadiyece ittifakla umum Avrupa'ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi beyan ve muhafaza etmek için Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyede bir a'za kabul edilen.. Ve ondokuz sene evvel Van'da iken, Diyanet riyaseti tarafından bir vâiz kabul edilen.. Ve şimdiye kadar pek çok muarızları bulunduğu halde, sözleri cerhedilmiyen.. Hem şimdiye kadar hiç bir yerde dinen onun derslerinden zarar gören bulunmıyan bir adamın; Kur'an'ın
336
gayet sarih emr-i bilma'rufunu hâs ve halis ve sırf ahireti için çalışanlara söylemesi, değil haram, belki en ehemmiyetli bir farz hükmündedir.
Amma ehl-i kıblenin tekfiri hakkındaki sehivleri ise; Hem Risale-i
337
1241 Nuru hem benimle temas edenleri işhad ediyorum ki; Benim eskiden beri mesIeğim hüsn-ü zandır. Değil tekfir, belki mümkin olduğu kadar Müslümanları tekfir vartalarından kaçmışım. Mezheb-i Hanefide sebeb-i küfür gösterilen çok maddeler, Mezheb-i Şafiide yalnız kebair sayıldığı cihedle, ben hüsn-ü zan etmeye mezhebimce mükellefim. Hanefi ulemasından -Mezhebimce- daha ziyade tekfirden çekiniyorum. Hususî ve muayyen insanlarda tâm sarih küfür görülmezse, kâfir diyemeyiz... Ve Risale-i Nurda "Ey mülhidler ey zındıklar" dediğim vakit, muhtaplarım ise, gizli ve İslâmiyetin ifsadını ve mü'minlerin imanını bozmayı hedef ittihaz eden ve bazen hükûmetin bazı erkânını iğfal edip bizi böyle belâlara sokan ve otuz senedenberi benimle mücadele eden şahsen bilmediğimiz bir kısım münafıklardır.
Onuncu Sehiv: "... İki türlü Deccal, Süfyan diye zaruriyat-ı diniyeden olmayan... bunlarda icma' var" diyor. İnanmayanlara "Zındık, dinsiz, Mülhid' hükmünü veriyor. Halbuki Mehdî, deccal, Süfyan gibi şeyler Kur'an'da yoktur. İcma'da yoktur.. Yalnız Teftazanî: "Bunlar gayr-i mümkin şeyler olmadığından bu babta rivayet edilen hadisleri kabul ederiz" demiş. Hem İmam-ı mahfi ve Mehdî-i muntazar batıl olduğuna ehl-i sünnetin ittifakı var?... ”
Elcevab: Acelecilik belâsıyla gayet sathî bir surette, yüz risaleden ziyade kitaplar tetkik edilmeden, bir mahrem risalemin bir ibaresinden böyle bir hüküm isnad etmelerini o müdakkik zatlara yakıştıramıyoruz.
Evvela: Teftazanî, Ahirzaman hadisatı hakkında değil, belki hadisat-ı uhreviyeden bir acib kısım hakkında o sözleri "Şerh-ül Makasıd' da(47) yazmış.
Saniyen: Risale-i Nurdan mahrem bir cüz'ü "İki Deccal'a inanmıyan dinsizdir"demiyor..Hem Deccal'ın hurucu bütün akide-i İslâmiye kitaplarında mezkûrdür, icma'a mazhardır. Mehdî ve Süfyan mefküresi ise, Ümmet içinde gayet esaslı bir tarzda ve ehemmiyetli bir hikmete binaen cereyan edip gelmiş. Adeta Ümmetçe telâkki-i bil-kabul nev'inde bir medar-ı teselli olarak, her asırda Âl-i Beyt-i Nebevî'den bir hidayetkâr imdada yetişmesi tesellisiyIe, Devlet-i Süfyaniyede ve Emeviye'de, Eski zamanda Yezid ve Velid gibi Süfyan manasını veren hâkimlere karşı dayanmak için, her asrın ihtiyacı bu mefküreyi idame etmiş.. Ve bu hakikatı cüz'î küllî her asır gösterdiği gibi, bu asır da bir derece göstermiş diye Risale-i Nurun beyanatı hiç bir cihetle hakaik-ı İslâmiyeye münafâtı
338
(47)Barekallah, Maşaallah yüzbin kere bu nuranî hafızaya ki; yirmibeş otuz sene evvel gözden geçirdigi benzeri ilm-i kelâm kitaplarındaki umum mes'eleleri dekaikiyle hıfzediyor!.. Bu ehl-i vukuf ise, hem meşhur ulema, hem her gün yanlarında meşguliyetleri icab-ı okudukları o kitaplardan en bariz bir mes'elesinde de sehvediyor ve yanılgıya düşüyor.A.B.
339
1242 yoktur. Fakat Hanefi Ülemasından bir kısmı demelerine binaen, Ulemay-ı Hanefiye sair mezhebler gibi Mehdî ve Süfyan hadiselerine akide noktasında bakmıyorlar.
Risale-i Nurun bir üstadı İmam-ı Gazali ve birisi de Abdülkadir-i Geylani'dir. (Fakat tarikat cihetinde değil, hakikat cihetinde) birisi de ve en başta İmam-ı Ali (r.a.) olmasından bunların, ittifak ettikleri meseleler, elbette ma'den-i Risaletten alınmıştır diye Risale-i Nur kabul etmiş... Ve İmam-ı Ali Radiyallahü Anhü kasidesinde Süyfan'a "İslâm Deccal'ı" namını vermesi, bize bir hüccet hükmüne geçmiş. Yalnız Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği hadisden başka, pek çok emareler ve büyüklerden gaybî ihbarlar vardır. Ve vâki-i hal vukuatiyle tam tasdik ediyor.
Hem ehl-i sünnetçe batıl olan mehdî-i muntazar budur ki: Şia'ların bir kısmı "On iki imamdan birisi ölmemiş, bin senedir gizlidir, sonra meydana çıkacak, dünyayı islah edecek, Mehdi-i muntazar budur" ehl-i Sünnet bu fikre batıldır der. Yoksa Ehl-i sünnetin ekseriyetince kabulü olan ve intizar edilen Muhammed Mehdî hakkında hadisler var ve diyen Ulemaların fikirlerini kabul etmediklerinin hikmeti şudur:
Ahir zamanda dinsizlik cereyanına karşı mukabele etmek, ancak İsevilerin hakiki dini, hakikat-ı Kur'an'la ittihad ederek; Kur'an ise esas ve imam olup, İsevî dini ona tabi' olacağına işareten bir rivayette varki: "İsa (A.S.) gelir, namazda Mehdi'ye iktida eder(48)" Eğer o kısım Ulemaların fikri gibi olsa, o halde İsevilik esas ve imam olması lâzım geliyor... (49)"
Böylece Hazret-i Üstadın, Denizli Ağır ceza mahkemesi nezdinde yaptığı müdafaaname parçalarının -Isparta Savcılığı ve Mahkemesine verdiği üç parça istidalar dahil-her iki ehl-i vukuf raporlarına cevablar, sorgu hâkiminin kararnamesine itiraz, makam-ı iddianın iddianamelerine i'tirazlar ve direkt olarak mahkemede yaptığı müdafaa parçaları cem'an yirmi iki adet parçadan ibarettir.
Hazret-i Üstad bu müdafaalarında, Savcının ve Mahkeme safahatının durumlarına göre bazen çok şiddetli ve heybetli bir tarzda, bazen çok mülayimane ve müsalâhakârane şekilde; ve bazen de ilim ve mantık din ve şeriat kaideleri içinde ve o atmosferde delil ve bürhanlarla sükûnet ve vakar içerisinde de konuşmuştur. Bu müdafaa parçalarının mecmuu bir araya gelse, yüzelli büyük
340
(48)Bu hadis rivayetinin, bir kaç rivayet şekliyle ibn-ül Kesirin tasnif ettigi "Kitab-ün Nihaye" birinci cildinin 144. sahifesindedir. A.B.
(49) Osmanlıca Şualar S: 302-310
341
1243
sahife kadar bir hacim tutabilir(50) İşte Denizli Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde yapılan bu müdafaaların esas teşkil ettiği noktasından; burada şimdi bazı sebeplerden açıklıyamadığımız, kritik ve fakat bütün münafıkane icraatların ana düğümü olan bir takım mevzuların mahiyetiyle ilgili olduğu için, Eskişehir mahkemesi müdafaanamesinden daha çok önemli ve kıymetlidir denilebilir. Bu kıymet ve ehemmiyete işaret için Üstad Hazretleri Denizli müdafaanemesinin başında şu cümleleri koymuştur:
"On sekiz sene sükûttan sonra, mecburiyet tahtında bu istid'a mahkemeye ve sureti Ankara'ya, makamata verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı i'tiraznamemdir.(51)"
Denizli hapis hadiselerini ve cereyan eden ahvalini ve en ufak teferruatına kadar müdafaa parçalarının hepsini ve hapis içinde ve dışında ve mahkeme çevresinde cereyan eden hadiseleri dile getiren şeyleri ve yazılan bütün mektuplarını burada sıralamak ve sergilemek aslında lazımdır. Fakat üzerinde olduğumuz mevzu -ki Üstadın hayatıdır- çok fazla uzayacak ve kitabımız çok büyüyecektir. Bundan dolayı teferruat ve geniş tafsilattan bilmecburiye sarf-ı nazar ettik. Hem bu mezkûr müdafaaların mühim ekseriyeti Üstad'ın büyük tarihçesinde mevcut olmasından, bu kitapta da az ilerde safhalar halinde o cihan- baba ve ebedî yaşayacak olan kahramanane ve merdane ve ilmî müdafaa parçalarından mevzu' ile en yakın kısımlardan bölümler vermeye çalışacağız.
HATIRALAR BÖLÜMÜ
Mevzu, bir kaç kollu ve dallı olmasından, ister istemez bir kaç kez başa dönüp, başka bir mevzu’ dalını ele almak ve götürmek mecburiyeti hasıl olmaktadır. İşte burada da yine geri başa dönerek; Denizli hadisesinde hapiste mazlum olarak bulunmuş ve hadise içinde yaşamış Nur talebeleri bazı mühim zatların hadise öncesinde ve hapis içinde cereyan etmiş vaka'lara dair hatıralarından bazı kısımlar alacağız:
Birincisi: Kastamonu Vilâyeti ve civarının medar-ı fahri ve bütün Nur talebelerinin hürmet ettiğ'i âlim, fazıl ehl-i hakikat bir zat olan Mehmed Feyzi Efendi'nin bu safhaya ait hatıraları şöyledir:
(50)Bu yirmi iki adet müdafaa parçaları, kısmen Osmanlıca Sirac-ün Nur mecmuasında, kısmen de Büyük Târihçe-i Hayat kitabında, tamamı ise
342
merhum Zübeyir Ağabeyden bize yadigar kalan "Denizli Müdafaaları ve Kararlar" dosyasında mevcut olup yanımızda mahfuzdur. A.B.
(51)Osmanlıca Sirac-ün Nur S: 289
343
1244
344
1245
345
1246
"Denizli hapsinden evvel, (yani Üstad henüz Kastamonu'da nezarette veya hapishanede iken) yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti: "Feyzi kazay-i İlâhidir!.."
Üstad Kastamonu dan ayrılırken, müdde-i umumilikte ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken "Allah'a ısmarladık" ile başlayan bir mektup yazmıştı.
M.Feyzi Efendi'nin Kastamonu'daki İfadeleri:
Üstad Hazretleri Kastamonu'dan ayrılmadan az önce, yani 6.10.1943'de Kastamonu ve civar talebelerine de taarruz başlamıştı. Başta Feyzi Efendi olmak üzere o civarın Nur talebeleri, Kastamonu'da on beş-yirmi gün kadar devamlı olarak ifadeleri alınmıştı. Bu mevzuuda Mehmed Feyzi Efendi şöyle der:
"Polis müdürü Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok (Vali) Ondokuz gün, ifade alınırken yanımda bulundu.
İfadem alınmakta iken; (Üstad kasdedilerek) akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı.” Demişlerdi.
Ben de: "Yalan söylemeyin!" diye cevap verdim.
Bir yerde ellerine şöyle bir not geçmişti: "İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü.” Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar.
Bir akşam vakti beni çağırdı, "Ne yaptınız?" diye sordu. Ne yapacağız, yatsı namazını kıldık, dedim.
Yanınıza kim geldi? dedi.
Bilmiyorum, karanlıktı diye cevap verdim.
Ezanı kim okudu? dedi.
Ben okudum diye cevap verdim. Arapça mı okudun? diye sordular. Evet, demiştim.
346
Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim; Ben böyle dedim. Sana da sorarlarsa, böyle söyle dedim.
Emin Bey, ne sordularsa "Bilmiyorum" diye cevap vermiş. Bunun üzerine "Yalan Söylüyorsunuz" diye Emin Bey'i tokatlamışlardı...
İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâki, ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için...”
Ve Denizli Hapsine
İki üç ay sonra, Denizliye götürülen Kastamonu ve civarı Nur talebeleri, Denizli hapishanesinin mahkûmlar bölümüne yerleştirilirler. Hapishane
347
1247
ve mahkeme safahatı hakkında Mehmed Feyzi Efendi hatıratını şöyle sürdürmektedir:
“Denizli'de müdde-i umuminin muavini, adliye vekiline telgraf çekmiş: "Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler" diye.. Üstad ise, hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun diyordu.
Mahkûmların Islâhı
Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan; Kur'an okuyarak, nurları okuyarak kurtuldular. Bazılarını Kur'an okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise, namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali?
Üstad "mahkûmlar için yeni yazı ile Risaleleri yazın" deyince, bazıları İ'tiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatla: "Üstad ne derse o olsun" diyordu.
Mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Ben Delail-i Serif'i yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim, bunu nüsha yapıp kaçmak istiyordu... Daha sonraları İbrahim'i idam ettiler.
Dostları ilə paylaş: |