Niye?
- Halil Berktay, 1915 Ermeni olaylarının nasıl ortaya çıktığını anlatan tarihi bir analiz yapıyor ve bu analizde soykırım kelimesini de kullanmamaya dikkat ediyor. Berktay'ın analizine katılırsınız, katılmazsınız. Ama bu kendi başına bir bilimsel açıklamadır. Bunun karşısına çıkıp da "Hayır, bu bizim ulusal çıkarlarımıza aykırı, tarihçiler düşmanlarımıza hak veren bir yorum yapıyorlar" demek çok rahatsız edici bir şey. Zaten "ulusal çıkarlar" diye sunulan şeyler aslında ulusal çıkar da değildir. Belirli bir düşünceye ve ideolojiye bağlı insanların çıkarıdır bu.
Peki, bir ulusun çıkarları gerçekten bilimsel gerçeklerle çatışır mı? Kendi çıkarlarını gerçeklerin üstüne değil de yalanların üstüne kuran bir millet gelişebilir mi?
- Bir kere şunu teslim etmek gerekir. Bu halkın da başka halkların tarihinde olduğu gibi, geçmişinde övünebileceği birçok şeyin yanı sıra, bugünkü değerler açısından tedirginlik duyacağı, utanacağı olaylar da vardır. Bu yüzden de her konuda ortaya çıkıp "Biz öyle bir şey yapmayız" demek yanlıştır. Galiba bütün so-
* Söyleşiyi yapan Neşe Düzel, Radikal, 25 Aralık 2000.
220
221
Mete Tuncay
run, ulus-devletin ideolojisi olan "'milliyetçilikten" kaynaklanıyor. Çünkü milliyetçilik ideolojisinde körü körüne bir üstünlük iddiası var. Her milliyetçilik kendi milletinin başkalarından üstün olduğunu iddia ediyor. Adalete aykırı düşse de, ulusal çıkarların, her neyse o, gereğinde zor kullanarak sağlanmasını öngörüyor. Bu ideoloji "barış, iyi ilişki" gibi değerlerle çatışıyor. Ama artık günümüzde bu milliyetçilik ve ulus-devlet aşınıyor. Bugün biz Avrupa'ya girmekten söz ediyoruz.
Gelişmiş ülkelerde, bilim adamlarına, "Sen bildiğin gerçekleri açıklama, bu çıkarlarımıza aykırı "türünden baskı yapılabilir mi?
- Gelişmişliğin tanımıyla çelişir bu. Resmî ideolojiye aykırı görüşler sunmak bilim adamı olmanın doğal bir gereğidir.
Bilim adamlarımız bu türden baskılarla karşılaşıyorlar mı peki?
- Bilim adamları sürekli baskılar altındalar Türkiye'de. Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, azınlıklar konusunda, milli ve dini alanda "tabu" olan birçok konu var.
Eğer bilim adamları susar ve bilimsel gerçekleri söylemezse kimi kandırmış olacağız? Dünyayı mı yoksa kendi halkımızı mı? Çünkü dünya biz tartışmasak da gerçekleri tartışıyor...
- Tabii... Sizinle baştan beri konuştuklarımızın hareket noktası somut bir olaydı, Ermeni olayıydı. Cumhurbaşkanı "İşi tarihçilere bırakalım" diyerek en doğru yolu gösterdi. Yoksa ABD ya da Avrupa'daki parlamentoların "soykırım olmuştur ya da olmamıştır" demesi deli saçmasıdır. Bir o kadar da yanlış olan Türk Dışişleri Bakanlığı'nın "Böyle bir şey asla olmamıştır" diye kestirip atmasıdır. 1915 olaylarının soykırım olmadığını kanıtlamak Dışişleri'nin ve politikacıların işi değildir. Bu tarihçilerin işidir fakat bu konjonktürde onların da çalışabilmeleri mümkün değildir.
Niye?
- Bu konu ancak TÜrkiye-Ermenistan ilişkileri normalleştikten sonra tarihçilerce huzur içinde tartışılabilir. Nasıl ki Türkiye'de resmî görüşe eleştirel yaklaşanlara karşı çıkılıyorsa, hiçbir Er-
222
Eleştirel Tarih Yazılan
meni tarihçinin de bugün Ermenistan Cumhuriyeti'nin kuruluş efsaneleri arasında temel bir yer işgal eden 1915 "jenosidf'ne eleştirel yaklaşması mümkün değildir. Soykırım terimi Ermeniler için bir takıntı halindedir. Osmanlıların, soykırım kastı olmaksızın askeri ve stratejik gerekçelerle yapılan tehcir sırasında kabul ettiği telefat 250-300 bin kişidir. Ermeniler bazen çok abartılı olarak bu rakamı 1.5 milyona taşımak istiyorlar. Hakikat ise muhtemelen Halil Berktay'ın size söylediği gibi 600 bin civarındadır. Ama aslında sayıların çok büyük bir önemi de yok.
Neyin önemi var sizce?
- Daha acıklı olan şey, Ermenileri öldürme işinin Osmanlı devletinin örgütleri tarafından yapılmış olmasıdır. Bunu, Ermeni çetelerinin yaptığı mezalimle aynı kefeye koyup değerlendirmek yanlış olabilir. Çünkü devletin sorumluluk içinde hareket etmesi gerekir. Devletin, kendi vatandaşını öldürmesinin sonuçları çok ağırdır.
Niye bütün bunları Cumhuriyet açıkça tartışamadı?
- Unutmayın ki, Ermeni tehcirinin gerisinde çok ciddi bir ekonomik problem var. Ermeni malları meselesi var. Bu da iki dönüm arsa, iki öküz meselesi değil. Ermeniler, Rumlar gibi kapitalizme ayak uydurmuş mal mülk sahibi insanlardı. Göçürülen Ermenilerin mallarına kimler oturdu? Bunların mallarına el koyanlar, bu meseleyi çözmek cesaretini gösteremediler. Kendi çıkarları aleyhine olurdu bu. Bizim temel tezimiz, tehcir kararının Ermeni ayaklanmalarına karşı bir tedbir olarak alındığı ve Ermenilerin yaptığı katliamın çok daha önceden başladığıdır. Ama biliyoruz ki tehcir, Kafkas cephesinin gerisiyle sınırlı kalmadı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerdeki Ermeni aileleri değilse bile cemaat ileri gelenleri yok edildi. Göçe zorlanıp yolda haklandı. Ermenilerin de Türkleri öldürdüğüne şüphe yok tabii.
Ermenilerin öldürdürdüğü Türk nüfusun rakamı nedir sizce?
- Burada en rahat konuşabilecek olanlardan biriyim. Çünkü annemin babası, 1916'da Rus askerlerinin peşinden Erzurum'a giren Ermeni milislerinin yaptığı katliamda Öldürüldü. Ama burada
223
Mele Tuncay
Öldüren Ermenilerdir, Ermeni devleti değildir. Dolayısıyla bir takım çetelerin ve milislerin yaptığı şeyler var. 1915'te olanlar müthiş bir trajediydi. Ama bunun üzerine bugün gitmek yanlış. Anılar bu kadar tazeyken sağlıklı sonuç alınamaz. Yapılması gereken, Halil Berktay'ın yapmaya çalıştığı "hangi koşullar altında bu trajedi yaşandı" diye bir analiz yapmaktır.
Bizİm tarihle başımız dertte. Yakın tarihin neresine dokunsak, yaralı birinin yarasına dokunmuş gibi oluyoruz. Hemen bir çığlık duyuluyor. Niye yakın tarihimiz böyle sorunlu? Neden yakın tarihimizi tartışmakta zorlanıyoruz biz?
- Millî çıkarlar nedeniyle zorlanıyoruz. Mesela Abdülhamit hakkında "ulu hakan" teorisiyle "kızıl sultan" teorisinin bir türlü ortası tutturulamıyor. Bazıları Abdülhamit "Ülkeyi şu kadar yıl huzur içinde yaşattı, üstelik eğitimde büyük hamleler yaptı" diye överken, bazıları da "Felaket bir müstebitti, ülkenin şu kadar geri kalmasına yol açtı" diyor. Cumhuriyet, Abdülhamit "Felaket bir müstebitti" diyen İttihatçıların söylemini devraldı. Biz artık bunun böyle olmadığını görebilecek bir durumda olmalıydık, ama hâlâ olamadık.
Sizce Abdülhamit müstebit değil miydi?
- Siyaset biliminde mükemmel iyi olmadığı gibi mükemmel kötü de yoktur. Abdülhamit mükemmel kötü değildi. 1876 Kanun-u Esasisi'nı askıya alırken Abdülhamit'in tezi neydi? "Bu anayasalı rejim, yani Meşrutiyet iyi ama halk buna hazır değil. Halk hazır olunca bu uygulanabilir" diyordu. Bu mantık bütün bir Cumhuriyet döneminde devam etti. Biz hâlâ Abdülhamit mantığıyla düşünüyoruz. Tek partili cumhuriyet döneminde 'Demokrasi iyi bir şey ama halk hazır değil. Halk cahil. Cahil insanlarla demokrasi olmaz' diyorduk. Bugün yine demokrasi konusunda "Halk yobazlara kapılır" gibi aynı tedirginlikler var. Artık şunu anlamalıyız. Demokrasi bizim sorunlarımızı çözdükten sonra erişeceğimiz bir yer değil
Peki demokrasi ne?
- Demokrasi, sorunlarımızı çözerken ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Sorunlarımızı ancak demokratik olarak çözebiliriz. Ama
224
Eleştirel Tarih Yazıları
Abdülhamit türü söylem yüzünden bunu kabullenemiyoruz. Öyle bir söylem biçimi kurmuş ki, biz yüzyıl sonra hâlâ aynı söylemi sürdürüyoruz. "AB'nin insan hakları, liberal demokrasi idealleri iyi ama biz hazır değiliz. Hele bir problemlerimizi halledelim, biz de oraya geleceğiz" diyoruz.
Bizim toplumumuz yakın tarihini bütün berraklığıyla biliyor mu?
- Bilmiyor. Çetin Altan'ın belki 20 yıl önce ortaya attığı bir şeyi hatırlıyorum. "Biz Birinci Dünya Savaşı'nda tek başımıza değildik. Almanlarla birlikteydik. Alman Genelkurmayı duruma hâkimdi. Rus cephesinde arkadan vurulma tehlikesine karşı Ermeni nüfusunun yer değiştirilmesi aklını muhtemelen onlar bize verdiler" demişti. Ama bunun üzerine de çok gidilemedi.
Peki siz katılıyor musunuz bu görüşe?
- Bizi sorumluluktan kurtarmaz ama muhtemelen Almanların sırf stratejik sebeplerle böyle bir tavsiyede bulundukları doğrudur. Zaten Birinci Dünya Savaşı'ndaki Türk-Alman ortaklığı zaman zaman tartışılmıştır: Mesela Çanakkale bizim için bir Türk zaferidir. Ama Almanlar da bu zaferi 30'lu yıllarda kutluyordu. O zaman Türk basını da "Bizim askerin kazandığı bir şeyi kutlamaya ne hakkınız var" diye veryansın ediyordu. Onlar da "Oradaki cephe komutanı Liman von Sanders idi" diyordu. Her savaş, komutanın hanesine yazılır. Bu olsa olsa bir ortak zaferdir. Ama biz bu zaferi paylaşmak istemediğimiz gibi, tehcir kararının sorumluluğuna da onları ortak etmiyoruz.
Biz, cumhuriyet öncesi dönemi de tartışamadık. Ne Sarıkamış felaketini, ne Ermeni tehcirini, ne Birinci Dünya Savaşı'na nasıl girdiğimizi, ne bu savaşı nasıl kaybettiğimizi konuşabildik. Cumhuriyet, Osmanlı'yı yıktığı halde neden Osmanlı'nın ve İttihatçıların yanlışlarını tartışmaktan kaçındı?
- Osmanlı'yı tartışmadığı doğru değil. Eğer 1930'lu yıllarda liselerde okutulmak üzere Türk Tarih Kurumu'nda hazırlanan dört cilt kitaba bakacak olursak, biraz haksızlık etme pahasına Osmanlı'yı tartışıyor erken cumhuriyet. Atatürk'ün kendi yaptığı değerlendirmelerde hem nalına hem mıhına şeyler var. Ata-
225
Mete Tuncay
türk'ün bir siyaset adamı olduğunu unutmamak gerekir. Yakın çevresinde birçok İttihatçı var. Onları kollamak ihtiyacı duyduğunda, Dünya Savaşı'na girmemizin bir zorunluluk olduğunu söylüyor. "İttihatçıların da eli mahkûmdu yaptıklarını yapmaya" demeye getiriyor. Ama başka bir bağlamda "Devleti batırdılar" diye onları sert bir dille eleştiriyor. Onu peygamber diye görenler bunu ayıramıyorlar. Oysa Atatürk belli sözleri, belli bağlamlarda, belli ihtiyaçlar için söylüyor.
Biz gerçekleri tartışmaktan kaçındık. Milli çıkarlarımız için bu gerçeklerin üstünü örttük ama sonuç pek de parlak olmadı. Çetin Altan'ın hep yazdığı gibi bugün adam başına milli gelirde yeryüzü 93 'üncüsüyüz. Yaşam kalitesinde de Yunanistan 'dan 63 basamak aşağıdayız. Şimdi biz, gerçeklen tartışmamaktan ne kazanmış olduk?
- Çetin Altan'ın bize hediye ettiği çok güzel formüller var. Biz, Türk'ün propagandasını Türk'e yapıyoruz. Bütün dünyanın da uydurduğumuz şeylere inanacağını zannediyoruz. Amerika'nın dünyada tek süper güç olarak yükselmesi, benim gibi sosyalist değerleri olan biri için çok rahatsız edici bir şey. Ama Amerika'nın gücü nereden geliyor? Amerika'nın gücü sadece millî gelirinin yüksekliğinden, teknoloji üretmesinden gelmiyor. Bence Amerika'nın gücü, aydınlarının kendi ülkelerine yönelik eleştirel filmler yapabilme yeteneğindedir... Gazete yazarlarının mevcut hükümeti ya da Amerika'nın geçmişindeki olayları bazen insafsızca eleştirebilmelerindedir. Öyle bir Amerikan filmi seyredersiniz ki, buna paralel bir şeyi Türkiye'de biri yapmaya kalksa herhalde adamı asarlar, linç ederler.
Peki biz gerçekleri konuşmuş olsaydık bugün daha mı geri, daha mı kötü durumda olacaktık?
- Ben toplumsal kurumlar arasında bileşik kaplar kanununa inanıyorum. Türkiye'nin milli geliri, adaleti, Silahlı Kuvvetleri, üniversitesi böyleyken, aydınları da işte böyle olur. İtiraf etmeliyim ki, gerçekleri tartışma konusunda, aydınlarımızdan kendi geleneklerine aykırı bir yiğitlik beklememiz lazım. Bazı şeyleri göze alıp, toplumdaki normları yukarı çekmeleri lazım. Ama bizim
226
Eleştirel Tarih Yazıları
aydın geleneğimiz hep "lejyoner" yani ker" türü.
'kiralık asker, paralı as-
Kimin kiralık askeri aydınlar?
- Padişahın, devletin... Çok tipiktir, Namık Kemal'ler, Mithat Paşa'lar nesli hep "bu devlet nasıl kurtulur" problemiyle uğraşmıştır. Aynı dönemde onlarla sürgün yerlerini paylaşan Ruslara bakıyorsunuz, onlar bu devlet nasıl yıkılır diye düşünüyorlar. Türkiye'de hiçbir zaman anarşist fikir gelişmedi. Herkes bu devlet nasıl ıslah edilir diye baktı. Bunun karşılığında da devletten hep bir şeyler beklendi. Biz paralı asker geleneğinden geliyoruz. Onun için de yiğitlik gösteremiyoruz. Devleti sorgulama geleneği yok bizim aydınımızda. Hikmet-i hükümet denince, hemen itaatkar yurttaşlar oluyoruz biz.
Siz, bazı gerçekleri söylemek için "henüz vaktin erken olduğu " konusunda uyarılar aldınız mı hiç?
- Yakın çevremden uyarıldım tabii. Bakın, Halil Berktay'ın söyledikleri namuslu bir bilim adamının genel izlenimleridir. Ama gördük ki bir histeriye yol açtı. Türkiye'de birinin kalkıp "Bu sözleri söylemek vatan hainliğidir, Sevr savunuculuğudur" demesi hâlâ prim yapıyor. İnanın, bu koşullar altında birinin kalkıp da namuslu bir eser ortaya koyması bir kahramanlık olur. Oysa bilim adamları "kahraman" olmak zorunda bırakılmamalı.
227
D. Türkiye'nin Eğitim Sorununa Bakışlar
Eğitim, Özellikle de Yüksek Öğretim Üstüne Düşünceler*
Bir bilgi çağı, bilgi toplumu edebiyatıdır gidiyor. Türkçe 'nin bu kavramı karşılamaktaki zayıflığı yüzünden, aslında birtakım verilerden "haberdar olma", onlara erişmek için "danışma" anlamına gelen enformasyon 'a bilgi diyoruz. Oysa "enforme olmak" bilmek değildir. "Bilme" günlük dilde "haberi olma"yla karışsa da, bilgi (episteme) düşünmeyi, usa vurmayı vb. içerir. Nasıl özgürlük, ancak istenilenin gerçekleşmesine olanak varken anlam kazanırsa, verilerin bilgisini edinmek de, ancak onları kullanmayı bilirsek bir değer taşır. Bilgisayar teknolojisi, öğrenme/araştırma/yazma çabasında olanlara -bazan İşlerini kolaylaştıran- yardımcı bir araçtır: fakat o çabanın yerine geçemez.
Eğitimin bir adı da toplumsallaşmadır. İnsan toplumlarının sürekliliği, kuşaklararası bilgi aktarımıyla sağlanır. Eğitim, her kuşağa o vakte kadar oluşmuş birikimi kazandırmak ve bunlara o kuşağın geliştirdiği yenilikleri de ekleyerek en geniş anlamıyla kültürü yeniden-üretmek demektir.
Bir insanın ne olduğu iki öğeyle belirlenir: kalıtım + eğitim. Doğadan getirdiğimiz gizil (potansiyel) yetenekler, uygun bir eğitimle gerçekleşirse, kendimiz oluruz. Tutucuların kalıtımı çok önemsemelerine, doğal yapımızın değişmez olduğunu düşünmelerine karşılık, sosyalistler doğuştan gelen eğilim ve yetilerin varlığını yadsımamakla birlikte, bunların eğitimle etkilenip değiştirilebileceğine, yönlendirilebileceğine inanırlar. Örneğin, in-
' Birikim, sayı S9 (Eylül 1996), s. 35-39.
Mele Tuncay
san bencildir, ama "doğru" bir eğitimle ona özgeci davranışlar kazandırabilir, derler.
Eğitimle özgürlük arasında bir çatışkı ya da gerilim vardır. Eğitim -dilden başlayarak- yeni kuşaklara eskilerin mirası olan çerçeveler getirir, onları sınırlar. Bilgi dallarına "disiplin'ler denmesinin nedeni, bu olsa gerektir.
Yaygın ve örgün diye iki türlü eğitim olur. Örgün eğitim okullar gibi öğretim kurumları halinde örgütlenmiş olanıdır. Yaygın ise, bireyin toplumda medyadan (kitap, gazete, dergi, radyo, TV) ya da aile, arkadaş grupları içinde adeta kendiliğinden edindiği eğitimdir.
Çocuklara ve gençlere eğitim hizmetleri sunmak, çağdaş devletin görevleri arasındadır. Bugün her devlet, halkına "çağdaş" bir eğitim vermekle yükümlüdür. Ama devlet iktidarını ellerinde tutanlar, eğitimi rejim/ideoloji/parti propagandası yapmak için kullanmak isteyebilirler. Bu, karşısında uyanık olunmasını gerektiren bir tehlikedir.
Eğitimin bir süreklilik aracı olmasına karşın, yine de her çağın ayrı bir ruhu, havası vardır (Zeıtgeist) - ya da bu ruh değişince, yeni bir çağa girdiğimize hükmederiz. Çağın ruhunu bir dizi paradigma oluşturur. Bunlar, düşünce modaları gibi şeylerdir. Belki yenileri, bize eskilerine oranla daha "ekonomik" gelir. Ama safdil bir "ilerlemeci" olmadıkça, yeni paradigmaların eskilerinden daha "iyi" olduklarını söyleyemeyiz. Sadece doğa-mızdaki tembellikten ötürü, teknolojinin çoğucası paradigma değiştirerek yarattığı yeni ürünleri hemen benimser, kısa bir süre önce hiç var olmayan bir konfor aracına biz henüz sahip olma-mışsak, sahip olan başkalarına özenip imrendiğimiz için, yoksunluğunu hissederiz.
Bu genel girişten sonra, gelelim ülkemizdeki eğitimin durumuna. Bir kere, her yerde olduğu gibi bizde de, ilk, orta ve yüksek öğrenim kademeleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Öncesi düzeltilmeden, yüksek öğretimin çağdaş bir niteliğe eriştirilmesi olanaksızdır. Türkiye'de 20. yüzyılın başından günümüze nicel
Eleştirel Tarih Yazıları
bir eğitim büyümesi olmuş, yani sayıları arttırılan okullara daha çok öğrenci alınmış ve mezun edilmiş, ama buna koşut bir niteliksel gelişme sağlanamamıştır. Hatta 1990'ların ilk yarısında bir üniversite öğrencimizin, 1930'ların İlk yarısındaki bir lise öğrencisinin düzeyinde olmadığı bile iddia edilebilir.
Zaman zaman, "acaba Yaradan bu ülkeye nüfusla orantılı olmayan mutlak bir rakamla (diyelim, her kuşakta 30 bin tane) parlak beyin kontenjanı ayırdı: Biz 12 milyonken de 60 milyona çıkmışken de aynı sayıda iyi öğrencimiz oluyor, fakat sınıflar çoğalıp kalabalıklaştıkça bunlar giderek seyreltikleşiyor mu?" diye düşünürüm. Bu durum, elbette öğrencilerin suçu değildir. Kuşaklar yenilendikçe, örneğin "tüketim toplumu" ruhunun etkisiyle, değer yakıştırılan konular, amaçlar değişmektedir. Bir zamanlar, Dostoyevski'nin romanlarını okumuş olmak, bir gence akranları arasında sayınma (itibar/prestij) getirirken, günümüzde olsa olsa bir tuhaf (eksantrik) sayılmasına yol açmakta; böyle şeyler yerine, ayağındaki lastik pabucun, kıçındaki blucinin, hele altındaki arabanın markası değer ölçütü olmaktadır. Baş sorumlu, medyadan gelen yaygın eğitimdir.
Diyeceğim, gerçek bir eğitim reformu yaygın eğitimden başlamak zorundadır. Ondan sonra, sıra eğitimcilerin eğitilmesine gelecektir. On yıl kadar önce genç bir ilkokul öğretmeni intihar etmişti. Bir gazetede adamcağızın geride bıraktığı veda pusulasının fotokopisi yayımlandı. Her satırda birden çok imla yanlışı vardı. Sanki, üniversite hocaları daha mı iyiler? Aylık bir tarih dergisi çıkarırken, özellikle taşra profesörlerinden gelen yazılardaki sentaks ve semantik bozukluklarına, (şimdi rahmetle andığım) benim yarım yüzyıl önceki ilkokul öğretmenlerim, kendileri asla düşmeyecekleri gibi, bu tür yanlışları yapan öğrencilerini de 4'ten 5'e geçirmezlerdi.
Eskiden üniversitede öğrencilerin en iyileri "karyer akademik"e girmeye özenirlerdi. Bugünse ancak vasat öğrenciler öğretim mesleğine yöneliyor. Eğitimcilerin düzeylerinin yükseltilmesi için, Öncelikle en yetenekli gençleri bu mesleğe çekmenin yollarını bulmamız gerekir. Bizler, hâlâ İslâm ulemasının vaktiyle biriktirdiği
230
231
Mete Tuncay
hocalık itibarının mirasını yiyoruz. Ama bu kalıt giderek aşınıyor. Belki müstehak olduğumuz, gerçek yaşamda bir işe yaramayacağımız için dershanelerde saklanıp çoluk çocuğa afur tafur satan ikinci sınıf insanlar derekesine iniyoruz. Öğretmenliğimiz zayıf, yayımladığımız araştırmaların çoğu çalma çırpma değilse, uyduruk-kaydırık şeyler.1 Böyle olunca da, aldığımız yetersiz maaşlar çok bile.
Büyük şehirlerdeki üniversitelere yığılmış, bilgi düzeyi açısından daha nitelikli öğretim elemanları derslerine düzenli olarak girmiyor, dışarıda ek gelir getirecek uğraşlar peşinde koşuyorlar. Haftada birkaç saatlik iki dersi olan bir bölümde birçok profesör, doçent, yardımcı doçent ve araştırma görevlisi var. Yeni taşra ünıversitelerindeyse, tam tersine bir yardımcı doçent ile birkaç sade suya asistan dersten derse koşuyor, kendilerini geliştirmeye zaman ve olanak bulamıyorlar. YÖK kuruluşundan beri bu soruna çare aramadı, bulamadı. Tek başardığı iş, cuntanın gölgesinde, üniversitelere biçimsel bir kışla disiplini getirmek oldu. (Askerlere, üniversitenin anarşik denilecek kadar özgür bir ortam olması gerektiği anlatılamaz!)
Eğiticilerin üstün nitelikli olması, akşamdan sabaha gerçekleştirilemez, uzun zaman işidir. Öğretmenlerin ücretlerinden başlanarak toplumsal sayınmalarının yükseltilmesi ve sıkı sıkı ayıklanarak seçilmeleri gerekir. Korkarım, bu kadar kalabalık ve çok sayıda üniversiteye, kısa sürede yüksek nitelikli Öğretim üyesi bulunamaz.
' Geçen yıl bir Türk gazetecisi, Sicilya'da basılan bilimsel (!) bir dergiye bağırsak gazlarıyla ilgili sahte bir araştırma makalesi gönderip yayımlatmayı başarmış, sonra da aynı dergide çıkan uluslararası değerdeki (!) yazılarıyla profesörlüğe yükseltilen öğretim üyelerini teşhir etmişti. Bu yıl da Alan Soka! diye bir Amerikalı fizikçi, Social Tex! adlı bir bilim dergisinde "Sınırları Aşarken-Kuvantum Çekimgücünün Dönüşümsel Yorumlamasına Doğru" başlıklı tamamıyla uydurma bir makale yayımlatmış, böylelikle bilimsel (!) yayınlara verilen büyük önemle dalga geçilmiştir. Bkz. 24 Ağustos 1996 tarihli The Economist, s. 14, "Teachıng Spires".
232
Eleştirel Tarik Yazıları
Devlet üniversitelerindeki "gizli işsizlik", genellikle ideolojik kayırmaların sonucudur. Bazı taşra üniversitelerinin hoca kadrolarının silme Ülkücü ya da İslamcı olduğu sır değildir. Bu durum, profesör, doçent, doktor diplomalı cahillerin eseridir. İyi yetişmiş bir bilim adamı, birlikte çalışacağı kişileri seçerken, yandaşlığa bakmaz, yeteneğe ve çalışkanlığa önem verir. Kurunun yanında yaşın da yanacağı korkusuyla, açık bir yolsuzlukla yapılan atamalar dışında, genel bir öğretim elemanı tasfiyesi öneremiyorum. Zaten bunca öğrenci varken, öğretim üyelerinin sayısını azaltmak yanlış olur. Akademik yüklere göre dengeli bir kadro dağılımından sonra, mesleğe yeni girenler yüksek nitelikte olursa, eskiden kalan yetersiz elemanlar zaman içinde arkadaşlarına ayak uyduramayarak elenirler.
Öğrenciler açısından bakıldığında, Türkiye'de artık bir gencin üniversite diploması olmaması ciddi bir eksiklik; ama üniversite mezunu olmak, tek başına hiçbir üstünlük sağlamıyor. Toplumdaki dikey hareketlilik asansörlerinin, yani yukarıya doğru sınıf değiştirme mekanizmalarının başında hâlâ eğitim var. Bu yüzden hemen hemen her aile çocuğuna iyi bir yüksek öğrenim olanağı sağlamak istiyor. Onların baskısına dayanamayan hükümetler, hatta zorba cunta hükümetleri durmadan yeni üniversiteler açmakta. Rızkını vermedikten sonra, yaratmak kolay!
Bu aşırı talebin mutlaka kısılması gerekir. Çözüm yolunu hepimiz biliyoruz; ama bir türlü bu çözüm doğru dürüst gerçekleşemiyor: Orta eğitim düzeyinde mesleki-teknik öğretim. Piyasada da iş yapabilecek bir uzman, orada kazanabileceğinin onda biri kadar bir maaşa gelir de okulda çalışır mı? (Zaten ayrıca Millî Savunma ile yarışan Millî Eğitim ordusunun denetlenemez büyüklüğü, ister genel, ister meslekî eğitimin iyi yürütülmesini olanaksız kılıyor. MEB'in bir standart belirleme kalite kontrolü yapma örgütü haline getirilerek, ilk ve orta, genel ve meslekî öğretimin yerel yönetimlere bırakılması zorunludur. Ama biz oldum olası, adem-i merkeziyetten korkarız; yerel yönetimler güçlenirse, üniter devletimizin parçalanıp dağılacağını sanırız!)
233
Mele Tuncay
Bu sorun, bizi paralı eğitim konusuna getiriyor. Geçen yıl devlet üniversitelerinde yükseltilen harçlar, vandalizme varan öğrenci hareketlerine yol açmıştı. Yeni öğretim yılında da, bunlar tekrarlanabilir. Birçok ülkede devlet parasız yüksek öğretim olanakları sunduğu gibi, bizde de öğrencilerden istenen katkı payları aslında semboliktir. Bu gençlerin birçoğu, yıllık ücretleri 500 milyona yaklaşan özel ilk ve orta okullara gitmemiş olsalar bile, mutlaka kendilerini ÖSYM sınavlarına hazırlayan dershanelere milyonlarca para ödemişlerdir. Bedava yüksek öğrenim yapılabilmelidir; ama okulun parasız olması yetmez, malî desteğe ihtiyacı olan öğrencilerin barınma, yeme-içme vb. giderlerini karşılayacak bursların verilmesi de gerekir. Merkezî seçme-yerleştirme sınav sistemi, sahiden gereksinimleri olup olmadığına bakmaksızın, bursların en başarılı öğrencilere sunulmasını zorunlu kılıyor. (Yerel yönetimlerimiz pek o kadar güçlü olmadığından, bunların bütçelerinden ayrılan burslar da sayı ve tutar olarak çok az!)
Son zamanlarda birtakım vakıf üniversiteleri kuruldu: An-kara'daki Bilkent ve Başkent'le İstanbul'daki Koç'tan sonra, şimdi de Fatih, Işık, Yeditepe, (benim girdiğim) Bilgi ve Sabancı. Bunlar hep paralı ve pahalı okullar. Ama birçoklarının sandığı gibi özel değil, kamusal kuruluşlar. (Devlet, kamu kavramının tümünü kapsamaz!) Doğru-yanlış YÖK'ün denetimin-deler. Hepsi de yabancı dilde ve devlet üniversitelerinden daha yüksek nitelikte bir eğitim vermek iddiasındalar. Hiç olmazsa, ciddi bir eğitim ücreti ödeyebilecek ya da yüksek ÖSYM puanları sayesinde burs alabilecek gençlerin bir bölümü, bunların sayesinde yurtiçinde okuyabilecek. Çünkü hali vakti yerinde birçok aile, Türkiye'de istediği okula giremeyen çocuğunu yurtdışına gönderiyor. Eskiden de bu adet vardı; ama çocuklar ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ileri ülkelerin okullarına giderlerdi. Bunların hepsinin iyi öğretim kurumları olduğu söylenemez; fakat şimdilerde onlara Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kıbrıs gibi ülkelerin okulları katıldı. Örneğin, Kıbrıs'ta Gazimağusa'daki Doğu Akdeniz Üniversitesi "nden başkaları iyice dökülüyor!
234
Eleştirel Tarih Yazıları
(Şu yabancı dilde -çoğucası, İngilizce- eğitim işini de iyi düşünmek gerekir. Üniversite bitiren her gencin en az bir yabancı dili doğru dürüst öğrenmiş olması, istenilir bir şey. Ama burada zorluklar var. Orta öğrenimden bilerek gelenler dışında, üniversite hazırlığıyla, o dili ders izleyecek, kaynak okuyacak, ödev ve sınav verecek düzeyde kıvırmak kolay değil. Türk hocanın Türk öğrenciye başka bir dilde ders vermesi de hayli garip. Sonra kendi dilimiz ne olacak? Türkçe hemen hemen hiç kullanılmazsa, bilim dili olarak gelişebilir mi? Herhalde, benimsenmesi gereken yol, ağırlıklı bir yabancı dil öğretiminin yanında, Türkçe eğitim, araştırma ve yayın yapmaktır.)
Vakıf üniversiteleri kamusal nitelik taşımakla birlikte, geniş ölçüde kendi yağlarıyla kavrularak "müdebbir bir tüccar gibi" davranmak zorundalar. Efektif talebe karşı son derece duyarlılar. Hangi dallara rağbet varsa, oralarda eğitim vermeleri doğal. Bir zamanlar kimya mühendisliğinin, başka bir zamanlar eczacılığın olduğu gibi (yaşınız elverişliyse, 12 Mart ertesi kapatılan Özel yüksek okulları hatırlayın!), şimdi de gün işletmeciliğin. Bir vakıf üniversitesinde Bizanünistik, Asuroloji-Hititoloji ya da Fiziko-kimya, Mikrobiyoloji gibi düşük talebe karşılık, büyük kütüphane-laboratuar yatırımları gerektirecek bölümlerin açılacağı günler pek yakın olmasa gerek.
Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerine ne gibi etkileri olacak? Devlet üniversitelerinin iyi elemanlarını kendilerine çekerek, onları büsbütün zayıflatacaklar mı, yoksa rekabete zorlayarak daha yüksek standartlara erişmelerine mi yardım edecekler? Vakıf üniversiteleri, yurtdışında yetişmiş ve oralarda öğreticilik yapan yurttaşlarımızı geniş olanaklar sunarak geri getirebildikleri ölçüde, devlet üniversitelerinin kadrolarına zarar vermeyeceklerdir. Fakat sanırım, bu olanak marjinal kalacak; kendi kadrolarını yetiştirmeleriyse zaman alacaktır. Dolayısıyla, tıpkı İkinci Dünya Savaşı ertesinde özel sektörün devlet endüstrilerinde yetişmiş teknik kadroları kapışması gibi bir sürecin, şimdi yüksek öğrenim kurumlarında yaşanmasını beklemek gerçekçi olur.
235
Mete Tuncay
Vakıf üniversiteleri orta vadede bile, devlet üniversitelerinin kapsamına erişemez. Birtakım disiplinler uzun bir süre devlet üniversitelerinin tekelinde kalacaktır. Bu arada, devletin vakıf üniversitelerinin açtıkları bölümlerde yetişmiş elemanları, oralara transfer olma olanağından yararlanacaklardır. Aslında, devlet üniversitelerinin içinde de, dışarıda bol paralı ek işler bulma şansları açısından bir eşitsizlik yaşanmaktadır. Bir cerrah ya da dahiliyeci. Üniversitedeki görevinin yanı sıra özel muayenehane açabilirken, bir ticaret ya da idare hukukçusu avukat yazıhanesi ya da danışmanlıkla çok para kazanabilirken, bir deontoloji profesörü, tıp tarihçisi, hukuk sosyologu ya da genel kamu hukuku hocası piyasada hiç işe yaramaz.
Akademik özgürlükler açısından, vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerinden daha hoşgörülü olacakları şimdilik kuşkulu görünüyor. (Toplumsal bağnazlık baskısı, devletinkini aratabilir!) Bu girişimlerin o bakımdan da iyi gelenekler yaratmalarını dilerim.
Yeni vakıf üniversitelerinin kurulması, yüksek öğrenim arayan kitlenin derdini bir nebze hafifletse de, devlet üniversitelerinin rehavetten sıyrılıp onlarla nitelik yarışına girmesi gerekir. Bunun için aklıma gelen önlemler şunlar; Artık yeni devlet üniversiteleri açılmamalı, hatta taşradaki en zayıfları kapatılmalıdır. Bünyelerinde tıp fakülteleri barındıran büyük üniversiteler bö-lünmeli, tıpçılar ayrı üniversiteler halinde yeniden örgütlenmelidir. Bunların işleyişini yakından tanıyanlar, hekim akademisyenlerin -kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına karşın- sayı ve maddî güç olarak diğer fakülte üyelerini nasıl ezdiklerini bilirler. Bütün üniversitelerde kayırıcılık yerine, nesnel ölçüler getirilerek özdenetim kuralları işletilmelidir.
Toplumun çeşitli kesim ve kurumları arasında bir çeşit "birleşik kaplar yasası" işler. Diyelim ki, adaleti, hariciyesi, maliyesi belli bir düzeyde olan bir toplumun yüksek öğretim kuruluşlarının bunlardan çok farklı bir düzeye getirilmesi, boş bir hayaldir. Yine de, ben kendi payıma -belki etkisinden sıyrılamadığım meslekî bir deformasyon sonucu- eğitimin ülkemizde daha de-
236
Eleştirel Tarih Yazıları
mokratik ve sağlıklı bir yaşama ulaşma çabalarına öncülük etmesini, hiç değilse o çabaları desteklemesini istiyorum. Ama bir yandan da, ülkemiz yaşadığı iç savaş belâsından, bir türlü üstesinden gelinemeyen ekonomik geri kalmışlıktan kurtulamadıkça, eğitimin sevindirici bir gelişme göstermesini umamayacağımızı biliyorum. Bütün sorunlarımıza daha çok demokratikleşmeyle, yaşadığımız çağın küresel değerlerine uygun çözümler ararken, genç insanlarımızı evrensel ölçü ve değerlerle yetiştirmek yarınlarımız için son derece önemlidir.
Düzeltimlere girişirken, yerleşikleşen yanlış ve zararlı eğilim ve uygulamalardan kurtulmamız gerekir. Ben bazı konularda, Bakunin gibi "yıkma iradesinin bir yapıcılık olduğu"na inanırım. Elbette, kötüleri ayıklarken, şimdiye değin edinilmiş İyileri korumalı ve geliştirmeliyiz. Gerek iktidardaki, gerekse muhalefetteki siyasal partilerimizin miyop bir popülizmle uzun erimli amaçlara aykırı tutumlar içinde olmalarına bakınca, bütün bunlrın nasıl gerçekleştirebileceğimizi bilemiyorum. Üniversite özerkliği, yani öğretim üyeleri topluluğunun kendi kendisini yönetmesi, eskiden birçokları gibi, benim için de sihirli bir formüldü. 12 Eylül ertesi YÖK döneminde, birçok meslektaşımın tutumu, bu iyimserliğimi çok zayıflattı. Lâyığımızı bulduğumuza hükmettim. Ama şimdi yavaş yavaş yaralar sarılırken, daha iyi bir yöntem düşünemiyorum. Hükümetler genel olarak eğitimin, özellikle de üniversitelerin bütçedeki payını arttırsın; Özerk üniversiteler de daha geniş imkanlarla kendilerini geliştirsin.
237
Tarih Yazımının Bazı Sorunları Üstüne Düşünceler*
Tarihin ayrı ayrı türleri vardır. En basitinden, incelenen dönemin zamanımızdan uzaklığına göre, tarih(yazı)-öncesi tarih, eskiçağ tarihi, Ortaçağ tarihi, Yeniçağ tarihi, Yakın çağ tarihinden söz edilebilir. Bu dönemlerden herhangi biriyle metotlu olarak uğraşana "tarihçi" denir; ama yaptıkları iş, birbirlerinden hayli farklıdır. Pre-histona çatışan tarihçi (arkeolog), bulabildiği kalıntılardan, o nesneleri yapan ve kullanan insanların yaşamına ilişkin genellemeler kurmak zorundadır. Yakın dönemlere doğru geldikçe, tarihçinin marifeti, tam tersine, belge-tanıklık bolluğu içinde anlamlı-önemli olanları seçmektir. (Elbette, benim bizdeki Sol'un tarihi konusunda yaptığım gibi, yasaklamalar nedeniyle malzemesi zor bulunacak bir alanda çalışmıyorsa!) Sonra, araştırılan mekânlara göre de, tarih türleri farkhlaşır: Türkiye tarihi, Avrupa tarihi, Uzakdoğu tarihi, Güney Amerika tarihi vb. Bunlarla uğraşanların bazı sorunları ortaktır, ama bazıları da kendilerine özgüdür. Nihayet, tematik tarih türleri vardır: Siyasal olaylar tarihi, toplumsal tarih, kültürel tarih, ekonomi tarihi, felsefe tarihi, siyasal düşünceler tarihi, bilim tarihi ve elbette, tek tek bilimlerin tarihi (tıp tarihi, fizik tarihi, kimya tarihi vb.) Bunların herbirinin sorunsal çerçevesi başka başka olmalıdır. Yine de, ne tür tarih yaparlarsa yapsınlar, bütün tarihyazımcıların şunlar gibi, kimi ortak niteliklerinin bulunması gerektiğini söyleyebiliriz: Bütün verileri sorgulamak; eleştirel ve nesnel olmak; varolmayanın olduğunu söylememek; varolanı görmezlikten gelmemek; biriciklikler üstünde odaklaşırken, başka zaman, mekân ve alanlardan benzerliklerle karşılaştırmalar yapmak; çağının değerlerini ürününe yansıtmak (örneğin, günümüzde barıştan ve demokrasiden yana olmak).
Ama, tarihyazımmda herhangi bir konuyu tüketmecesine doğru bilgi ortaya koymak mümkün müdür? Bu denememde, böyle
Toplum ve Bilim, sayı 91 (Kış 2001-2002), s. 280-284. 238
Eleştirel Tarih Yazılan
bir şeyin olamayacağını tartışarak, tarihyazımı alanının kimi yanlış anlaşılma biçimlerine ışık tutmak istiyorum. Genel tasarıma göre, geçmiş olay, kişi vb. üstüne yeterince belge bulur ve onları tarih metodolojisi kuralları uyarınca yorumlarsanız; tarihçi sıfatıyla üzerinize düşen işi tamamlamış olursunuz; bir daha, bir başka yerde ve zamanda, bir başka tarihçinin o konuyla uğraşması gerekmez. Oysa, tarihyazımının gerçekliği hiç de Öyle değildir.
Belki diğer alanlarda, hatta doğa bilimlerinde de, her türlü bilginin ancak onunla uğraşan birey (yani bilim adamı) üzerinden toplumsal bir dolayımla varolabileceği doğrudur. Ama insan bilimleri arasında bile, toplumsal göreceliğin tarihçilik kadar belirgin olduğu bir başkası yoktur.
Bu soyut savları açıklamak için kendi deneyimlerimden basit bir örnek vereyim.
35 küsur yıl önce, Türkiye'deki Sol'un tarihini çalışmaya başlamıştım. Bu amaçla, yakın geçmişimizin bir dönemlendirmesini yapmam gerektiğini düşündüm. 1908 Meşrutiyeti'nden yola çıkacağım aşağı yukarı belliydi. Benden Önce, merhum Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya gibi, ülkemizin 20. yüzyıl başlarını araştıranlar, Hürriyetin İlânı'yla birlikte, siyasal ve kültürel açılardan Osmanlı Devleti'nde derinliğine bir nitelik değişikliği yaşandığını ortaya koymuşlardı. Ama daha sonraki dönemleri ayıran kırılma noktaları nelerdi? 1923'teki Cumhuriyetin İlanı, çoğu tarihçinin kullandığı, besbelli bir seçenekli. Elbette, akıp giden zaman sürecini dönemlere ayırmanın, ancak anlamayı-kolaylaştırıcı (heuristic) ve simgesel bir şey olduğunu biliyordum; çizgiyi şurada ya da burada çizmek, özünde çok da önemli değildi. Yine de, bir dönemin bittiğini, bir başkasının başladığını söyleyebilmek için, aralarında farklar olmalıydı. Oysa, 29 Ekim'in birkaç ay öncesiyle birkaç ay sonrası arasında, bence, biçimler dışında pek bir şey değişmemişti. Sonra fark ettim ki, Şeyh Said İsyanı üzerine 1925 Mart başında çıkarılan "Takrir-i Sükûn Kanunu" ile kamusal yaşamda temel bir şeyler değiştirilmişti. Ondan öncesiyle sonrası arasında süreklilikten çok, "kopuş" vardı. 1925'te
239
Mete Tuncay
bir "Siyaset dönemi"nin sona erdiğini ve bir "İdare dönemi"nin başladığını ileri sürerek, Sol ile ilgili etkinlikleri bu çerçeveye yerleştirmeye koyuldum.
Acaba niçin, 1925-1945 yılları arasında bizde "siyaset"in olmadığını ileri sürmüştüm?
Sol tarihimiz üstüne ilk çalışmalarımı, İngiltere'den döndüğüm 1963 ile, bunu doçentlik tezi olarak verdiğim 1966 yılları arasında yaptım. 27 Mayıs müdahalesinin üstünden çok vakit geçmemişti. Birçok genç gibi ben de, ordunun buyurganlaşmış Demokrat Parti iktidarını devirmesine sevinmiştim. Ama kısa sürede, bu hareketin siyaset-karşıtı anlamını ve böylesi bir tutumun içerdiği sakıncaları kavramaya başladım. 1961 Anayasasıyla birlikte, Türkiye'de Sol yeniden keşfedilmişti. Ama bu Sol, anti-emperyalist boyut üzerinden Kemalist milliyetçilikle uzlaşma halindeydi, (Birçokları, bunun güvenlik endişesiyle başvurulan bir taktik olduğunu düşünebilir. Bence büsbütün öyle değildi.) Menderes-Zorlu-Polatkan idamları günlerinde, iki yıllığına İngiltere'ye gittim. "Siyaset Bilimi Doktoru" unvanıma karşın, Batı'yı bir çok bakımdan (örneğin, laiklik konusunda) yanlış bildiğimi öğrendim. Londra İktisat ve Siyaset Bilimi Okulu'nda derslerini izlediğim Michael Oakeshott'tan etkilenerek "siyaset, ancak özgür siyasettir" diye düşünmeye başladım. Oysa, daha önceleri siyasetten anladığım, "iktidarın çevresinde olup bitenler" gibi bir şeydi. B. Crick'in siyasetin savunulması üstüne İngilizce kitabını okudum. Yine oradaki hocalarımdan Kari R. Popper'in metodolojisi, kuramlara eleştirel yaklaşımın ötesinde, onların yanlışlıklarının kanıtlanması için çalışmayı, ancak (şimdilik) yanlışlanamadıkları sürece varlıklarına katlanmayı, kullanılmalarını öneriyordu.
Bu soyut kavramları, Türkiye'nin yakın geçmişine ilk uygulama girişimim, Samet Ağaoğlu'nun Kuva-yı Milliye Ruhu'nu hatırlayarak oldu. Samet Bey, bu kitabı, DP'nin muhalefet döneminde, CHP'lilerin kendi tarih-öncelerinin önem ve değerini vurgulayarak tek-parti otokrasisine saldırmak için yazmıştı. (Bizde tek-parti yönetiminin kurulmasını, Sol üstüne çalışmam-
240
Eleştirel Tarih Yazıları
dan sonraki yıllarda ayrıca araştırdım.) Hürriyetin İlân edildiği ]908'den, Takrir-i Sükûn'un getirildiği 1925'e kadar, İttihatçı diktası altında geçen 1913-1918 alt-dönemi hariç, biz "Siyaset" yaşamıştık.
1960 Devrimi, bana da, kamusal yaşamda iyi niyet ve samimiyet gibi niteliklere bakmanın beyhudeliğıni gösterdi. Te-peden-inme zorlamalarla çağdaşlaşma olamıyor, azgelişmişlik çemberi kırılamıyordu. Sol değer ve düşüncelere yakınlık duymaya başladım. İngiltere'de o ülke sosyalizmin (genellikle Marksist olmayan) geçmişini araştırdım; bu bana, Marksist arkadaşlarıma oranla daha geniş bir perspektif kazandırdı.
Marx için, insanlık komünist aşamaya erişince Siyaset sona erecek, onun yerini "Şeylerin İdaresi" alacaktı. Sınıfsal anlamda,
Dostları ilə paylaş: |