76. Et-Tevvâb
Tevbenin asıl anlamı rücû1 etmektir. Bundan ism-i fail olan tâ'ib, “rücû' eden”; tevvâb ise onun mübalağa binasıdır ki, “tevbe işini nicelik ve nitelik bakımından çok yapan” demek olur. Allah'ın sıfatı olarak et-Tevvâb: “İtaatına yönelerek, Kendisine dönen için, o insanın istediği bağışlamaya Rücû' edenst 1947 yahut, “Kullarının, hoşlanmadıkları şeylerden sevdikleri şeylere Rücû' eden” 1948 diye tanımlanır. Tevbe, kul hakkında mâsiyetten dönmeyi, Cenab-ı Allah hakkında ise cezalandırmaktan dönmeyi ifade eder. 1949 Kul Rabbine döner, Allah da onun dönmesini kabul eder. 1950 el-Hattâbîye göre et-Tevvâb:
Kulların tevbelerinin her yenilenmesinde, onların tevbelerini kabul edendir. Tevbe fiili hem lâzım, hem de 'alâ edatı ile müteaddî olarak kullanılır. İşte kul ve Allah hakkında müşterek olan tevbe lafzı, bu farkla birbirinden ayrılır. Allah hakkında her zaman, bu ikinci şekilde kullanılır. Tâbe'llâhu 'âle'l-'abdi denir ki anlamı “Allah kulunu tevbeye muvaffak kıldı, kul da tevbe etti”dir. Nitekim summe sonra Allâh tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak eyledi” 1951 buyrulmuştur 1952 el-Hattâbî'nin dikkat çektiği bu âyet, bu anlam ve kullanılış ayırımını, bir arada olarak göstermesi bakımından önemlidir. et-Taberî de 2,160 tefsirinde, müteaddî manâsıyla bu vasfı, “Kulların, Kendisinden uzaklaşan kalblerini Kendisine döndüren” diye tanımlar. 1953
Tvb, nîsbeten çok kullanılan maddelerdendir (çeşitli şekilleriyle 90 kadar). İşaret edildiği gibi tevbe fiilnin faili Allah olduğu yerde, fiil 'alâ edatıyla gelir. İnsanlar için olursa ilâ edatıyla veya edatsız olarak gelir ve “Allah'a tevbe etmek” mânâsını taşır, Fiil şekilleri mekkî âyetlerde bulunursa da, medenî âyetlerde bariz bir fazlalık vardır. Bir çok âyette gerek inanış, gerek davranış bakımından çeşitli kötülüklerden dönenlerin, Allah tarafından tevbelerinin kabul olunacağı bildirilir. Hatta Allah, “Tevbe eden, inanan ve iyi işler işleyenlerin kötülüklerine bedel iyilikler verir” 1954.
Tevbe yürekten ve sağlam olmalıdır 1955 Tevbeyi emir ve teşvik eden âyetler çoktur. Tevbe edenler, Allah tarafından övülürler 1956. Üstelik, Allah çok tevbe edenleri sever 1957. Allah kullarını terketmediği için sırf tevbe etsinler diye, onları bir takım imtihanlara, sıkıntılara tâbi tutar 1958. Bütün bunlar, insanların kendi faydalarına olarak, doğru yolu ve doğru davranışları benimsemelerine, O'nun itinasını gösterir. Kur'ân'da bu özelliğin olmadığını söyleyenler -kasıtlı değillerse-, çok yüzeyde kalanlardır. Allah tevbe edilmesini isteyip, tevbe edeni sevdiği gibi kulunun tevbe etmesiyle, “Uçsuz bucaksız çölde kaybetmiş olduğu devesini bulan kimsenin duyduğu sevinçten, daha fazla bir ferah bulur.”1959 Kullar tevbe etmeksizin, Allah onları bağışlayamaz mıydı? Tevbe için bu ısrar ve teşvik neden ileri geliyor? diye düşünülebilir. Allah, dilerse bütün günâhları affeder 1960 Onun meşîeti için bir sınır olamaz. Fakat, normal olarak, önce afv sonra ihsan etmesi için tevbeyi şart koşmuştur. Zira mühim olan, insanın dünya hayatında iken, kötülüklerinden dönüş yaparak, zararını azaltması, faydasını artırmasıdır ve böylece Allah katındaki değerinin fazlalaşmasıdır.
Tvb maddesinden isim olarak: tevbe, tevb ve metâb şekilleri gelmiştir. Bunlar aynı şeye delâlet ederler. Tevvâb vasfı, 11 yerde görünür. Bir âyette de çoğul olarak tevvâbîn (çok tevbe edenler) insanları, tavsif eder 1961. Bu ilâhî vasfın kullanılış özellikleri şunlardır:
a) İlkönce, 87. sıradaki el-Bakara, yani Medine devrinin ilk sûresinde gelir. Vahyin sonuna kadar yer yer tekerrür eder. Ancak tevbe kavramı, fiil şekilleriyle, en eski sûrelerde bile yer alır (Meselâ: 27. sıradaki el-Burûc sûresinde: 85,10). Ayrıca bir mekkî âyette Kabilu't-tevb vasfı gelmiştir. .
b) Ekseriya “et-Tevvâb ür-Rahîm” şekli varid olmuştur 1962. Bu iki vasfın gerekleri arasında, bir derecelenme olduğu görülür. Allah önıce suçu afveder, ardından rahmet ve İhsanına mazhar eder. Bu iki ismin birlikte zikrolunmasından anlaşılıyor ki Allah, günâhı bağışlamakla kalmaz, ayrıca ihsanda da bulunur.
c) Bir âyette “Tevvâb Hakîm” şekli bulunur 1963. Allah'ın tevbeleri kabul edişi, Hikmetiyle olan münasebetini belirtmiştir.
d)Yalnız bir âyette, tek başına gelmiştir. “O zâten Tevvâb'dır” 1964.
et-Tevvâb vasfının irad edildiği yerlerde bazan, insanlar tarafından yapılmış bir itaatsizlik söz konusudur:
Hz. Âdem (a.s.) 1965; İsrail oğullarının buzağıya tapmaları 1966; Peygambere (a.s.) itaattan ayrılanlar 1967; zinâkârlar 1968; savaştan geri kalanlar 1969; gıybet edenler 1970. Bazan ise, muayyen bir günah zikredilmeksizin bu ilâhî vasıf getirilir. 1971
77. EI-Bâri'
Bu vasfı genel olarak, “Hâlık 1972 mânâsı verilirse de, aradaki ince farklara da temas edilir. Hâlık:
Hikmetinin gereğine göre varlıkları takdir eden, el-Bâri' ise: onları, düzensizlikten beri olarak icad edendir. 1973
el-Bâri':
“Bir misali olmaksızın varlıkları icad edendir” 1974Yahut:
“Varlıkları muhtelif şekilleriyle, biribirlerinden temyiz edendir” 1975 “inşd edendir” 1976 el-Halîmî'ye göre bu isim, iki anlama gelebilir:
Birincisi, Kendisince malum olan mahlûkat nev'ilerini icad edendir.
“Gerek yerde, gerek nefislerinizde hiç bir musibet vukua gelmez kî, bu Bizim onu (veya: o nefisleri) 1977 yaratmamızdan (nabra'ahâ) önce, mutlaka bir Kitabda olmasın” 1978 âyeti, buna işaret eder. Allah, Bedî' vasfıyla yaratıkları yoktan yaratırken, var edeceği şeyleri daha önceden bilmeden ansızın ibda' etmez. Ona göre Bari' ismi, ibda' fiiline, ne yapacağını önceden bilmek unsurunu katar. İkincisi:
“Varlıklara bir kalıp veren” anlamıdır. Su, toprak, ateş ve hava gibi unsurları yoktan var edip, onlardan da muhtelif cisimlen yaratmıştır. Bara'a el-kavvâsu el-kavse {yay ustası, yayı yaptı) derken, “mevcut olan maddelerden, daha önce olmayan bir surette bir şey yapmak” anlamı vardır. Allah hakkında ibda' fiilini kabul etmek, ber' fiilini de kabul etmeyi gerektirir. 1979 Ber' maddesinde, iki asıl vardır:
Biri yaratmak, öbürü uzaklaşmak, kurtulmaktır. 1980 el-Beydâvî'ye göre bu maddenin aslı:
Bir şeyin; başka bir şeyden arınmasıdır. Bu arınma, ya kurtulmak (hastanın hastalığından, borçlunun borcundan kurtulması, sevilmeyen kimselerden veya şeylerden berî, olmak gibi), yahut:
“İnşa etmek, yapmak” suretiyle olur (Allah'ın Âdem'i çamurdan inşa etmesi gibi). 1981
Br, maddesi inşa etmek ve yaratmak anlamında olarak, Kur'ân'da çok az varid olmuştur. Dikkati çeken durum şudur ki, bu yaratmak mânâsı, her zaman “canlı mahlûkların” yaratılması söz konusu olduğunda bulunmaktadır. M. R. Arnaldez de 1982 bunu mülahaza eder, ancak 57,22 âyetinin güçlük çıkardığını söyler. Halbuki tefsirlere göre bu âyette de yaratma, orada zikri geçen nefslere de taalluk edebilir. 1983 Bu maddenin, canlılarla ilgili kullanılışı için bk. 98,6.7; 2,54; 59,24. Bârı' vasfı, üç yerde görünür. İkisi, İsrail oğulları hakkında Bâri'l-küm Yaratıcınız diye geçer. 1984 Bir âyette de eliflâmlı olarak zikrolunur:
“O, öyle Allah'tır ki Hâlık, Bari', Musavvir'dir. En güzel isimler Onundur” 1985. Bu âyette sıra ile gelen üç vasfın icraatı arasında da bir derecelenme düşünmek mümkündür. Bunlardan önce, ilk sırada, burada zikredilmeyen İbda' vardır
. 1- İbda1,
2- Takdir ve ilk şekli verme,
3- İnşa ve tesviye,
4- Belirli sureti verme. Öbür yandan, şu pasajda da bu tertibi bulmak mümkündür:
“Ey insan! Nedir Kerîm Rabbine karşı seni aldatan? O Rabb ki seni yarattı (halaka-ke), ardından düzgünleştirdi (fe sevvâ-ke) ve (azalarını) denkleştirdi (fe 'adele-ke) ve dilediği surette (fî eyyi sûret-in) seni terkîb etti” 1986. Burada yaratmak Hâlık; düzgünleştirme ve denkleştirme Bari'; suret verme ise Musavvir isimlerinin icraatıdır. Böylece Kur'ân’ın iradından, Bari' vasfının, daha husûsî ve canlılarla ilgili bir yaratmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Şâkir (bk. 38. eş-Şekûr)
Yalnız iki Medenî âyette geçer 1987, her ikisinde de “Şâkir 'Alîm” terkibi vardır. Daha önce geçen ve aynı anlama delâlet eden Şekûr vasfı Gafur veya Halîm vasıflarına refakat eder. Dolayısıyla terkib bakımından, değişik bir delâlet söz konusu olur. Allah'ın şükürleri kabul etmesi ve mükâfatlarını vermesi, her şeyi kuşatan ilmiyle münasebete konulmakta, hiç bir iyi işin zayi olmayacağını te'yid etmektedir. Dolayısıyla, mekkî devirdeki Şekûr vasfının kullanılışı ile medenî olan Şâkir ismi arasında bu incelik gözükmektedir. Geçtiği âyetlerde de, insanların hasenatları söz konusudur.
Allah'ın bu vasfı hakkında gerekli bilgiyi, Şekûr ismini incelerken vermiştik.
Zû fadilin 'ale'l-'âlemîn (bk. 45. Zü'l-fadl)
Yalnız bir medenî âyette geçer 1988. Allah'ın âlemlere, özellikle şuurlu varlıklara lütufkâr olduğunu bildirir.
Zü'l-fadli'l-'azîm (bk. 45. Zü'l-fadl)
Bu vasıf Medine devrine münhasırdır; 7 âyette Allah'ı tavsif eder. “Büyük lütuf ve ihsan Sahibi” demektir.
Zu fadl 'ale'l-mü'minîn (bk. 45. Zü'l-fadl)
Yalnız bir Medenî âyete gelir. “Mü'minlere karşı Lütufkâr olan” demektir. 1989
78. Câmi'u'n-Nâs
“Hesap günü için, mahlûkları toplayan” 1990 anlamına gelir. el-Halîmî bu vasfı:
“Ölülerin mahvolmuş unsurlarını bir araya getiren” diye tanımlar. el-Hattâbî ise, bu tarife bir de şunu ilâve ediyor:
“Her türlü fazilet ve şeref nevilerini toplayan” 1991 Cami', sadece kelime anlamıyla alınırsa bunları ve daha başka mânâları da ifade edebilir. Ancak, bu vasfın Kur'ân'da kullanılışı, yalnız ilk tarife uymaktadır.
Cemc, Kur'ân'da çok zikrolunan maddelerden sayılır. Cem', Allah'a izafe edildiğinde, ekseriya, gelmiş geçmiş bütün insanlar hakkında hüküm vermesi için, âhirette onları bir araya toplamasını ifâde eder 1992. Ay ve güneşi toplaması 1993, şehâdetlerini almak üzere peygamberleri toplaması 1994 yine âhiret muhtevası içindedir. Uhrevî muhteva dışında, Allah'a izafe edilmesi nadirdir. İstediği takdirde, insanları hidayet üzere toplayabileceği 1995, ve Kur'ân'ı toplaması (hafızada veya Mushafta 75, 17) hakkında zikrolunur.
Bu kökten Cami' sıfatı, sadece üç âyette görünür. Bunların ikisinde, Allah'ı tavsif eder. Eliflâmlı ve müaerred değil, muzaf olarak gelir. İlkin 89. sıradaki Âl-i 'İmrân sûresinde geçer.
“Ey Rabbimiz! Geleceğinde hiç şüphe olmayan günde, muhakkak ki insanları toplayacak (câmi'u'n-nâs) olan Sensin” 1996.
“Doğrusu, Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacak olandır”. 1997
79. El-Hasîb (krş. 53. Hâsib)
Bu vasıf, genel olarak “Kâfi gelen 1998 diye açıklanır. Halbuki, bununla beraber başka anlamları da vardır. Kur'ân'daki kullanılışı gözden geçirmekle bunu göreceğiz:
a) Şâhid, hazır olan: “Onlara (büyüdükleri zaman yetimlere) mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şâhid bulundurun. Zâten Allah tam bir Şâhid (Hasîb) olarak yeter” 1999.
et-Taberî, burada Şehîd diye tefsir ettiği gibi, bunu es-Suddî'den de nakleder. Keza şu âyette de aynı anlamı belirtir. 2000
“Oku kitabını, bu gün aleyhine hasîb olarak kendi nefsin yeter” 2001.
b) Hafız anlamına gelebilir: “Bir selamla selamlandığımz vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın, veya onu aynıyla karşılayın. Muhakkak ki Allah Hasîb olarak yeter” 2002.
et-Taberî, burada Hafîz, yani “zabt ve tesbit eden” diye tefsir eder. Bunu Mucâhid'den de nakleder ve der ki: “Bana göre burada el-Hasîb'in aslı hisab'dan fail veznidir ki, o da saymak ve tesbit etmek (ihsâ1) anlamına gelir”. Burada Kâfî, Muktedir mânâsını veren “bir Basralı”yı tenkid eder. 2003 Adını vermediği bu “Basralı”nın, Ebû 'Ubeyde olduğunu şimdi anlıyoruz. 2004
c) Muhasebe eden: “Allah'ın gönderdiğini tebliğ edenler. Ondan korkanlar ve Allâh'dan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hasîb olarak Allah yeter” 2005.
el-Âlûsî burada Hasıb'i:
“Kalbin ve azaların fiillerinden, büyüğünü de küçüğünü de muhasebe eden” diye tefsir ediyor. 2006 Keza 4, 86 âyetinde de aynı şekilde tefsir eder. 2007 el-Halîmî, muhasebe mânâsını Allah'a lâyık olarak şöyle açıklıyor: “Kullarının, ancak hesap ile bildikleri cüz'leri ve mikdarları, hesaplamaksızın idrâk eden. Zira hesaplayan kimse, cüz'leri yavaş yavaş idrâk eder, yekûnu da hesabını bitirdiği zaman bilir. Allah'ın her hangi bir şey hakkındaki İlmi ise, sonradan olacak bir şeye tevakkuf etmez” 2008
Hsb maddesi, Kur'ân'da oldukça kullanılmıştır. Mufâ'ale şekli, âhirette hesaba çekmek, hisâb-i yesîr ise 2009, Hz. Peygamberin (a.s.) tefsir ettiği gibi, Allah'a arz olunup, amel defterine sâdece bir nazar edilerek, incelemeksizin afvetmesidir. 2010 Allah, makbul olarak bildirdiği bir çok haller için bi gayri hisâb mükâfat vereceğini va'd eder 2011. Bu tabir hakkında 8’değişik tefsir naklediliyor.2012
Hasîb vasfı, 4 yerde varid olur. Üçünde Allah'ı tavsif eder. İlkin 90. sıradaki en-Nisâ sûresinde yer alır 2013. Bu maddeden mekkî devirde gelen Serî'u'I-Hisâb, Esra'u'l-hâsibin gibi vasflarda muhasebe mânâsı olduğu halde, Hasîb'de, gördüğümüz gibi fazla olarak Kâfî, Şâhid ve Hafîz anlamları da bulunmaktadır. 2014
80. Er-Rakib
Bu isim, “Gözeten” 2015 “insanların bütün yaptıklarını zabt ve murakabe eden” 2016 “muttali olan, 'Alîm” 2017 veya “yaratıklarından bir an bile gafil olmayan” 2018 diye tanımlanır.
Rkb maddesi, Kur'ân'da oldukça az görünür. Sülâsiden, riayet etmek 2019 mânâsında kullanılır. Mezîd şekliyle tarakkub, “kollamak” 2020; irtikab ise “gözlemek, beklemek” 2021 anlamlarında kullanılır. Bu gibi fiil şekillerinden hiç biri Allah'a izafe edilmez.
Rakîb vasfı 5 yerde gelir, ikisi mahlûklar hakkındadır; “Kayd ve tesbit eden” anlamında Melek 2022 ile “gözleyen, bekleyen” mânâsında insanı niteler 2023. Allah'ın vasfı olarak, ilkin 92. sıradaki en-Nisâ' sûresinde rastlanır:
“(...) Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde Rakîbdir” 2024.
“(...) Vakta ki Sen beni öldürdün, onların üzerinde Sen Rakîb oldun” 2025.
Bu âyette eliflâmlıdır). Üçüncü olarak, Onun, her şey üzerindeki şümullü murakebesini bildirir.
“Allah her şey üzerinde Rakîb'dir” 2026.
Bu vasıf, medenî olmakla beraber, yakın mânâlara gelen Hafîz, Şehîd gibi vasıflar, Mekkî devirden itibaren bulunmaktadır. 2027
81. EI-'Afuvv
'Afuvv, 'afv masdarından mübalağa ve tekerrür ifâde eden bir sıfattır. Afv, “suçtan dolayı cezalandırmamak” 2028 “suçtan vaz geçmek, onu izale etmek”tir .2029 Bu kelime “silmek” anlamına da gelir:
“Üzerinde hiç bir iz olmayan yer”e de afv denir ki 2030 daha önceki anlamlarla ilgisi meydandadır. 'Afuvv, “çok afveden” demektir. 2031
Afv maddesi değişik müştakları ve çekimleriyle toplam olarak 35 yerde görünür. Bunlardan sâdece 5'î mekkîdir. Bu kök fiil, isim ve sıfat şekilleriyle kullanılır. Ekseriya Cenab-ı Allah'a izafe olunursa da, ihsanlara verildiği yerler de vardır 2032. Yapılan haksızlığa, o miktarda karşılık vermek meşru ise de, bundan vaz geçerek afvedene Allah, büyük mükâfat va'deder 2033. Afvedici olmak, takva makamına en yakın olmak sayılır 2034. İnsan, başkasını afvetmekle Allah'ın da kendisine afivle muamele etmesine lâyık olur 2035. Allah, afvedenleri sever ve öğer 2036.
Allah'ın bağışlaması, suçları afvetmekte olduğu gibi, dinî mükellefiyetleri hafifletmek ve kolaylaştırmakta da ortaya çıkar 2037. 'Afuvv vasfı ilkin 92. sıradaki en-Nisâ' sûresinde zikrolunur, 5 âyette geçer ve münhasıran Allah'ı tavsif eder. Dördünde “'Afuvv Gafur” şeklindedir. Bu iki vasıf, biribirini te'yid etmektedir 2038. Bir âyette ise “'Afuvv Kadîr” terkibi vardır 2039. Burada afv, kudret kavramıyla dengelenmektedir. Allah, adaletiyle cezalandırmaya Kadil olduğu halde, lütuf eseri olarak bağışladığını ifade eder. Bağışlama, ancak Kadir olandan sâdır olursa, değer kazanır. Muhteva itibariyle 'Afuvv vasfı, şuralarda geçer:
İnsanları afva teşvik 2040; carî olan çirkin bir âdetin kaldırılması, önceki uygulama hakkında Allah'ın bağışlayıcı olduğuna işaret 2041; Allah'ın kesin bir emrini yerine getirme imkânı bulamayanlar 2042; ve Onun, dinî emirlerini kolaylaştırması 2043.
Bu inceleme ile bağışlama kavramının, Kur'ân'da işgal ettiği genişliği görmüş bulunuyoruz. Bu özellik, Allah hakkında olduğu gibi, insanlar hakkında da değer verilen bir vasıftır. 'Afv kavramı, büyük bir ekseriyetle Medine devrindeki vahiylere aittir. Bazı müsteşrikler, yanılarak veya kötü zanna kapılarak şunu ileri sürerler:
Mekkî âyetlerde müsamaha ve merhamet, Medenî âyetlerde ise şiddet, dünyevî hâkimiyet gibi kavramlar hakimdir. Gördüğümüz durum, bunun ne kadar yanlış ve batıl bir iddia olduğunun delillerinden biridir. Onlar, Kur'ân'ın tebliğ edicisi olan Hz. Muhammed'i bir siyasî lider olarak görmek istediklerinden, dünyevî başarının sıradan dünya adamları gibi, onu da maddîleştirmesi gerektiği zannı ile bu iftiradan çekinmiyorlar. Sırf afv mefhumunun, medenî devire damgasını vurması bile gösterir ki:
Kur'ân'ın ve onun tebliğ edicisinin esas gayesi, ruhî ve uhrevî değerler olmuştur. 2044
82. El-Mukît
Mukît ismi, yalnız bir âyette Allah'ı tavsif eder. Bu kökten başka kelime de pek varid olmamıştır. Her halde bu sebeplerden olmalı ki, Mukît vasfı hakkında çok değişik açıklamalara şahid oluyoruz. Hafîz ve Şehîd (İbn 'Abbâs, Mücâhid); Kadîr (İbn Zeyd, es-Suddî); her şeyin tedbir ve idaresini deruhde eden ('Abdullah b. Kesîr) tefsirleri et-Taberî tarafından rivayet edilmektedir. 2045 Kendisi ise, bazı şiirler ve hadîslerle istişhâd ederek Kadîr anlamını tercih eder. Ebû 'Ubeyde'ye göre:
“Gözeten, ihata eden “Hafız, Muhît” demektir. 2046 el-Halîmî:
“Nimet ve yardımıyla imdad eden “Mumidd” diyor. Ona göre bu vasfın aslı, bünyeye meded veren kût'dan gelmelidir. Allah, canlıların bedenlerini, vakit vakit çözülen ve gidenlerin yerini yeni unsurların almasıyla yenilenen bir nizama tâbi olarak yaratmıştır. İrâde ettiği belirli bir vakte kadar, bedenin varlıkta durmasını, devamlı surette yenilemekle, Allah canlılara Mukît vasfıyla imdad etmektedir. 2047
Kvt kökünden, Kur'ân'da sâdece akvat kelimesi zikrolunur:
“Allah, arz üzerinde sabit dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve onun akvâtını dört günde takdir etti” 2048. Mucâhid ve 'İkrime, âyetteki akvât'ı şöyle izah etmişlerdir:
“Yerin, herbir bölgesinin yetiştireceği, oraya has ürünler.” 2049 Ayrıca “nebatlar, rızıklar, mikdarlar, kemmiyetler, yağmur, su” gibi değişik tefsirler de, muhtelif zevat tarafından teklif edilmşitir. 2050 Mukît vasfı ise şu âyette yer alır:
“Her kim, iyi bir şefaatte bulunursa, o iyilikten ona bir nasib vardır. Her kim kötü bir şefaatte bulunursa ona da o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şey üzerinde Mukît'tir” 2051.
Bu muhteva, daha ziyade Hafîz, Şehîd, Muhît mânâlarını düşündürüyorsa da, akvât kelimesinin telkin ettiği mânâlarla pek ilgisi görünmüyor. 2052
83. El-Evvel
Evvel kelimesi lisanda, “zaman veya rütbe bakımından öne gecen” kimseyi niteler. Allah'ın sıfatı olarak:
“Bütün varlıklardan önce var olan, Kendisine hiç bir şeyin sebkat etmediği Zat” diye tanımlanır. 2053 Allah her şeyden, zamandan bile öncedir; çünkü zaman da dahil olmak üzere, her şeyi var edendir. “Allâh Evvel'dir” demek: “Onun sabıkı yoktur” anlamınadır. Yoksa “ikincisi vardır” demek değildir.
Evvel vasfı zamanı veya mekânı mânâya alınmamalıdır. Evvel, zamanda sıralanan yahut mekânda yer değiştiren olaylar veya hareketler serisinin başlangıcı demek değildir. İlmî tahlilin, varlığı incelemek suretiyle ulaşabileceği veya geçmiş zamanı yeniden te'sis etmekle bulabileceği, en uzakta olup da etkisi, bîr vasıtalar zinciri ile intikal eden bir ilk, söz konusu değildir. Allah Evvel'dir demekten maksat şudur:
Bütün varlıkların ve sebeplerin icraatı Onu gerektirir, Kendisi ise hiç bir varlığa dayanmaz. Evvel olan Allah, devamlı bir Kayyûmiyet ve Hallâkiyetle, kâinatı ve onda olan her şeyi varlıkta tutmakta ve değiştirmektedir. Bundan ötürü. Onun hakkında, ilk sebep, ilk Muharrik gibi düşünceler, metafizik bir tefekkürün sonucu olabilirse de, vahyin talimi olamaz. Allah, zamandan münezzeh olarak var idi, beraberinde hiç bir şey yoktu, iradesiyle var ettiği şeyleri, yine O dilediği gibi tedbir ve idare etmekte, dilediği bir zamana kadar varlıklarını idâme ettirmektedir.
Evvel kelimesi Kur'ân'da çok kullanılmakla birlikte, kayıtlı olarak varid olur (Sıfat veya muzaf durumunda). İlk yaratış (el-halk el-evvel), müslümanların ilki (evvelu'l-muslimîn), veya bazan mevsûfun hazfiyle eski insanlar (el-evvelîn) gibi. Fakat mutlak ve eliflâmlı olarak yalnız bir âyette gelir ve Allah'ı tavsif eder. Bu âyet 94. sıradaki el-Hadîd sûresindedir.
“O'dur Evvel Âhir ve Zahir Bâtın. Ve O, her şeyi Bilendir” 2054.
Evvel, izafî bir sıfat değil, selbî ve zatî olan bir sıfattır. Kıdem ıstılahiyle bilinen ilâhî sıfat, bu Evvel isminden alınmaktadır. 2055
84. El-Âhir
el-Âhir, “varlıkların geçmesinden sonra bakî olan” demektir. 2056 Nitekim Hz. Peygamber (a.s.), bir zikrinde: “Allah'ım! Sen Evvelsin ki Senden önce bir şey yoktur; Âhirsin ki Senden sonra bir şey olamaz(...) 2057 diyerek, bu anlamda tefsir etmiştir.
El-Âhir ismi Kur'ân'da, Allah'tan başkası hakkında her zaman mevsufla kayıtlı olarak gelir:
El-yevm el-âhîr, el-âhirîn, el-âhire gibi. Son iki örnek isim durumunda kullanılmış ise de, aslında gâlib sıfatlardandır. En-nâs el-âhirîn (sonraki insanlar) ve el-hayât el-âhire (sonraki hayat) takdirindedirler. Eliflâmlı ve mutlak olarak, yalnız bir âyette Allah'ı tavsif eder:
“Odur Evvel-u Âhir ve Zâhir-u Bâtın” 2058.
Bu âyet 94. sıradaki el-Hadîd sûresindedir. Bu sıfat, yalnız bu âyette görünmekle beraber Allah'ın Bakî olduğu, başka ifadelerde de yer almaktadır.
“Ondan başka tanrı yoktur ,Onun Vechinden başka her şey yok olacaktır. Hüküm Onundur ve ancak Ona döndürüleceksiniz” 2059.
“Allah daha Bakîdir” 2060.
Allah, Âhir olduğu (cindir ki, istisnasız olarak bütün insanlar, dünyanın sona ermesinden sonra Kendisine döndürüleceklerdir. O mutlak anlamda Evvel-u Âhirdir. Zira Onun haricinde ne ilk, ne de son sebeb vardır. Kâmil Varlığı içinde, Kendisine yeten, Müstağni Varlıktır. 2061
Kur'ân'da, Ulûhiyyetin zaman üstü bir özelliğe sahip olduğu, terimlerden ziyade, bir takım sade kavramlarla ve müşahhas ifadelerle bildirilir. Eflâtun felsefesinde Ğternitâ (Sermediyyet), zamanın zıddı olan mücerred bir kavramdır. Zaman teâkub ile mevsuf olduğu halde eternite ne başlangıç, ne son, ne hareket bilmez. Vahiy, metafizik tefekkürden başka bir özellik taşıdığından, genellikle metafizikte rastlanan tecrid terimlerini ihtiva etmez. Ancak Ulûhiyyetin mahlûk plânını aştığı daha canlı, daha geniş kitlelerce anlaşılır, dolayısıyla daha etkin ifadelerle gösterilir. Meselâ Kur'ân, “Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir” 2062 der. “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz; her şeyin Vârisi de Biziz” 2063.
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır. Âhiret yurdu ise hayatın ta kendisidir” 2064.
Dâ-ru'l-mukame “devamlı kalınacak yurt” 2065,
Dâru'I-huld “ebediyet yurdu” 2066, ahkabâ “devirler boyunca” 2067, mülk lâ yeblâ “eskimez, son bulmaz mülk” 2068 gibi bir çok nitelikler, bu cümledendir.
El-Âhir vasfı, Allah'ın zatî sıfatlarından olan beka' sıfatının esasıdır. Öbür zıd vasıflar gibi, bu da ancak mukabiliyle birlikte anılmalıdır. Nitekim Kur'ân da, “Evvel-u Âhirdir” diye iki zıd vasfı, bir arada zikretmektedir. 2069
85. Ez-Zâhir
Zuhur kelimesi dilde: açık ve aşikâr olmak, yüksek olmak, galib olmak, bir şeye nail ve muttali olmak anlamlarına gelir. 2070 Zahir, zuhur vasfına sahip olan kimsedir. et-Taberî'nin tanımlamasıyla, Allah'ın sıfatı olarak ez-Zâhir:
“Dûnundaki her şeye galib, her şeyin üstünde olan Yüce” demektir. 2071 Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) da bir zikrinde:
“(...) Zahir Sensin ki Senden üstün bir şey yoktur. Bâtın Sensin ki Senden daha içerde, daha gizli bir şey olamaz” 2072 demiş, böylece bir anlamda tefsir etmiştir. Bazı bilginler, zuhur lafzının dildeki mânâlarından birini tercih ederek, ona göre tanımlamaktadırlar. Zahir:
“İşleriyle aşikâr olandır” 2073
“Açık hüccetleriyle, Rububiyyetinîn gerçekliğine ve Birliğinin doğruluğuna dair delillerle aşikâr Kudretiyle her şeyin üstünde olan” 2074
“Mahlûkları bakımından, aşikâr olan şeylere muttali olan” 2075
“Delilleriyle aşikâr olan”2076 diye çeşitli tarifler yapılmıştır.
Kur'ân'da Zhr maddesi, sülasiden: aşikâr olmak 2077; yükselmek 2078, anlamlarında varid olur. İf'âl şekli olan izhâr ise, üstün kılmak 2079 veya açığa çıkarmak 2080 anlamına gelir. Zahir kelimesi ise aşikâr 2081 veya üstün, gafib 2082 mânâsında varid olur. Eliflâmlı ve mutlak olarak yalnız bir âyette gelir ve münhasıran Cenab-ı Allah'ı tavsif eder. 2083
86. EI-Bâtin
Butun masdarından gelen bâtın, “gizli olan veya içerde olan” demektir. Allah Teâlâ'nın sıfatı olarak “Yaratıkların görüşlerinden ve ilimlerinden saklanan, hiç bir gözün idrâk edemeyeceği, hiç bir vehmin kuşatamayacağı Zat” 2084 yahut “Her şeyin içine nüfuz eden, her şeye her şeyden daha yakın olan” 2085 diye tanımlanır. Bu tarif et-Taberî'ye aittir ve şu tarifte olduğu gibi, Allah'ın İlmiyle her şeye en yakın olduğunu kasdetmiş olmalıdır. “Bâtın: gizli olan gayblara muttali olandır 2086 el-Hattâbi diyor ki:
Zuhur ve butunun mânâsı, mütefekkirlerin basiretlerine tecelli etmesi ve fakat bakanların gözlerinden saklanması olabilir. 2087 “Vücuduyla Zahir, künhüyle Bâtın” diye açıklayanlar da vardır. 2088 ez-Zemahşerî, Bâtın vasfını “hasselerle idrak olunamayan” diye tanımlayarak, âhirette Allah'ın görülemeyeceğini ileri sürer. 2089 Allah Zahir ve Bâtın vasıflarıyla, her zaman muttasıftır. Bâtın, künhüne vakıf olunamayacağını ifade eder. Ru'yeti kabul edenler, zaten görmekten, künhüne vakıf olmayı kasdetmezler. 2090
Kur'ân'da batana fiili “gizli olmak, görünmemek 2091, bâtın ise “görünmeyen, gizli” 2092 anlamında varid olur. Eliflâmlı ve mutlak olarak, yalnız bir âyette Allah'ı tavsif eder 2093.
Gördüğümüz son dört vasıf, şu âyette bir arada gelmektedir:
“O'dur Evvel û Ahır ve Zâhir û Bâtın. Ve O, her şeyi Bilendir” 2094.
Âyetteki vasıflarını topladığını belirtir. Üçüncü vav da böyledir, Onun hem zuhûrû, hem erişilmemeyi bir arada haiz olduğunu gösterir. Ortadaki, yani ikinci atıf vav'ı ise, mürekkebi mürekkebe bağlar. 2095 bütün zamanlar boyunca, daha doğrusu zamanın üstünde olarak, Zâhir ve Bâtın olduğunu ifade eder. Dolayısıyla bir bütün teşkil" eden Evvel-Âhir ve Zâhir-Bâtın terkibleri ayrılmazlar.
Zâhir ve Bâtın vasıflarının, Kur'ân'da tezahür eden Ulûhiyyet konusundaki büyük önemini, giriş bölümünde arzetmiştik. 2096
87. El-Kuddûs
Mübalağa binalarından fu"ûl vezninden bir sıfat olan Kuddûs:
“Tahir, pâk” 2097 “Mübarek, Kutlu” 2098 “Her türlü kusurun ötesinde, son derece münezzeh olan” 2099 diye tarif edilir.
Kur'ân'da Kds madesi az zikrolunmuş sayılabilir (toplam olarak on defa). Meleklerin Alâh'ı tazim etmeleri için, bir âyette takdis fiili kullanılır 2100. Bu fiilden ism-i mef'ûl şekli mukaddes, Hz. Musa'ya (a.s.) ilâhî vahyin vaki olduğu Vadinin 2101, veya Hz. Musa'nın İsrail oğullan'nı girmeye teşvik ettiği beldenin 2102 sıfatıdır 2103. İsim şeklinin tek örneği olan kudus ise 4 âyette ve her zaman rûhu'l-kudus terkibinde yer alır. Rûhu’l-kudus, vahiy Meleği, Hz. Cibril'in vasfı olarak açıklanır; “zira O, insanları arıtan şeyleri getiren ruhtur” 2104 Allah, bu melekle Hz. İsa'yı te'yid ettiği gibi 2105 Kur'ân vahyini de gönderir 2106.
Bu madde Kur'ân'da az varid olmakla beraber, Ulûhiyyetin en önemli vasıflarından birini gösterir. Buna yakın anlam belirten kökler, tabiatıyla vardır:
Azamet, izzet, kibriyâ' gibi. Takdis ile tenzih, bir âyette bitişik olarak getirilirler. Takdisde tazim, tesbihde ise tenzih anlamı vardır ki bunlar birbirini bütünlerler. Takdis'de; Allah'ın mevsuf olduğu temizlik, izzet, büyüklük gibi sıfatların Ona verilmesi ve İlân edilmesi; tesbihde ise, Allah'ın, her türlü şirk ve sapıklığa mensup olanların, Ona isnad ettikleri yaraşmayan şeylerden tenzih edilmesi anlamı gâlibdir 2107. el-Halîmî şöyle diyor:
Kuddûs'un mânâsı, faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle öğülen, demektir. Şu halde tesbihde takdis, takdisde teşbih, kendiliğinden ve zımnen vardır. Çünkü mezmum şeyleri nefyetmek, öğülen sıfatları isbat etmek demektir. “Ortağı ve benzeri yoktur” sözümüz, O'nun Tek olduğunu kabul etmektir. “O'nu hiç bir şey âciz bırakamaz” sözümüz O'nun Kadir ve Kavî olduğunu isbat etmektir. “Kimseye zulmetmez” sözümüz, Hükmünde âdil olduğunu isbat etmek demektir. Buna karşılık, öğülecek hususları Kendisine nisbet etmek, Onun hakkında kusuru nefyetmek an lamına gelir. Ancak şu var ki:
“O şöyledir” demenin zahiri takdis, “O, şöyle değildir” demenin zahiri teşbihtir. 2108
el-Kuddûs vasfı, yalnız iki âyette gelir ve Cenâb-ı Allah'ı niteler. İlk olarak 101. olan el-Haşr sûresindedir. Her iki âyette de el-Melîk isminin yanında zikredilir, ve eliflâmlıdir.
“O öyle bir Allâh'dır ki, Kendisinden başka ilâh yoktur. Melik, Kuddûs, Selâm, Mu'min, Muheymin, 'Azîz, Cebbar, Mutekebbir'dir. Allah, koştukları ortaklardan münezzehtir”. 2109
88. Es-Selâm
Allah'ın vasfı olarak çeşitli açıklamaları toplayıcı bir şekilde:
“Kendisi, her türlü eksiklikten salim olduğu gibi, başkalarına da esenlik veren” diye tanımlayabiliriz. Bazılarının bu iki özelliği ayırarak, yalnız birini veya öbürünü zikrettikleri görülür. et-Taberî:
“Mahlûklarını zulmünden selâmette bırakan” der ve bu izahı Selefe nisbet eder 2110. el-Cübbâî:
“Esenliğe, ancak Kendi katından erişilen, müsellim” 2111 diyor. Kimisi ise:
“Başka varlıklara ânz olan her türlü kusurdan ve fenadan salim olan” diye tanımlar 2112. Bu ikinci tarifte selâm, selâmet mânâsına alınmıştır. es-Suheylî, böyle düşünenleri, Arap diline iyice vakıf olmamakla suçlar ve devamla der ki:
“Eğer Arapların üslûbunu ve te'nis hâ'sının verdiği tahdidi iyice düşünselerdi, görürlerdi ki, ikisi arasında büyük bir fark vardır. Her türlü bozukluktan, bütün yaratıklara şamil bir selâmet verdiği içindir ki Allah, Kendisini es-Selâm diye adlandırır. Zira her şey, hikmet nizamına göre akıp gitmektedir. Keza cin ve ins âlemi, O'nun tarafından zulümden esen kılınmıştır. Demek ki Allah bütün işlerinde Selâm'dır yani zulüm, bozukluk, düzensizlik O'nun fiillerinde bulunmaz. Bu ismi, “Arızalardan ve kusurlardan selâmette olan” diye açıklayan müfessirler, çirkin bir hata işlemişlerdir. es-Selâm, “Kendisinden salim olunandır”. Salim ise, “başkasından selâmette olandır”. Selâmet, Selâm'ın hasletlerinden yalnız birisidir. 2113 Özet olarak ihtilâf, Setâm masdarını lâzım veya müteaddi saymaktan ileri gelir. İkinci mânâ, birinciyi kapsamakla birlikte, çok daha geniş bir alana yayılmaktadır. ez-Zemahşerî, her iki anlama uygun olarak tanımlar. 2114 Blachere'in yalnız selâmet (salut) mânâsında ısrar edip, selâmet veren (salutaire) anlamını, sonraki gelişmeye vermesi 2115 bizce mesnedsizdir. Selefin müteaddi (aktif) olarak anladığı bildirildiği gibi 2116 göreceğimiz üzere, Kur'ân'ın kullanmasında da bunun şahidleri vardır. Oraya geçmeden önce şunu da hatırlayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.), her namazın arkasından şu meşhur zikri yapardı:
“Allah'ım, Sensin Selam ve Sendendir selamet” 2117 Burada, müteaddi olarak “esenlik veren” mânâsı açıkça görülmektedir.
Slm, Kur'ân'da nisbeten çok görünen köklerdendir (toplam olarak 140 kadar). Çekim ve müştaklarıyla da, büyük bir çeşitlilik arzeder. Selleme fiili, “esenlik verdi” anlamına olarak Allah'a izafe edilmiştir 2118. Keza:
“Ey Nûh! Sana ve Seninle beraber olon topluluklara Bizden bir esenlik (bi selâmin minnâ) 2119 ve bereketle gemiden in(...)”2120 âyeti ile, “Biz: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâm ol' dedik” 2121 âyetinde “selâm” kelimesinin müteaddi anlamında kullanıldığı görülmektedir, 2122. Selâm kelimesi Kur'ân'da insanlara izafe edildiğinde “sözle esenlik dileme”yi ifade ettiği halde, Allah hakkında söz konusu esenliği, bizzat gerçekleştirmek anlamı taşır. 2123 Zira Allah, dilediğini elbette gerçekleştirir. Yalnız bir âyette Allah'ın Cennet ehline kavi ile de, selâm edeceği 2124 bildiriîmektedir 2125. Selâm kelimesi bir çok yerde, -müslüman geleneğin daha çok necat dediği uhrevî kurtuluş mânâsına gelir. Allah muttakilere 2126. Hz. Yahya ve Hz. İsa (a.s.)'a 2127. seçtiği kullarına 2128, bir çok resulüne 2129 selam ettiğini, yani haklarında selameti gerçekleştirdiğini bildirir. “Allah, selâm yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola hidayet eder” 2130.
Rızasını gözetenleri Onunla (Kur'ân veya Hz. Peygamber (a.s.)'la Selâm yollarına hidayet eder, onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır 2131. Bu kökten isim olarak selm 2132, silm 2133, selem, 2134 ve çokça selâm, İslâm, teslim şekilleri varid olur. Bunlar manevî olduğu kadar maddî; uhrevî olduğu kadar dünyevî bir selamet, barış, kötülüklerden ve arızalardan salim,( mânâlarını belirtirler. Allah'a setim bir kalb (kalbin selîm) ile gitmekten başka hiç bir şey fayda vermeyecektir2135.
es-Selâm bir âyette, eliflâmlı ve mücerred olarak Allah, niteler. “O (...) Selâmdır, Mü'mindir, Müheymindir {...)” (59,23). Diğer bir çok âyette selâmet anlamına gelebileceği gibi, Allah'ın vasfı da olabilir. Meselâ, le-hum dâru's-selâm (6,127) âyeti: “nlar için selâmet yurdu” veya “selam olan Allah'ın beldesi vardır” diye anlaşılabilir . 2136
89. El-Mu'min
Mü'min, “iman eden” demektir. İman ise hem “tasdik etmek”, hem de “emin kılmak, güven vermek” anlamına gelir. Allah'ın vasfı olarak, her ikisine göre de açıklanmıştır. “Emin kılmak” anlamını tercih edenler, bu güvenin niteliğinde ayrılırlar. Bazı Selef müfessirlerine göre, “el-Mu'min, yaratıklarını zulmünden emin kılandır” 2137Veya “Kulunu haksız yere yakalamaktan emin kılandır” 2138yahut “kıyamet gününde, mü'min Kullarını azabdan emin kılandır”2139. Öbür yandan “tasdik” anlamı da bir kac şe-kilde tezahür edebilir. Allah, Kullarına olan va'dini doğrular ve taahhüd ettiği şeyleri yerine getirir: Dünyada rızıklandırmak, âhirette ise işlerinden dolayı kendilerini mükâfatlandırmak gibi. Veya, inanmış Kullarının, Kendisi hakkındaki ümitlerini doğrular ve onların emellerini boşa çıkarmaz 2140. Seleften İbn Zeyd ve eski dilcilerden Sa'leb'e göre el-Mu'min:
“Mü'min Kullarını, Kendisine olan imanlarında tasdik eden”dir. 2141 el-Bâkıllânî ve başkaları:
“Allah Taâlâ'nin îmanı, Kendisini tasdik etmesi (...) ve nebilerini Kelâmıyla doğrulamasıdır” diyor. 2142 Zira âyette, “Allah şehadet eder ki, Kendisinden başka ilâh yoktur (...)”2143 buyurulur. Allah'ın bu tasdiki, Kelâmı ile olduğu gibi, mucize yaratmasıyla da olabilir. 2144 Ve nihayet el-Mü'min, “kıyamet gününde, mü'minlerin öteki insanlar hakkındaki tanıklıklarını tasdik eden” 2145 olabilir. Görüldüğü gibi, bu vasıf, yalnız bir defa ve mutlak surette geldiği için, lisanın verdiği bütün imkânlara göre açıklama yoluna gidilmiştir.
Emn maddesi, Kur'ân'da en çok zikrolunan bir kaç kökten biridir. Fakat nadiren Ulûhiyyete izafe olunur. Kur'ân'da -dalgınlık veya ihmalimiz yoksa- yalnız bir âyette “emîn kılmak” anlamıyla, bu fiilin faili Allah'tır. “Onları korkudan emin kıldı (âmene-hum)” 2146.
Sıfat şekli ise, eliflâmlı ve mutlak olarak sadece bir âyette Allah'ı tavsif eder. 2147
90. El-Muheymin
Bu vasıf hakkında da, oldukça değişik açıklamalar yapılmıştır. Aralarında İbn 'Abbâs'ın da bulunduğu bir kısım müfessirler:
“İnsanların yaptıklarını gözeten” diyerek Şehîd, Rakîb anlamını verirler. 2148 Ez-Zemahşerî, “Koruyan (el-Hâfız)” mânâsını da ekler. 2149 Bazı bilginler ise et-Emîn anlamı üzerinde dururlar. el-Halîmî'ye göre “el-Muheymin: kıyamet gününde, itaat ehlinin sevablarından hiç bir şey eksiltmeyip, mükâfatlarını verenidir 2150. el-Cübbâ'î: “eşya ve varlıklar üzerinde Emîn olan” diyor. Zira Muheymin -en'aleyhh emîn-en anlamınadır. 2151 Bir başka açıklamaya göre ise Muheymin:
“Tasdik eden” olmalıdır. “Yani Allah, her söylediğinde doğrudur” 2152 Lügatçi ez-Zebîdî de şöyle diyor:
“Eski (Kur'ân'dan önceki) Kitaplarda ve Kur'ân'da, Allah'ın sıfatlanndandır. Başkasını korkudan emîn kılan, yani el-Mu'min veya Emîn, veyahut Şâhid diye tefsir edilmiştir.” 2153 Blachere, Süryanice'deki Mehaymana kelimesiyle ilgili görmekte ve “Koruyan, Saklayan” anlamını vermektedir. 2154
Kur'ân'ın tamamında, bu kökten sadece muheymin sıfatı gelmekte ve iki yerde geçmektedir. Birinde Kur'ân-ı Kerîm'in vasfıdır:
“Kendisinden önceki Kitabı tasdik edici ve ona şahid (muheymin-en) olarak gerçekle sana indirdik” 2155.
Burada muheymin hakkında, tâbiûn müfessirlerinden bir kısmı “şehîd”, bir kısmı “emîn”, bir kısmı da “hâkim” demiştir. İbn 'Abbâs'tan ise her üç tefsir ayrı ayrı yollarla nakledilmiştir. 2156 Aslında bunlann hepsi de biribirine yakın anlamlardır ve muheymin, bu izahların bütününü içine alır. Şu halde Kur'ân, kendisinden önceki Kitaplar üzerinde Şâhid, Emîn ve Hâkim'dir. Çünkü son ilâhî Kitab olarak, öbürlerinin de güzelliklerine sahib bulunmakla birlikte, başka meziyetleri de vardır. 2157 Bir âyette ise liflâmlı ve mücerred olarak Allah'ı tavsif eder. 2158
91. El-Cebbâr
Cebr'in asıl anlamı; bir nevi baskı ile her hangi bir şeyi ıslah etmek, düzeltmek ve onarmaktır. Lügat bilginlerinin çoğunun fikri budur. Sırf düzeltmek veya sırf baskı ve zorlama mânâsında da kullanılabilir. 2159 Maddesinin Kur'ân'da az kullanıldığı öbür isimler gibi, bu vasfın da tarifinde, dilin imkân verdiği çeşitli şekilleri bulmak mümkündür.
El-Cebbâr: “Mahlûkatını, Meşîeti istikametine zorlayan” 2160 demektir (Katâde'den). Bu mânâya, lisan yönünden itiraz edenler vardır. İf'âl babının sıfatının, fa"âl (cebbar) şeklinde gelemeyeceğini söylerler. Bazı Mu'tezilîler ise anlam bakımından karşı çıkarlar. Allah'ın bu zorlamaktan münezzeh olduğunu savunurlar. Ancak, bir takım hususlarda Allah'ın insanlara, -hikmetinin gereğine göre- bazı şeyleri bir nevi zorla kabul ettirdiği ortadadır. Onlardaki hastalıklar, ölüm ve ölümden sonra diriltmek, birine verdiği kabiliyeti ötekine vermemek gibi dünyevî, maddî ve izafî tasarruflarda, Allah'ın zorladığı söylenebilir.2161
Başka tarifler de şöyledir:
“İradesiyle yaratıkları üzerinde Galib ve Kahir” 2162 “Mahlûklarının işlerini ıslah eden, iyiye götüren, kendi faydalarına göre onlarda tasarruf eden” 2163
“Kendisine erişilemeyen (el-lezî lâ yunâl), yani her hangi bir şeye zorlanamayan” 2164
“Mahlûkatını, istediği yöne icbar eden Kahir” 2165
“Yaratıklarının ihtiyaçlarını gideren, yaşama ve rızık sebeplerini sağlayan” veyahut boy atan bitki hakkında tecebbere'n-nebâtu deyimine bakarak, “mahlûkları üzerinde Yüce olan 2166 demektir.
Kur'ân'da Cbr kökünden, sadece Cebbar sıfatı gelir, 10 yerde görünür. Bunların 9'u, mezmum mânâda ve insanlar hakkındadır. Bu takdirde cebbar:
“Kendi eksikliğini, hakketmediği bir üstünlük iddia ederek giderme gayretkeşliği gösteren kimse” anlamına gelir. 2167 Şu âyetlerde cebbar, “hakkı ve hidayeti benimsemeyi onuruna yediremeyen, o hususta büyüklenen” mânâsını gösterir 2168, Şuralarda ise iman söz konusu olmaksızın “zorba, şerli, küstah” gibi anlamlar hakimdir 2169. Çoğul şekli cebbarın ise “güçlü, kuvvetli, müdhiş kimseler” ifade eder 2170. Bir âyette de “hükmünü zorla yürütmek isteyen, kahir” mânâsına ve (Hz. Muhammed (a.s.)'den) nefyedilerek varid olur. Yalnız bir âyette, eliflâmlı ve mutlak olarak Allah'ı tavsif eder. 2171
92. El-Mutekebbir
Daha önce gördüğümüz el-Kebîr vasfı ile yakın anlamlıdır. Fakat büyüklüğün özel durumuna delâlet eder. Bundan dolayı, şu şekillerde tanımlanmaktadır. “Büyüklüğün kemalinde, her şeyden Yüce” 2172
“Her türlü kötülükten Yüce”2173
“Mahlûkların sıfatlarından Yüce” veya “Kulları arasında azamette Kendisiyle yarışmaya yeltenen taşkınlıklara karşı. Büyüklüğünü koruyan ve onları helak eden” 2174
“Kullarına zulmetmekten Yüce olan” 2175
Allah hakkında el-Mütekebbîr, mezmum olan gurur ve kibir anlamındaki özentiyi değil de, teferrüd ve tahassüsü ifade eder. 2176 Yani bu vasfın Ona has olduğunu belirtir.
Kur'ân'da bir çok yerde, insanlar hakkında “büyüklük,taslayan” anlamında varid olan 2177 mütekebbir kelimesi, yalnız bir defa eliflâmlı ve mutlak olarak Allah'ı tavsif eder. Geçtiği âyette, bir çok kemal sıfatlarıyla beraber zikrolunur. 2178
93. El-Musavvir
Sûret varlıklarda bulunan ve onları biri birinden ayıran özel durumdur. Hem maddî, hem' manevî olabilir. “And olsun ki sizi yarattık, sonra şekil verdik (savvarnâ-kürn), sonra meleklere “Âdem'e secde edin” dedik (...)”2179 ve “size suret verip de suretlerinizi (suvara-kum) güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allâh'dır” 2180 âyetlerinde, suretin hem maddî, hem manevi türüne işaret vardır. 2181 Musavvir, suret masdarının tasvir şeklinden sıfattır. Cenab-ı Allah hakkında “mahlûklarını istediği gibi tasvir eden” 2182 demektir. Allah, her hangi bir şeyin olmasını istediği zaman, istediği sıfatta ve seçtiği surette varedendir. 2183
Svr maddesi, Kur'ân'da oldukça az görünür. Tasvîr fiilinin faili üç yerde Allah'tır 2184 son âyette, tasvîr işinin ana kananda olduğu bildirilir). İsim olarak sûre ve çoğulu olan suver zikredilir. Allah insanı dilediği surette yaratır 2185 ve insanların suretlerini güzel bir şekilde tasvîr eder 2186. Tek sıfat örneği olan el-Musavvir, yalnız bir âyette eliflâmlı ve mutlak olarak Allah'ı tavsif eder.
“O Halik, Bari', Musavvir Allah'tır (...)” 2187.
Bu üç vasfın gerekleri olan halk ve takdîr, azaları düzeltme ve denkleştirme ve son sureti verme arasında bir mertebelenme vardır (krş. 82, 7-8 ve el-Bâri' ismi). 2188
94. El-Mubîn
Mubîn isminin müştakk olduğu ebâne fiili, hem lâzım, hem müteaddî olarak kullanıldığından, iki türlü mânâ vermek mümkün olmaktadır:
Mubîn (aşikâr) olan veya ibâne eden 2189 (izhar eden, açıklayan). Allah'ın vasfı olarak:
“Her hakkı izhar eden ve varlığında hiç bir şüphe caiz olmayan Hak Taâlâ” 2190 diye tanımlanır. el-Halîmî: “el-Mubîn; gizli olmayan, saklanmayandır”. Allah Teâlâ, gizli değildir. Zira, Kendisine delalet eden bir çok fiilleri vardır. Bundan dolayı. Onun hakkında bir şey bilinemeyeceği söylenemez.” 2191 et-Tabersî'ye göre el-Mubîn: “işlerin hakîkatlerinl izhar eden ve yüce âyetleri açıklayan” 2192 demektir. “Ulûhiyyeti zahir olan veya eşyayı nasıl iseler öylece izhar eden” şeklinde de tarif edilmiştir. 2193
Kur'ân'da Byn maddesi, çeşitli şekilleriyle oldukça fazla görünür. “Açık açık göstermek” anlamına gelen tebyin fiili bir çok defa Allah'a izafe edilir. Mubin sıfatı normal olarak “aşikâr” ve nadiren “açıklayan” anlamında Kur'ân, resul, belâğ, dalâl vb. gibi çeşitli şeylerin sıfatı olarak gelir, Kur'ân'ın sıfatı olarak Mubîn:
“Hidâyet yolunu sapıklık yollarından açığa çıkaran ve ümmetin muhtaç olduğu şeyleri açıklayan” anlamına gelir.2194
El-Mubîn vasfı, şu âyette Allah'ı tavsif eder:
“O gün Allah,-onlara işlerinin karşılığını adaletle tastamam verecek ve onlar, Allah'ın Hakk, Mubîn olduğunu bileceklerdir” 2195. Bu âyette Mubîn, cümlesindeki “Ennesnin, ikinci haberi sayılmak suretiyle, Allah'ın vasfı olur. 2196
95. Nûru's-Semâvâti Va'l-Ard
Nûr, “ışık veya onun şuası ve intişarı” 2197 “görmeye yardım eden yayılan ışık” 2198 veya bazı bilginlerin tercihine göre “ışık kaynağı” 2199 demektir. Bu anlamları ile bir yaratık olan nurun, sıfat olarak Allah Taâlâ' ya izafe edilmesi, başlangıçtan beri değişik yorumlara yol açmıştır. Allah' in mahlûklara benzemediği esasından hareket olunarak, bazan lisan zorlanmış, bazan mecaza hamletme gayreti görülmüştür. İhtilâfa götüren ikinci sebeb şudur:
Kur'ân'da Allah Teâlâ hakkında, mutlak ve mücerred olarak en nûr veya nûr gelmez, sadece muzaf durumunda Nûru's-semâvâti va'l-ard (göklerin ve yerin Nûr'u) varid olur. Buna dayanarak bazıları Allah'ın mutlak olarak Nûr diye nitelenemeyeceğini savunurken, bir çokları, Allah'ın Nûr diye tavsif edilebileceğini ifade ederler.
Et-Taberî, bu vasfı şöyle açıklıyor:
“Allah, gökte ve yerde olanların Hâdî'sidir. Onlar, Kendisinin nuruyla hakka yol bulurlar ve O'nun hidayetiyle sapıklıktan korunurlar”. Müfessir Hâdî izahını İbn 'Abbâs'dan da nakleder. Enes b. Mâlik'in, Allah hakkında nuru, hidâyet diye açıkladığını rivayet eder. Kendisinin de Hâdî şeklindeki tefsiri benimsemesini, bir önceki âyete bağlar ki meali şöyledir:
“And olsun ki size apaçık âyetler, sizden önce geçenlerden misal ve sakınanlara öğüt indirdik” 2200.
et-Taberî'ye göre Allah, bu âyetleri ve öğütleri göndermesini, onları doğru yola yöneltme kasdını, müteakip âyetteki “göklerin ve yerin Nûr'u” olmasıyla açıklamaktadır. Bunun hemen arkasından meselu nûrihi diye başlayan fıkradaki “Onun nuru” terkibini de şöyle anlıyor:
“Allah'ın, bu Tenzîl ile aydınlattığı hakkın misali” 2201
El-Halîmî de “Hâdî” tefsirini benimser ve der ki:
Hâdî, Odur. Kullar ancak Onun öğrettiğini bilebilirler (...) Hisler ve akıl Onun yaratması ve bağışıdır” 2202
el-Cübbâ'î ise şöyle diyor:
“İnsanlar ışıkla doğru yolu buldukları gibi. Onunla da doğru yolu bulurlar. Hakikî anlamda biz Allah'ı Nûr diye isimlendiremeyiz” 2203 Bu vasıf ayrıca “göklerin ve yerin Müdebbiri” (İbn 'Abbâs ve Mücâhid'den), veya “göklerin ve yerin Münevviri” diye de açıklanmıştır. 2204 Bu sonuncu tefsire göre Allah: güneş, ay ve yıldızlarla gökleri ve yeri aydınlattığı için. Kendisine bu vasfı vermiş olmalıdır. Bu açıklama el-Hasan el-Basrî, ed-Dahhâk, Ebû'i-'Âliye 2205 ve sahabeden İbn Mes'ûda 2206 riisbet edilmektedir. Ayrıca Müzeyyin diye açıklama übeyy b. Ka'ba verilmektedir. 2207 Buna göre şu mânâ çıkmaktadır:
“Gökleri ve yeri aydınlatan, süsleyen” veya “göğü meleklerle, yeri ise nebiler ve âlimlerle donatan” 2208
et-Tabersî (ö. 548/1153) diyor ki:
“Her türlü ihsan, in'âm, fayda Allah tarafından olduğundandır ki, Onun sıfatı olarak Nûr vârid olmuştur. Nitekim, kendisinde rahmet fiili çok olan kimse hakkında “fülan rahmettir”, veya azab fiili çok olana “fülan azabtır” denir” 2209 Demek ki, ona göre, mübalağa maksadıyle, masdar ile tesmiye söz konusudur.
Müfessir ez-Zemahşerî, “göklerin nuruna ve yerin nuruna sahip olan” diyor. 2210 Anlaşılacağı gibi o, burada izafeti, mülk izafeti olarak değerlendirmektedir. Bu izahını şunp dayandırmaktadır. Aynı âyette geçen gösteriyor ki, nûr Allâh'ın malik olduğu bir şeydir. Araplar, “Zeyd, kerem ve cûddur, insanları kerem ve cûdu ile ihya eder” derler. Hak (yani hakikat), nura benzetilmiştir. İbnu'l-Esîr en-Nûr olarak Alâh'ın bu vasfını, birinci olarak şöyle tanımlar:
“Gözün, Nûr'u ile gördüğü, şaşkın ve azgının Hidayetiyle yol bulduğu”. Tali plânda şu tarifleri nakleder:
“Her zuhurun Kendisiyle olduğu Zâhir'dir”. Zatında zahir olup, başkalarını da izhar eden şeye nûr denir. “Allah göklerin ve yerin nurudur, demekten maksat Munevviri'dir demektir. Nitekim, “fülan gıyâsımız (yardım'ımız)dır” sözünden “Mugîsi'mizdir (yardımcımız)” anlaşılır. 2211 İbn Kesîr, Selef müfessirierinden gelen rivayetleri nakleder, tercihini bildirmez. 2212 Bazıları ise “göklerin ve yerin Nuru” terkibini, mürsel mecaz telâkki eder ve nurun mânâsının lâzımını alırlar, “Allah göklerin ve yerin Mûcid'i, var edenidir” derler. Ve nihayet “Her türlü kusurdan münezzeh olan” şeklinde te'vîl edenler de vardır. 2213
Görüldüğü gibi mezkûr açıklamaların çoğu, Allah hakkında “nûr”u mecaz olarak mütalaa etmiş ve ona göre anlam vermiştir. el-Gazzâlî ise, bu telakkinin tam tersine, sûfî persbektifi ile der ki:
“Hatta çekinmeden diyebilirim ki Nûr ismi, “İlk Nûr”dan başkası hakkında, sırf mecazdır. Zira Ondan gayrisinin zatında nuru yoktur, nurunu emanet almıştır, nûrâniyeti başkasıyla kaimdir Kullî Nûr Odur ve Ondan başkasının nuru yoktur.” 2214 Bu zat, sadedinde bulunduğumuz bu nûr âyetinin tefsirine dair yazdığı Mişkâtu'l-Envâr isimli eserinde nurun tabakalarını, insanların manevî ve ilmî mertebelerine göre nûr kelimesinin değişik anlamları olabileceğini, göz nûru ile akıl nurunun, nûranî melekût alemiyle cismanî şehadet aleminin farklarını vb., daha çok zevke dayanan bir biçimde anlatır.
Feylesoflardan İbn Ruşd, Allah'ı, “burhan ehli” olmayan kimseye tanıtmak için Nûr isminde, en elverişli bir vasıf ve misâl bulur. “Allah cisim değildir, ama gayr-ı cisim de değildir” diyorsunuz, peki “cumhur” dan:
Öyle ise nedir?' diye soran adama ne cevap vermeli?” der. Bu suale karşı, İbn Ruşd:
“Şeriatta varid olduğu gibi “Nur'dur” demeyi tavsiye eder. Allah'a “Nûr” denebileceğine dair bazı hadîsler de serdeder. Ona göre “Nûr sıfatı Hâlık Taâlâ'ya çok uygundur. Zira nurun hissolunan, fakat bakışı ve anlayışı, idrâk olunmasından âciz bırakan bir özelliği vardır. Öbür yandan, nûr cisim de değildir; “Cumhur” nezdinde var ve hissedilir bir şeydir. Onlara göre mâdum, mahsûs olmayandır. Nûr mahsûsâtın (hissedilebilen şeylerin) en şereflisi olduğundan, mevcudatın Eşrefi hakkında misal verilebilir. Bu misal seçkinler (onun ıstılahında “burhan ehli”) için de getirilebilir. Onların akıllarıyla Allah'a nazar etmeleri, güneşe bakmaya benzer veya yarasaların gözlerinin durumu gibidir.” 2215
El-Eş'arî'nin ise, meşhur mezhebi “belkefe (nitelenmeksizin)” gereğince “Allah, malum nurlar gibi olmayan bir Nûr'dur” dediği bildiriliyor. 2216 el-Hattâbî de, bildiğimiz nurlardan bir nurun düşünülmemesi için uyarmış ve demiştir ki, “zira nurun zıddı karanlıktır, karanlık aydınlığın ardından gelerek onu giderir. Alâh ise zıddı ve niddi olmaktan münezzehtir” 2217
Mutezileye göre Allah'a mutlak şekliyle “Nûr” denilmez, ancak muzaf (yani kayıtlı) olarak Nûru's-semâvâti va'l-ard denilebilir. 2218
Çağdaş müslüman düşnürü M. İkbal'în, bazı panltılanyla aydınlanmadan, Nûr vasfının in'ikâslarından ayrılmak istemiyoruz. Ulûhiyyetin ışık gibi muğlak ve yaygın, kozmik (kevnî) bir unsurla nitelenmesinde. Zât olmayan bir Ulûhiyyet görmek isteyen birine karşı, şunları söylüyor:
“Şüphe yok ki, Âyet-i Kerîme'nin ilk cümlesi, insana, ferdî bir Allah mefhumundan kaçış intibaını vermektedir. Ancak âyet-i kerîmenin mütebaki kısmındaki nur istiaresini mütalaa edince, tamamen aksine bir intiba yarattığını görürüz. İstiarenin aldığı mânâ daha fazla, ışığın bir alevin içinde temerküz ettirilmesi, sonra da bu ışığın bir cam kab içinde ferdieştirilmesi, ve iyice hudutlanmış bir yıldıza benzetilmesi fikriyle şekilsiz bir kevnî unsur tasavvurunu bahis harici bırakmaktır. Benim şahsî fikrime göre, Judaism (Yahudîlik), Hıristiyan ve İslâm'ın mülhem kitaplarında Cenab-ı Hakkın nûr diye tarifi, şimdi tamamen başka şekilde tefsir olunmalıdır. Bu günün fizik ilminin öğrettiğine göre ışığın sür'atini hiç bir şey geçemez, ve hareket sistemleri ne olursa olsun bütün müşahidler için bu aynıdır. Bu suretle, tahavvul dünyasında ışık Zat-ı Mutlaka en yakın yoldur. Şu halde, Allah'a teşbih edilen ışık istiaresi, bu günün ilmine göre, Zat-ı İlâhînin, kolaylıkla vahdet-i vücud tefsirine yer veren her yerde hâzır ve nazır olma vasfını değil, Onun Mutlakiyetini ifade etmelidir.” 2219
Bundan sonra İkbal, aykırı gibi görünen Mutlak oluş ile Zât oluş nitelikleri arasında bir tenakuz bulunmadığını açıklar. Düşüncenin yoğunluğundan ve tercümenin özelliğinden dolayı, bu mütefekkirin iyice anlaşılması hususî bir dikkat gerektirebilir. Okuyucular bizi bağışlarsa, “gölge olmak” niyetimiz olmaksızın araya girmek istiyoruz. Yapacağımız yorum İkbal'in niyetinde yok idiyse, biz onu benimsediğimizi memnuniyetle belirtebiliriz. Ulûhiyyet bir Zâttır. Mânâ türünden zatî olmayan her tarafa yaygın, her varlıkta farklı yoğunlukta bulunan bir tabiat kuvveti, ışık gibi bir kozmik unsur değildir. Dolayısıyla bir Panteizm'e (vahdet-i vücuda değil) 2220 açık kapı yoktur. Fakat Allah'ın bilhassa Nûr ismi göstermektedir ki, O bizim bildiğimiz ve düşünebileceğimiz zatlar gibi bir Zât da değildir, zatlar üstü Zâttır, Beşerî anlayışın uzlaştıramadığı, aynı anda hem Mutlak hem de Zât oluş nitelikleri, Uiûhiyyette biribirine aykırı değildir. Nûr vasfı, kaplayıcılığı ile Onun Mutlak hususiyetini anlattığı gibi, âyetin ilerisinde bu Nûr'un zatîleştirilmesi de Onun bir Zât olduğunu belirtmektedir. İşte bundan ötürüdür ki, Nûr ismi, insanın Ulûhiyyeti anlayabilmesi yönünden, beşerî anlayış için en yakın yoldur.
Nûr vasfı Kur'ân'da yalnız 24, 35 âyetinin başında, izafet terkibi içinde “Göklerin ve yerin Nûr'u” olarak Alâh'ı tavsif eder. Bu nurun, bildiğimiz nûr olmadığı sadece teolojik bir gelişmenin öğrettiği şey değildir. Bizzat Kur'ân'da bunun delili vardır. Meselâ bir âyette:
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nûr) var eden Allah'a mahsustur” 2221 buyurulur. Demek ki bu nûr yaratıktır, dolayısıyla Yaratan ile aynı olamaz. Bir başka âyette de kıyamet günü “mahşer yerinin, Rabbinin Nuru ile aydınlandığı (bi nûri Rabbihâ)” bildirilir 2222. Burada da muzaftır, ancak nûr Zat'a nisbet olunur, yâni izafet kayıtlayıcı özelliğini yitirir. Ancak bu, sadece bir tefsire göredir. 2223
Tesfsirlerde, bu âyetteki “nûr” hakkında:
Allah'ın güneş gibi ışıklı bir cisimle olmaksızın, vasıtasız olarak yaratacağı bir nûr, veya adalet veyahut burhan tarzında yorumlar yer alır. el-Âlûsî bunları naklettikten sonra diyor ki:
“Muhtemelen en münasip olan, -bir çok haberlerin de iş'âr ettiği gibi- “Yer, Rabbi'nin nuruyla aydınlandı” sözü, Allah'ın hükmetmek üzere tecelli etmesine işarettir. (...) Sahîh hadîste varid olan hicâ-bu-hu'n-nûr (Onun perdesi nurdur) ibaresinde zikredilen nûr olması da, uzak bir ihtimal değildir. (...) Yahut bu, tecelli esnasında zuhur edecek bir başka nûr da olabilir. Ben demiyorum ki, “bu tecelli meselâ güneş ışığının güneşten yansıması gibi Zat-ı Mukaddesten in'ikâs edecektir”. Bilâkis mesele, “aklın ulaşabileceği noktanın ötesindedir.” 2224
et-Taberî, bu âyetteki nûr'un mahiyeti hakkında bir şey söymekten kaçınırsa da “Rahman, hüküm için mahlûkları arasında zahir olduğunda bulunacak bir nurdur” der. Bu konuda Katâde'nin şu tefsirine dayandığını söyler: “Bulutsuz acık bir günde, güneşi görmek için insanlar birbirlerini sıkıştırmadıkları gibi. Onun Nuru hususunda da sıkıştırmazlar.” 2225 İbn Kesir de bu nûr hakkında:
“Hak Taâlâ'nın tecelisidir” 2226 diyor.
Öyle anlaşılıyor ki bu son tefsirler, bu nuru Zat'a nisbet etmeye mütemayildirler. el-Âlûsî'nin temas ettiği, hadisteki Hicâbuhu'n-nûr'un söz konusu olabileceğini makul görünüyor. Hicap, Allah Taâlâ için. Kendisinin görülmesine engel olan hususiyet demek olmalıdır.
“(...) Onun hicabı nurdur (veya nârdır. Öbür rivayetten). Eğer onu açsaydı Vechinin (yüzünün) Subuhâtı (nuru, behâsı) gördüğü bütün mahlûkatı yakardı” 2227
Nûr vasfı Kur'ân'da kayıtlı olarak gelmekle birlikte, demin üzerinde durduğumuz 39, 69 âyetinde Allah'ın Nurunun olduğundan -bir anlamda-haber verilmesi, bazı sahih hadislerde Onun “Nûr” olarak tavsif edilmesi 2228 hadiste Allah'ın Vechine sığınılması {nûr-i Vechi-ke) gibi sebeplerle ve nurun naks değil kemâl vasfı olmasından dolayı müslümanlar mutlak olarak da Allah hakkında Nûr diyegelmişlerdir. İbn Kullâb, el-Eş'arî 2229 ve sıfatları kabul eden bir çok imam Allah hakkında Nûr denilmesi konusunda -Mutezile hariç, müslümanlar arasında ittifak olduğunu söylemişler ve inkâr etmeyi, ancak bid'at ehline nisbet etmişlerdir. 2230
Mesele, bu Nura nasıl inanılacağıdır. Müslümanlar arasında en yaygın olan Eş'arî -ki bu konuda Mâturidiyye de öyle düşünür- tefsirinin “O, Kendisini vasfettiği gibi Nurdur, ama bunun niteliğini bilemeyiz” şeklinde olduğunu gördük. Konumuzun başında Seleften bazı zatlara mal edilen tefsirlerin (Hâdî, Müzeyyin, Münevvir vb.), onlara nisbeti şüphelidir. 2231 Mahlûklarda nûr vardır diye, Allah'ın Nûr olduğunu inkâr etmek makul değildir. Bu yol tutulursa Onun hakkında Hayy, Semî', Basîr, Mevcûd vb. vasıflarının da inkâr edilmesi gerekir. Zira mahlûklar da böyledir 2232.
Son olarak, nûr madesinin Kur'ân'daki kullanılışı konusuna geçelim. Bu kök fiil olarak hiç görünmez. Nâr veya nûr isimleri bulunur. Nûr hissi nûr anlamında varid olmakla beraber 2233, bundan son derece fazla olarak manevî nûr için kullanılır 2234; Vahiy, yani Tenzil 2235; hidâyet, tevfik ve lütuf 2236 anlamlarında 2237 zikredilir. İki âyette 2238 nûrullâh tabiri geçer ki “Allah'ın dîni, hücceti veya Kur'ân” diye tefsir olunur 2239. Mü'minlerin uhrevî nurları vardır 2240. Bir hadîse göre, bu nur dünyadaki işlere göre olacaktır, yani manevîdir 2241. Bir kaç âyette nûr ve hudâ kelimeleri, mugayeret belirten atıf vav'ı ile bağlanırlar 2242 ki bu da, nûr'un hidâyetten başka bir şey olduğunu gösterir. Tabiatiyle, bunların çok yakın kavramlar olduğuna da işaret eder. Munîr vasfı, bir âyette Allah'ın Kitabının, iki yerde ise manevî bir Sirac olan Hz. Resûl'ün (a.s.) sıfatıdır. 2243
Dostları ilə paylaş: |