Şirkin mahiyeti
Fıtrî insan genellikle, her yerde ve her zaman Yaratıcı Allah'ı kabul etmiştir. Fakat çoğu zaman insanlık, çeşitli etkenler yüzünden bu Yaratıcı ile kendisi arasına bir takım aracılar koymuştur. Dinler tarihinde bir çığır açtığı, ilgili kitlece söylenen M. Eliade, semavî Yüce Varlık inancının sonradan diğer dinî şekillerle değiştirildiğini bildirdikten sonra diyor ki:
“Muhakkak ki, semavî Yüce Varlıklara olan biribirine benzer inançlar, eskiden dinî hayatın bizzat merkezini teşkil ediyordu. Yoksa bu günün ilkel topluluklarında olduğu gibi, sadece bir kenar, çevre tarafını değil. Bu semavî Yüce Varlıkların 2244 ibadette yerlerinin az olması. Ona ait ibadete sadece başka dinî şekiller tarafından el konulduğunu gösterir. Bu, hiç bir surette, bu tür Yüce Varlıkların ibtidaî insanın, yahut sadece onların din adamlarının ortaya çıkardığı mücerred tasavvurlar olup, o insanın Onlarla (Yüce Varlıklarla) hiç bir dinî bağının olmadığını göstermez” 2245. Çeşitli topluluklarda Yüce Varlığa yöneltilen ibadetin az olması, onlara periyodik bir ibadet yapılmadığını gösterir; yoksa her yerde Yüce Varlığa zuhurata bağlı olarak dualar, kurbanlar vs. sunulurdu 2246.
“Her halû kârda, bu yüce Semavî varlıklara olan inancı, daha önceki başka bir inançtan çıkmış göstermek güçtür. Onun, meselâ ölüleri tazimden çıktığını söyleyenler olmuştur. Fakat güney-doğu Avustralya'da, yani etnoğrafik tabakaların en eskilerinden birinde, ölüleri tazim (bir nevi tapınma) kesin olarak görülmemektedir” 2247.
“Geçen şeylerden anlaşılıyor ki, Yüce Semavî Ulûhiyyet, her toplumda yerini öteki dinî şekillere bırakmaktadır. Bu ikamenin biçimi oldukça değişiktir; fakat her ikamenin anlamı, büyük ölçüde aynıdır:
Semavî Varlıkların askılıklarından ve pasifliklikierinden, daha dinamik, daha etkili ve kolayca irtibat kurulabilen dinî taraflara geçiş. Denebilir ki biz, Mukaddesin “müşahhasa doğru artan bir düşüşü”ne şahit oluyoruz. İnsanın hayatı ve kendisini yakından çevreleyen tabiî muhit, gittikçe artan bir kutsallığa boyanır. Mana, Drertda, Wakan vs. animizme, totemizme, ölülerin ruhlarına karşı tazime ve bölgesel tanrılıklara vs. inanç insanı, semavî Yüce Varlığa karşı duyduğundan daha başka bir dinî yaşayışa yerleştirir” 2248.
Hemen hemen evrensel olan bu semavî Yüce Tanrı inancının, ekseriya şirkle kuşatılmış olduğu ortadadır. Halis tevhid inancı olan İslâm -ki bu davet her zaman olagelmiş ve Kur'ân'la nihaî olarak yenilenmiştir-, şirkle bulaşmış dinî yaşayışı nasıl değerlendirmektedir?,Bu soruya cevap vermek için, tevhidin şu derecelere ayrıldığını belirtmek gerekir 2249 :
1- Zorunlu Varlık (Vâcibu'l-vûcûd) olarak, yalnız Allah'ı kabul etmek.
2- Gökleri ve yeri ve onlardaki bütün cevherleri, yalnız Allah'ın yarattığını ikrar etmek.
3- Göklerin ve yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin idaresini yalnız Allah'a isbat etmek.
4- İbadeti, sırf Allah'a hasretmek.
Kur'ân indiği zaman, müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar arasında 1. ve 2. mertebede bir ihtilâf yoktu. Bu husus Kur'ân'la da sabittir. 3 ve 4. dereceler biribirini gerektirir. İşte insan topluluklarının büyük ihtilafları da buradan ileri gelir. Bu ayrılıklar da üç guruba irca edilebilir:
a) Semavî cisimlere tapanlar; bunlar gök varlıklarının insanların gündelik hayatlarında, mutluluk ve bedbahtlıklarında, sağlık ve hastalıklarında etkili olduğunu düşünürler. Bu varlıkları, şuurlu ve mücerret ruhlara sahip görürler. Onlar, kendilerine tapa'nlardan habersiz değildirler. Bu varlıklara bir tapınma hayatı düzenlemek için, onları çeşitli şekillerde temsil etmiş ve bu temsillere de tapar olmuşlardır.
b) Müşrikler, bunlar büyük işlerin, Allah tarafından idare edildiği konusunda, müslümanlarla birliktirler. Ama bunun dışında, onlardan ayrılırlar. Onlara göre, ibâdetleriyle Allah'a yaklaşan salih kullara, Allah Ulûhiyyet vermiştir. Dolayısıyla öbür mahlûklar tarafından tapılmaya, bunlar da hak kazanmışlardır. Nitekim sultanlar Sultanı, kendisine güzelce hizmet eden liyakatli kişilere her hangi bir bölgenin yönetimini verir. Beriki de orada, itaat edilmek payesini alır. Onlara göre, bu ikinci dereceden tanrılara kulluk etmedikçe, Allah'a ibadet de makbul olmaz. Allâh son derece Yücedir; Ona yaklaşmak için, öbürlerine tapmak şarttır. Onlar görürler, işitirler, kullarına şefaat ederler, onların işlerini düzenlerler, ve kendilerine yardım ederler. Bundan dolayı onların adına anıtlar diktiler, heykeller yaptılar ve bu timsalleri, o şahsiyetlere yönelmelerine kıble edindiler. Böyle yapanlardan sonra gelen nesiller, timsallerle, onların medlulleri arasındaki farkı anlayamadılar, onları bizatihi tanrı saydılar. İşte bu sebeptendir ki, Allah Kur'ân'da, bazan hükümranlığın Kendisine has olduğuna, bazan da onların cansız suretler olduğuna dikkatlerini çeker.
c) Hıristiyanlar ise Hz. İsa'nın (a.s.), normal insandan zuhur etmeyen olağanüstü işlere mazhar olduğunu görünce, onu diğer insanlardan ayırmak için bir çare aradılar. “Tanrı oğlu” saymak, kendilerine uygun geldi. Kimisi de yüce Yaratıcının onun suretinde göründüğünü düşünerek ona “tanrı” dediler. Sonra gelenler, bu adlandırmanın sırrını anlayamadıkları için, onun “oğubluğunu ve “tanrı”lığını gerçek sandılar.
Şirk saiklerinden biri de dinî talimlerdeki müteşabih deyimler olmalıdır. Teşabüh, kaçınılmaz bir şeydir. Din, bir takım gerçekleri insanlara bazı lafızlarla ifade eder. Bu kelimelerin ifade ettiği kavramlar, Tanrılıkla insanlıkta müşterek kavramlar olabilir. Meselâ “dedim” kelimesi, hem beşeriyette mûtad olan “söylemek” işini, hem de Allah'ın bir şeyi irade ettiği zaman ona “ol demesi”ni ifade eder. Birincisi beşerî bir hâdiseye, öbürü ise maddeden uzak, niteliğini bilemeyeceğimiz bir hakikate delâlet eder. Böylece bir çok kavram, bir yandan ilâhî hakikati, öbür yandan farklılıklarıyla beraber, beşerî hakikatleri ifade eder. Her iki, alandaki lafızlar biribirine yakın olunca, ilâhî dinlerin nasları, esas mahallerinden başka taraflara çekilebilmiştir.
Her hangi bir insan, başka bir mahlûkta görüp olağan saymadığı tezahürler karşısında iştibaha düşerek, onda ilâhî bir taraf düşünmüş olabilir (Melekler, veliler vb. insanlardan görülen şeyler gibi). İnsanlar anlayışta eşit değildirler. Bu yüzden' Allah'ı, yaratıklara benzetme veya semavî varlıkları, yahut kendilerinden keşf gibi olağan üstü haller görünen salih insanları Allah'a ortak koşmak inancı yerleşmiştir. Peygamberler İlâhî plânla mahlûk plânının ayrı olduğunu göstermek için gelmişlerse de, insanlığın eğilimleri ve anlayış farkları, onların öğretilerini saptırabilmiştir. Meselâ Allah, bütün dinlerde, seçkin ve değerli şahsiyetler için, onlara bir şefaat ve mahbûbiyet vasfı tanımıştır. İnsanlar ise, bu makamların anlamını değiştirmişlerdir. Allah'ın onlara ikramı olan bazı olağan üstü durumları değerlendirme hatasına düşerek, mazharı masdar ile karıştırmışlardır. Şah Veliyyullâh'a göre Allah, ilâhî bir tedbir eseri olarak, bazı olağan üstü durumları, beşerî ve ruhani kuvvetlere de vermiştir. Bu kısımdan olan harikaların Vacib Taâlâ'ya has olan icadiar ve fiillerle ilgisi yoktur.
Böylece şirk hastalığına mübtela olanlar, çeşitli durumlar gösterirler. Kimi Allah'ı tamamen unutmuştur. Sadece “ortaklarına” tapar, onlara yalvarır. Bu varlık silsilesinin, Tek Yaratıcıya müncer olacağını düşünse bile, Onu büsbütün ihmâl etmiştir. Bazısı, kâinatın Rabbinin ve Müdebbirinin. Allah olduğunu kabul eder. Fakat Onun bazı mahlûklara azamet ve ibadet hakkı verdiğine, bir takım özel alanlarda onlara tasarruf yetkisi tanıdığına inanır. Böylesi varlıklar, sıradan yaratıklarla bir tutulamayacağından onlara “Tanrının oğulları”, “Tanrının sevgilileri” der; kendilerini ise onların kulu sayar, “'Abdulmesîh, “'AbduI'Uzzâ” diye isimlendirirler. Bütün toplumlarda görülen şaşkınların hastalığı budur.
İslâmiyet mazharı masdarla karıştırmayı önlemek gayesîyle, şirke yol açan işleri küfür saymıştır; timsallere secde etmek, onlar için kurban kesmek, onların adına yemin etmek vb. gibi. Şirk geçitlerini tıkamıştır. Müşrikler yıldızlara, putlara secde ediyorlardı. İster bizzat onların kendilerine tapılsın, isterse Ulûhiyyetin mazharları düşünülerek tazim olunsunlar, İslâm böyle bir ayırım yapmaksızın, bu işte niyete önem vermeksizin, Allah'tan başkasına secde etmeyi mutlak surette yasaklamıştır. Müşrikler, şeriklerinden yardım diliyor, onlar için adaklar adıyor, maksatlarına böylece ulaşacaklarını umuyorlardı. Kur'ân insanlardan:
“Yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz” 2250 demelerini istemiştir.
“Allah'tan başkasına yalvarmayın” 2251 demiştir. Yahudi ve hıristiyanlar dinî önderlerinin helâl ettiklerini helâl, haram kıldıklarını haram saymakla şirke düşmüşlerdi 2252. Kur'ân, bu yetkinin münhasıran Allah'a âit olduğunu açıklar. Müşrikler kendilerine yaklaşmak için putlara ve yıldızlara kurbanlar sunuyorlardı. Keserken onların adına kesiyor veya putlara mahsus ensâb üzerinde kesiyorlardı:
Kur'ân, yalnız Allah adına kesilmesini istedi. Şeriklerine yaklaşmak için sâ'ibe, bahîra serbest bırakıyorlardı; Allah bunları yasak kıldı. 2253
Dostları ilə paylaş: |