Mete Tuncay Eleştirel Tarih Yazıları



Yüklə 1,08 Mb.
səhifə17/19
tarix03.01.2019
ölçüsü1,08 Mb.
#88854
növüYazı
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19
niçin yapılıyor, nasıl yapılıyor?

Biraz zoraki bir ayrımla -gerçekte iç içe olarak- yapılan, ga­liba şudur: Çocuğa birtakım bilgiler vermek, bazı duygular aşıla­mak, bir düşünce biçimi kazandırmak.

Bunları kendi başlarına tartışmayacağım, Tarih eğitimi -eksik ve yanlışları da olsa- birtakım bilgiler vermekte, -aralarında be­ğenmediğimiz türden olanları da bulunsa- bazı duygular aşıla-

253

Mete Tuncay

makta, -hatalı, hatta zararlı da saysanız- bir düşünme biçimi ka­zandırmaktadır. Aslında, bu aksaklıklar, birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkilidir.

Onun için, amaçlara geçelim; niçin tarih eğitimi sorusuna. Bunları belki şöyle sayabiliriz:

- Çocuğun geçmiş'i ve bugün'ü anlamasına yardımcı ol­mak,

- Onda, bütün insan etkinliklerine karşı bir duygudaşlık uyandır­mak, böylelikle yetişmesinin ufuklarını da genişletmek,

- Kendisini bir zaman boyutunun, sürekli bir akışın içinde görmesini sağlamak,

- İnsan soyunun bir üyesi sıfatıyla geçmişe neler borçlu ol­duğunu ve geleceğe karşı ödevlerini -bilinç ve misyonunu-kavr atmak,

- Evrenin hep böyle olagelmediğini anlamasını ve geçmiş deneylerin çeşitliliğine bakarak, gelecekte de ne geniş olanak­lar bulunduğunu düşünmesine yol açmak,

- Olayları neden ve sonuçlarıyla birlikte görüp açıklamaya alıştırmak; görünüşte ve gerçek nedenleri ayırmayı (bu arada, siyasal gelişmelerin toplumsal tabanlarını araştırmayı) Öğret­mek; dolayısıyla kafaca oluşumuna yardımcı olmak,

- Toplunvbirey ilişkisini -doğru örneklerle- kavramasına; sonul amacın gerçekten özgür kişiler yaratmak olduğunu, fakat bu amaca ancak iyi kurulmuş, âdil bir ortamda erişilebileceğini anlamasına yardım etmek,

- Yüksek insan değerlerini benimsemesine çalışmak (yurt­severlik de bunların arasındadır, bence); asıl, dünyanın her neresinde, her ne zaman, her kime karşı bir haksızlık yapıl­mışsa, kendisine yapılmışçasına ona isyan etmesini, her kim değerli bir iş yapmış, insana bir şey katmışsa, ona gönülce bir yakınlık duymasını sağlamak.

Aklıma ne güzel lâflar geliyor, ama bu edebî listeyi daha ge­nişletmek istemiyorum. Fakat son maddeyi biraz açmak gerek.

254

Eleştirel Tarih Yazıları

Çünkü, bu tehlikeli bir nokta. Tarihin propagandif amaçları ola­bileceğine birçokları karşı çıkarlar. Oysa ben, böyle bir aşıla-yıcılık, yayıcılık işlevine toptan karşı değilim. Değer'ine bakar, bu. Neyin propagandası, nelerin yayılmasıdır söz konusu olan? Çoğu kez, değer diye aşılanmak istenen kimi görüşler, korkarım, değer falan değil, zararlı birtakım önyargılardır.

Bu gibi amaçların ışığında, bizdeki ilk ve orta düzeyde tarih eğitiminin halen nasıl yapılmakta olduğuna gelince, eleştirilecek pek çok nokta bulunduğunu sanıyorum. Önce, ulusal değerler adına, tarihe karşı işlenen günahları hatırlayalım. Bir kere, Ata­türk'ün başlattığı "Millî Tarih" tezinin yoğunluk ve coşkusu yarım yüzyıldır giderek azalmakla birlikte, etkileri bugün de sü­rüyor. İlkokuldan liseye doğru çıktıkça, resmî görüşün yumuşat­ıldığını, tevil edilmeye çalışıldığını gösterdim. Bu görüşün, ilk ortaya atıldığı zaman ne gibi siyasal kaygı ve gereksinimlerden esinlendiği herkesçe bilinmektedir. Ama, günümüzde tevil ça­balarını bir yana bırakıp, bu efsaneye artık kesin bir son verme­nin zorunlu olduğu inancındayım. Sonra, daha genel olarak, ço­cuklara, "biz her zaman şöyle büyüktük, böyle büyüktük, tarihte herkesi dövdük, savaşlarda hiç yenilmedik" diyerek bir üstünlük kompleksi vermek, bunun bir örneği, benim de dikkatimi çek­mişti, Öğle arasında sayın Ahmet Mumcu hatırlattı: Meselâ Na-poleon'u Akkâ'da perişan etmemiz. Napoleon'a biz çok fena bir mağlubiyet tattırmışız; hayatındaki tek mağlubiyeti. Adamı bi­zim orada durdurabilmemiz böyle abartılır. Napoleon'u tarihte mağlup edenler Türklerdi efsanesi çocuklara böyle bir üstünlük kompleksi vermek, büyüyüp de akılları erince, düpedüz geri kalmış bir ulus olduğumuzu öğrendikleri zaman, onulmaz bir aşağılık duygusuna kapılmalarından başka bir işe yaramamak-tadır.

Bu şovenlik saplantılarının dışında, ilk ve orta eğitimimizin, biraz önce güzel güzel saydığım amaçları yerine getirmekten uzak kalışı, bana Öyle geliyor ki, geniş ölçüde tarih kitabı yazarlarının -ve müfredat programı düzenleyenlerin- yaptıkları iş hakkında doğru bir fikre sahip olmayışlarındandır.

255

Mele Tuncay

Basitçe söylendikte, tarih ders kitaplarımız dogmatik edalı "kesin" bilgilerle dolu. Oysa, tarih şöyle dursun, dinden başka herhangi bir alanda bu tür bilgi olamaz. Tarihte, üstüne üstlük, hemen her konu az çok kuşkulu kaynaklara dayanıyor. Böyle bir alan, genç kafaları göreci ve eleştirici yönde düşünmeye alı­ştırmak için son derece elverişlidir. Tarihsel bir olayın dayana­kları ve onun öyle olmadığı yolundaki karşı kanıtlar ortaya ko­nulsa, okuyucu ya da öğrencinin bu yargılamaya katılması sağlansa, ancak o zaman bir bilgi yükleme yerine, bir "eğitme" sürecinden söz edilebilir. Hem böylesi, historia sözünün en baştaki anlamına da uygun düşer. Bu terim, Homeros'ta "yasal bir anlaşmazlıkta kanıtların incelenmesi"ne ilişkin olarak kul­lanılmaktadır. Bury'nin Ancient Greek Historians kitabında okuduğuma göre, bu bağlamda historia "yetenekli, akıllı bir kimsenin önüne getirilen bir davada ileri sürülen olguları araş­tırarak, hangilerinin doğru olduğuna karar vermesi" demekmiş. Aynı sözcük, giderek, Önce doğruyu ortaya koymak için girişilen böyle bir araştırma, sonra da herhangi bir konuda böylece edinilen bilgi anlamını kazanmış. Buradaki "doğru", objektivist bir hayalcilikle, "tarihte nasıl olmuşsa, onun doğrusu" diye an­laşılmaz da, günümüzün düşünsel gereklerine ve benimsediğimiz değerler sistemine uygunluk anlamında kabul edilirse, benim için böylesi bir anlayış tarih eğitimine kılavuzluk edecek en önemli ilkedir.

256

E. Kitabiyat



Mahmut Goloğlu'nun Son Eseri:

Demokrasiye Geçiş: 1946-1950

(İstanbul, Kaynak yay., 1982), 318 s/

Geçtiğimiz Ekim ayında vefat eden, eski Trabzon (DP) milletve­kili Mahmut Goloğlu (doğumu 1915), hazırladığı "Milli Mü­cadele ve Cumhuriyet Tarihi" dizisinin dokuzuncu kitabını gö­remedi. Onuncu kitap olarak tasarladığı 1950-1960 arasının öy­küsünü ise tamamlayamadı.

Yazarının on beş yıl Önce Ankara'da kendi hesabına başladığı bu dizi, şu kitaplardan oluşmaktadır:" (İlk 7 kitap Başnur Matbaasında, 8.si Kalite Matbaasında basılmıştır.)

1. Erzurum Kongresi, (1968), 203 s.

2. Sivas Kongresi, (1968), 260 s.

3. Üçüncü Meşrutiyet, (1920), (1970), 359 s.

4. Cumhuriyete Doğru 1921-1922, (1971),420s.

5. TürkiyeCumhuriyetil923,(1971),329s.

6. Devrimler ve Tepkileri 1924-1930, (1972), 326 s.

7. Tek-Partili Cumhuriyet 1931-1938, (1974), 355 s.

8. Millî ŞefDönemi 1939-1945, (1974), 423 s.

Demokrasiye Geçişin üstünde durmaya başlamadan, sayfa top­lamı üç bin sayfayı bulan bu dizi hakkında genel gözlemimiz, ilk ciltlerde, mevcut bilgilere yer yer özgün katkı niteliği taşıyan araş­tırma parçaları varken, sonrakilerde artık bu gibi katkıların olmadığı yolundadır. Goloğlu'nun yaptığı iş, TBMM Tutanakları başta olmak üzere, birtakım harcıâlem kitaplardan bilgileri, yıl yıl ayırdığı bö-

Cumhuriyet, 16 Mart 1983.

Merhum Goloğlu'nun bu diziden başka, Halifelik, Pontos ve Trabzon Tarihi gibi on kadar kitabı daha vardır. Ama onların daha da amatörce ta­rih çalışmaları niteliğinde olduklarını belirtmek gerekir



Mete Tuncay

lümler içindeki, belli olaylar etrafında ardarda sıralamaktan ibaret kalmaktadır. Eski deyişle, "teliften çok, "iktitaf'tır; tutarlı bir de­ğerlendirme çabası yoktur. Kendisi, altıncı cildin önsözünde "tam bir tarafsız araştırmacı" olmakla övünür. Bu, tarih çalışmaları yapan bir kimse için yanlış bir idealdir. Zaten olanaksızdır. Goioğlu da, bu do­kuz cildin herhangi birinde tarafsız değildir. Ancak, lehine kaydet­mek gerekir ki, ideolojik idrakinin elverdiği ölçüde cesur ve namus­ludur. Tarihçinin görevi nesnel olmaktır, erdemi ise, sağlam bir dünya görüşü çerçevesinde eleştirel davranmaktır.



Demokrasiye Geçiş'in öteki ciltlere oranla biçimsel bir üstünlüğü, öncekilerin İçindekiler çizelgelerinde -her nedense- hiçbir zaman sayfa numaraları verilmemişken, bunda verilmiş olması. Bu son ki­tap, bir Giriş'le (her biri, âdeti üzere, bir yıl demek olan) beş bölüm­den oluşuyor. Bölümlerin içinde de birtakım olaylar seçilip onların üstüne odaklanılmış. Padişahlıktan Cumhuriyete ve Cumhuriyetten Demokrasiye diye iki ayrımdan meydana gelen Giriş'te yazarın ver­diği tarih özetleri, kitabın en zayıf yanıdır. Fahiş hatalarla dolu bir parça aktarayım:

"1912 Temmuzunda sadrazam Sait Paşa istife etti. Gazi Ahmet Muhtar Paşa sadrazam oldu ve yeniden seçim yapılmak üzere Meclis dağıldı.

İkinci Meşrutiyetin Üçüncü Meclisi için yapılması gereken se­çim yıllar boyu yapılmadı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın yerine Damat Ferit Paşa sadrazamlığa getirildi, Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidarı ele aldı. Meşrutiyetten yana olanlar da, tekrar hükümete karşı harekete geçtiler. Fakat Ferit Paşa hükümeti yedi sene bu çabalara önem vermedi.

1919'da; hükümeti meşrutiyet idaresine dönmeye zorlayanların ba­şında Mustafa Kemal Paşa vardı. ... Mustafa Kemal Paşa kesintiye uğrayan İkinci Meşrutiyetin devamını, bunun için de 1912'den beri yapılmayan milletvekili seçiminin hemen yapılıp Meclıs-i Mebu-san'ın toplantıya çağrılmasını... istiyordu....

1920 yılı başında seçim yapılmış ve İkinci Meşrutiyetin üçüncü (Tür­kiye'nin beşinci) Millî Meclisi......"(s. 18)

258


Eleştirel Tarih Yazılan

Bu yanlış olgusal bilgilerin doğrularına gelince, Goloğlu'nun ısrarla söylediği gibi, 1912'den itibaren yedi yıl seçim yapıl­mamış değildir, 1914'te yapılmıştır. İkinci Meşrutiyetin üçüncü (Türkiye'nin beşinci) Meclis-i Mebusan'ı olacak; anayasal bir deyim olmayan "Miliî Meclis" sözü, Ayan'la Mebusan'ın bir­likte oluşturduğu, "Meclis-i Umumi" karşılığı kullanılır: 1914'te toplanmıştır. Dördüncü genel seçimler, 1920 başında değil, 1919 sonunda yapılmıştır. En önemlisi, Ahmet Muhtar Paşa yerine Ferit Paşa sadrazam olmuş ve yedi yıl iktidarda kalmış değildir, elbette. Arada şu sadrazamlar vardır:

29 Ekim 1912 Kâmil Paşa / Bâb-ı Âli Baskınıyla devrilmesi üze­rine,

23 Ocak 1913 Mahmut Şevket Paşa / bir suikast sonucu öldürül­mesiyle,

12 Haziran 1913 Sait Halim Paşa / istifası üzerine,

4 Şubat 1917 Talât Paşa/Harb-i Umumi'de yenilmemiz üzerine

istifasıyla,

14 Ekim 1918 Ahmet İzzet Paşa / istifası üzerine, ilk kez 31 Mart

1325 olayından sonra kısa bir süre hükümeti teşkil eden Tevfik

Paşa'nın ikinci ve üçüncü kabineleri,

11 Kasım 1918-3 Mart 1919/istifasıyla,

4 Mart 1919 Damat Ferit Paşa,

Giriş'in ikinci ayrımından da bir Örnek vereyim:

"Atatürk bu Antlaşma (1937 Nyon) ile savaşa katılmak tehlikesi­nin yaratıldığını ileri sürmüş, bunun üzerine İsmet İnönü bir buçuk ay izin alarak başbakanlıktan ayrılmış ... (M. Goloğlu, Tek-Partıli Cum­huriyet, s. 249)" (s. 24), Yazar, gönderme yaptığı yedinci cildinde ol­duğu gibi, burada da yanılıyor. Tam tersine: İnönü, Atatürk'ün doğ­rudan doğruya Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras vasıtasıyla Tür­kiye'yi bu anlaşmaya kattırmasını tehlikeli bularak ona karşı çıkmış­tır. (Hasan Rıza Soyak'ın anılarının dışındaki bütün kaynaklar, benim dediğimi doğrulamaktadır). Atatürk'ün atılgan, İnönü'nün ise sakın­gan kişiliklerini kavramış bir araştırıcı, böyle bir hataya düşmezdi. Daha ileride geçen, "Troçki yanlısı Menşevik Gürcüler" (s. 107) gibi tuhaf sözler, ancak yazarın genel bilgi yetersizliği ile açıklanabilir.

259

Mete Tuncay

Söylemek istediğim şu ki, Goloğlu Örneklediğim türden olgu yanlış­lıklarını yapmasaydı da, ıyı bir tarihçi sayılamazdı. Yukarıda belirtti­ğim gibi, tarihçinin erdemi, sağlıklı olgular vermesinden sonra başlar; oraya kadar zaten görevidir, iyi ya da kötü olması, ondan sonra, sağ­lam bir dünya görüşüyle eleştirel bir tutum takınmasına bağlıdır. Ya­zarda ise, asıl bu koşullar yok. Demokrasiye Geçiş'te, zaman sırası içindeki olgular yığınından bir türlü baş alıp da işin esasını kavrayamıyoruz. Özellikle, milliyetçiliğe ilişkin bazı konularda yaz­dıkları, kendisinin görüş darlığını ortaya koyuyor.

Buna iki örnek vereyim, s. İ23'te yazar şöyle diyor: "Rus isteklerinin şahlandığı 1946 yılında iç bozguncu kıpırdanmalar da başlamıştı. İstanbul Ünıversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde Prof. Ernest Diez'm Türk Sanan adlı kitabının Dr. Oktay Aslanapa tarafın­dan Türkçe'ye yapılan çevirisi yayımlandı ve dünyaca ünlü Türk mimarisinin temelinin Ermeni ve Gürcü mimarisinin olduğu ileri sü­rüldüğü görüldü (Cumhuriyet gazetesi, 20.12.1946)"

Koleksiyonları açıp bakmadım, ama o tarihte gerçekten bir gazete böyle bir yorum yapmış oabilir, fakat Goloğlu, 1982'de yazarken, bunu nasıl Rus isteklerine koşut bir "iç bozgunculuk belirtisi sayar? 1943-49 yıllarında İ.Ü Edebiyat Fakültesi'nde hocalık etmiş olan Avusturyalı sanat tarihçisi Prof. Dıez (1878-1961) de, milliyetçili-ğiyle tanınmış çevirmeni Prof. Aslanapa da ciddî bilim adamlarıdır. (Türkçe'de Dvez'in yine O. Aslanapa'nın katılmasıyla çevrilen Ka­raman Devri Sanatı üstüne bir yapıtı daha vardır).

S. 278-279'da "Sabahattin Ali" cinayetini ele alan yazar, öldürme olayı hakkında, tarafsızlığı gereği olacak, en zırva hipotezleri bile ak­tarmayı ihmal etmemektedir: "Bazılarına göre, Ali Ertekin de komü­nisttir ve Sabahattin Ali'yi komünistler öldürmüştür. Bazılarına göre ise, sınırı geçmek isterken karşı taraftan açılan ateşle öldürülmüş ola­bilir". Sonra da şunları ekliyor: "Türkiye'deki komünistlerin dış iliş­kileri genellikle Bulgaristan aracılığı ile olmuş ve bu gibilerin hayat­ları da genellikle karanlık bir ölümle sonuçlanmıştır. ... 1960'ta yurt dışındaki Komünist Partisini kuran (!) ve partinin genel sekreteri olan Zeki Baştımar (Yakup Demir)'ın nasıl öldüğü de bilinememiştir". Bilenler için, Zeki Baştımar'ın hiç de esrarengiz olmayan ölümü de-

260


Eleştirel Tarih Yazıları

ğil, o hastahane de yatarken İ. Bilen'in partiyi ele geçirmesi ilginçtir. Ama bunun Sabahattin Ali'nin katliyle ilgisi ne?

Aynı dizinin önceki kitapları gibi, Goloğlu'nun bu yapıtının da başlıca yararlı yanı, Meclis zabıt ciltlerini karıştırma olanağı bulama­yacak okuyuculara, kendi seçtiği bazı tartışmaları aktarması. Çünkü zaman zaman Meclis görüşmelerinde ortaya konulan bilgilere başka kaynaklarda pek rastlanmaz. Örneğin, 1948 Şubatında, hükümet, Atatürk'ün kızkardeşı Makbule Atadan'a vatana hizmet tertibinden bin lira aylık bağlanmasını önermiştir. İtirazlar yükselir. Makbule Hanımın Atatürk'ün mirasından zaten bin lira aylık aldığı belirtilir (s. 214). "DP Eskişehir milletvekili Emin Sazak, Atatürk'ün bütün mal­larını millete bağışlamadığını, birçok kıymetli eşyalarla birlikte, An­kara'da, Trabzon'da ve Konya'daki ev ile köşklerin Makbule Ha­nıma kaldığını söyledi ve bunların ne olduğunu sordu. CHP Yozgat milletvekili Ziya Arkant, Ankara'dakı köşkün ancak intifaının Mak­bule Hanıma bırakıldığını ve bu nedenle satılamayacağını, hasta ol­duğu için de Makbule Hanımın Ankara'da oturmadığını, İstanbul'da oturduğunu, Atatürk'ten kalan öteki malları satıp paralarını harcadı­ğını, şimdi yaşlı ve hasta olup geçim zorluğu çektiğini anlattı. Ancak bundan sonra ve hastalığı sebebiyle maaş tasarısı aynen kabul edildi. Gerçek o idi ki, Makbule Atadan Atatürk'ten kalan malları hızla elinden çıkarmıştı". Ama tutanaklardan aktarılan bu tür bilgilere her zaman güvenmek doğru değildir. Örneğin, 16 Mayıs 1949 günkü oturumda CHP Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu, 1919'da Kay-seri'de bir İngiliz binbaşısını tutukladığını anlatmıştır (s. 280). "Bu adam İngiliz üniforması giymiş ve bu üniformaya bürünerek ülkemizde ihtilal çıkarmaya gelmiş bir Rus casus idi. ... yolda kaçtı, Rusya'ya gitti. Şimdi Mareşal Tito diye tanınmaktadır". Goloğlu naklettiği bu iddia üzerine hiçbir yorum yapmıyor. Oysa, Tito 1919'da savaş esiri olduğu Rusya'nın Sibirya'sında, ta Omsk'tadır. Kendi ülkesine bile ancak ertesi yılın güzünde dönebilecektir. İngilizce bilmez ki, İngiliz geçinebilsin. Hem Türkleri ihtilale kışkırtmak için nece konuşacaktır, acaba? Rahmetli Tekelioğlu, benzetmiş olacak.

26!


Mele Tuncay

YÖK'ün bütün üniversitelerimizin her bölümün her yılına koyduğu İnkilap Tarihi derslerinde, bazı hocalar Goloğlu'nun bu dizisini de salık vermekte olabilirler. Kitabın kötüsü olmaz, ama yine de, bunları okuyacak öğrenciler yanlışlarına ve görüş dar­lıklarına karşı uyanık dursalar iyi ederler.

262

Atatürk ve Tanyol



İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Profesörü Dr. Cahit Tanyol, İş Bankası'nın Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılı dolayısıyla hazırlattığı oklar dizisinde Atatürk ve Halkçılık'\ yaz­mış. Galiba, bu çalışma başlangıçta merhum Cavit Orhan Tütengil'e ısmarlanmıştı. Onun öldürülmesi üzerine, Banka Tan-yol'u görevlendirmiş, Tanyol da caladaktilo kitabı yetiştirmiş olmalı. Sonuçta, ortaya çıkan, -iyi ya da kötü- edebiyat niteliği ağır basan bir denemeler demeti. Oysa, halkçılık özellikle son yıllarda, tarihsel bağlamı içinde, enine boyuna incelenmiş bir kavram; altıokun belki en iyi araştırılmış olanı. Örneğin, Zafer Toprak'ın Toplum ve Bilim'in ilk sayısındaki "İkinci Meşruti­yette Solidarist Düşünce: Halkçılık" yazısı ve Atatürk Dönemi­nin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları Sempozyumundaki "Halkçılık İdeolojisinin Oluşumu" bildirisi (İstanbul: İktisadî ve Ticari İlimler Akademisi Mezunları Cemiyeti Yay., 1977); İlhan Tekeli ile Gencay Şaylan'ın yine Toplum ve Bilim'deki (Sayı 6-7) "Türkiye'de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi" makaleleri önemle anılmaya değer. Ne var ki, Tanyol bu gibi kaynaklardan yararlanmaya tenezzül etmemiş.

1960'lann ikinci yarısındaki Sosyalist Kültür Derneği kuruculuğu ve Yön yazarlığından Tahirîliğe transferi, anlaşılan Tanyol'un söylemini sosyalist sosyolojiden (?) o mezhebin siya­sal edebiyat biçemine kaydırması sonucunu vermiş, Bu kitabını da, ulusal egemenlik ilkesine "hangi biçimde olursa olsun gölge düşürenler, Kemalizm'in 'affedilmezlik'inde kendilerine yer beğenmelidirler" diye fiyakalı bir meydan okumayla açıyor. Sonra, bilgi yerine övgü, kanıt yerine benzetme, çıkarım yerine sıçra­mayla, doğrularla yanlışları karmakarışık ederek ilerliyor.

Ulusal devlet-ulusçu devlet (s. 20), Kemalist-Kemalizm (s. 30) gibi derin ayrımlar yapıyor. "Pan-Kemalizm"i eleştirirken, "Uzak ve yakın tarihimizde dinî siyasaya alet etmeyen, onu vic-

' Sanat Olayı, Sayı 17, (Mayıs 1982), s. 16-30.

263

Mete Tuncay

Ekşimi Tarih Yazdan

danların engin alanında özgür bırakan tek adam Atatürk'tür" (s. 27) diyor. Kemalizm'in ilk kuramcısı saydığı Mahmut Esat Bozkurt'un aşılamadığını ileri sürüyor; aynı öğretinin bir başka kuramcısı olan Niyazi Berkes'e karşı ise hafif tertip Osmanlıcı­lıkla şunları söylüyor: "Osmanlı İmparatorluğu'ndaki devletçilik, bir anlamda Kemalizmin savunduğu devletçilikten daha ileride­dir. Kemalizm'in devletçiliği, Osmanlı devletçiliğine karşı libe­ralizmi savunan tohumları beraberinde getirmiştir".

Atatürk'le ilgili tutumları sınıflandırırken, "İlericiler"i ikiye ayırıyor: Demokratik anayasacılar ve sosyalistler. Sosyalistler de ıkı grupmuş: "Bunlardan bir bölümü, devrimlerin doğal gidişinin sosyalizm olduğunu savunur, bir bölümüyse Atatürk devrimle­rini korumakla Batı uygarlığına ulaşılacağını sanır. Birincilere göre, Atatürk devrimleri Batı burjuva demokrasilerine doğru ge­lişmektedir. İkincilere göre, karma ekonominin yer aldığı Batı örneği bir sosyalizm söz konusudur" (s. 36: Birinciler-İkinciler ters oldu ya, ziyanı yok). Ama, Bilimsel Sosyalizm yöntemi ile Türk toplumunun gerçeklerini araştırmanın zorunluluğuna ina­nan Marksistlerin bu sınıflama dışında tutulduğunu görünce şaşı­rıyoruz. Acaba, yazarımızın kendisi bu gruptan mıdır? Hiç san­mam. Şu özeleştirisine bir bakalım: "Çoğu zaman birçok yazar­lar gibi ben de ondaki (Atatürk'teki) bu ideoloji eksikliğini eleş­tirmiş ve bugünkü Sovyet başarısını Lenin'in büyük bir eylem adamı olduğu kadar, Marksist bir toplum ve devlet anlayışının devamcısı olmasına yormuştum. Hatta kendisinden sonra kur­duğu devletin yozlaşmasında böyle bir eksikliğin payı olduğu kanısını kaba bir kıyaslamanın akla getirdiği ilk düşünce olarak görmüştüm. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Atatürk'ün ulusal savaşıma başlamadan önce sosyalizm hakkında bir bilgisi oldu­ğuna dair elde hiçbir kanıt yoktur. O, Bolşeviklerle temastan sonra sosyalizm ve onun içeriğindeki sosyal düzen hakkında bilgi ediniyor ve Marksist-Leninist ideolojinin amaçlarını süratle kavrıyor. Hepsini gerçekçi dehasının süzgecinden geçiriyor. Bu nedenle Lenin'in düştüğü sürekli yanılmalardan kendini kurtarı­yor. Bir an için Mustafa Kemal'in gerçekçi ve yararcı görüşünün yerine ideolojiyi koyalım: Ulusal savaşım, Osmanlı împarator-

264
luğu döneminde rastlanan başarısız bir ayaklanma olmaktan öteye geçemezdi. Üstelik kendisi de çelişkiye düşerdi. Çünkü Tanzimat'tan beri iyi-kötü bir geleneği bulunan yenilik hareket­lerini bile taklitçilikle suçlayan bir kimseden sosyalist bir eylem ve uygulama beklemek çocukça bir düşünce olurdu. Fakat O'nun kurduğu devletin sosyalizme kapalı, Batı burjuva demokrasile­rine açık olduğunu iddia etmek de aynı derece sakat bir düşün­cedir" (s. 94-95). Nitekim Tanyol'a göre, Atatürk "kaynağı İbn Haldun'dan Cevdet Paşa'ya kadar gelen ve Marksçı sosyolojinin görüşüyle birleşen" (s. 102) bir görüşe sahiptir.

Bu kurgusal akıl yürütmeleri ciddiye almak ve "bilimsel sos­yalizm yöntemi"nin yakın tarihimize uygulanmasını saymak, bana mümkün görünmüyor. Tanyol, 1961 Anayasasının Cumhu­riyetin niteliklerini altıok yerine "insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sos­yal hukuk devleti" diye sıralamakla "sola kapalı, sağa açık ve devrimci olmayan" bir anayasa haline geldiğini de ileri sürmekte (s. 111).

Bu kitabı daha çok eleştirmekte yarar görmüyorum. Onun için, bu yazıda asıl yapmak istediğim şeye geçip. Ek l'deki sözlerini aktaracağım (s. 181-82):

"Son yıllarda Atatürk hakkında bir dergide {Toplum ve Bilim, sayı 4, 1978) yapılan bir eleştiride, O'nun Fransız İh-tilali'nden kabataslak haberdar olduğu ve fakat devrimi ha­zırlayan düşünürler hakkında bilgisi olmadığı ileri sürül­mektedir. Buna Atatürk'ün Söylev ve Demeçler'inde söz ko­nusu edilen Rousseau ile ilgili bir parça neden olmuştur. Yazar düşüncesini kanıtlamak için Atatürk'ün Söylev ve De­meçler'inde kuvvetlerin ayrılmasından söz ederken Rousseau'yu eleştirmesini tanık olarak gösteriyor. Çünkü diyor, Atatürk'ün kendi savunduğu kuvvetlerin birliği Rousseau'dan gelmektedir. Muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri Montesquieu' n ündür.

Demeçler'den alınan bir paragrafla Atatürk'ün Rousseau'yu bilmediğini ve Montesquieu'yle karıştırdığını kanıtlamaya kalk-

265
Mete Tuncay
Eleşlire! Tarih Yazılan

mak bilimsel olmak şöyle dursun, hem Atatürk'ü hem de Rousseau'yu tanımamaktır. Türkiye Cumhuriyeti' nin "Teşkilât-ı Esasiye Kanunu" yapan bir insana "Anayasa öğrencileri kadar bu işlerden habersiz"dir demek bilimsel ciddiyetle bağdaşamaz, bu bir. Rousseau'nun fikirlerini anayasa kitaplarındaki bilgilere dayanarak özetlemek ve aynı biçimde Atatürk'ün adı geçen önemli konuşmasını Üstünkörü okuyarak iki özetle ahkam çıkarmak yakışık almaz, bu iki. Atatürk'ün her alanda sömürüldüğü bir dönemde yarına kalacak olan ancak onun hakkında nesnel ve bilimsel yargılardır. Bu alanda yazı ya­zanların acele ile yanlışlıklar yapmamaya ve dikkatli olmaya çalışmamaları haksızlık olur. Bu üç.

Atatürk, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ni satır satır dik­katle okumuştur. Okuyup da anlamadığını ileri sürmek söy­leyeni gülünç duruma düşürür. Yazarın haklı olduğunu kabul etmek için gerçekten Atatürk'ün Rousseau'yu arizamik oku­duğunu söylemesine rağmen okumadan konuştuğunun kanıt­lanması gerek, Tarihsel bir belge niteliği taşıdığı için önce bu konuda merhum Adnan Adıvar'dan dinlediğim bir olayı buTaya aktarmak isterim:

Bir gün Türkiyat EnstitüsÜ'nde Yahya Kemal'in de bulun­duğu bir söyleşide Adnan Bey Atatürk'e ait şu olayı anlattı.

"Bir gün vekiller heyetinin hazır bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal Rousseau'nun kitaplarını okuyup okumadı­ğımızı sordu. Heyet-i vekılede hiç kimse okumamış. Ben gençliğimde onun İtiraflar'ını (Confessions) okumuştum. (Mu-kavele-i İçtimaiye'yi) okuyan yoktu içimizde. Düşünün bir kere ne durumdaydık, Mustafa Kemal millî iradeye dayanan bir meclis kuruyor. O'nun nazariyatçısını ne kendisi ve ne de biz biliyoruz. Galiba Necati Bey'e "Bana Rousseau'nun kitabını bul" dedi. Bir ay kadar bir zaman geçti, bir gün Meclis Başkanlık odasında toplanmıştık, Mustafa Kemal:

"Yahu Rousseau deyip duruyorlar, kitaplarını okudum. Bu adam hayalperest serserinin, delinin biri" dedi. Ve sonra sözlerini, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden tekrarladı. "Adnan Bey bunu Mustafa Kemal'i eleştirmek için söylemişti. "Koca

266

Rousseau'ya deli deyip çıktı" dedi. İçimden "doğru söylemiş" diye düşündüm. Çünkü Adnan Bey bir özel toplantıda söylenen bir eleştiriyi Millet Meclisi'nde tekrarlamasını Mustafa Kemal için bir hafiflik gibi görmüştü. Oysa ben bu sözlerin gerisinde, tam tersine Mustafa Kemal'in gerçek dehâsını, derin kav­rayışını görür gibi olmuştum. Böyle bir yargıya varmak için Rousseau'yu çok dikkatli okumuş olması gerekir diye dü­şünmüştüm".



Tanyol, bu kanaatinin "öznel bir belge" olduğunu düşünerek, "nesnel" bir belge de ortaya atıyor. Atatürk'ün, kitapları arasın­daki bir Toplum Sözleşmesi çevirisi üstünde işaretlediği yerSeri Doç. Dr. Musa Çadırcı aracılığıyla saptamış. O bölüm başlıkla­rını sıralıyor. (Belirtelim ki, saptanan yerler, hep Kitap II/Bölüm 6 ile Kitap IV/Bölüm 4 arasındadır).

Tanyol'un adını vermeden andığı yazının sahibi benim. Top­lum ve Bilim'deki yazımda aynen şunları söylemiştim:

"Atatürk'ün 1789 Fransız Devrimi ilkelerinden genel çiz­gileriyle haberdar olduğu besbellidir; ama bu Devrimi ha­zırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığı şu örnekten anlaşılabilir 1921 Aralık ayının başında, TBMM'nce İcra Vekilleri Hey'etınin Vazife ve Salâhiyetlerine dair kanun teklifi görüşülürken, Mersin Meb'usu Salâhattin Bey ve arkadaşlarının tefrik-i kuvva (yani, şimdiki anayasamızda olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı) istemelerine karşılık, Mustafa Kemal Paşa tevhid-i kuvva (yani, kuvvetler birliği) ilkesini savunurken şöyle demektedir:

"Efendiler! Bu nazariyat-ı meşrutiyeti bulan en büyük fi­lozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur: dü­şünmüşler ve nasıl yapalım da bu kuvve-i müstebıde o irade-i içtimaiye ve milliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin diyorlar. Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ızdırap duyuyorlar. J. J. Rousseau'yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kail olduğum, bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ızdırap, diğeri de cinnettir. Merak ettim. Ahval-i

267

Mele Tuncay

hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hal-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh; çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür." (Jbıd., cilt 1, s. 216)

Oysa bugün her Anayasa Hukuku öğrencisinin bilmesi istenildiği üzere, Atatürk'ün kendi savunduğu kuvvetler birliği Rousseau'dan gelmektedir, muhaliflerinin dayandıkları kuv­vetler ayrımı fikri Montesquie'nündür."

Yazım bu ve başka noktalarıyla bir hayli tepki uyandırdı. Cumhuriyet gazetesinde 8 tefrikalık bir diziyle bana çatan Niyazi Berkes'i aynı gazetenin 16 Şubat 1979 tarihli sayısında cevapla­dım. Diğerlerinin yanı sıra, Em. Alb. Şükrü Galip Erker ve Em. Gen. Celil Gürkan'ın eleştirilerini ise, yine Toplum ve Bilim'deki (sayı 8) "Yanıtlara Yanıt'la karşıladım. Orada bu noktayla ilgili olarak şöyle diyordum:

"Atatürk'ün 1921 sonlarında Meclis'teki bir söylevinde Rousseau ile Montesquieu'yü karıştırmasını, Fransız Dev­rimi'ni hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak ta­nımadığına örnek göstermiştim. Erker de, Gürkan da buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Erker, Atatürk "Cumhuriyet Er-demliktir" demiştir, diyor; "Locke'u okumasaydı, bu özdeyişi söyleyebilir miydi? Atatürk özgürlükçü, erkinlikçi okulun başı Locke'u da, onu izleyen Hume'u da, Montesquieu'yü de, Voltaire'i de en azından J. J.Rousseau'yu tanıdığı, bildiği öl­çüde biliyordu." Gürkan'a göre de, "Atatürk’ün 1789 Fransız İhtilâlini en azından çok iyi incelemiş bir kişi hüviyetine sahip bulunduğu bir gerçek"tir; bunun kanıtı, "Çankaya'da Ata­türk'ün eski köşkünün kitaplığında Rousseau'ya ilişkin yapıtların Fransızca baskılarında bizzat Atatürk tarafından yapılmış çıkmalar, konulmuş notlar"dır.

Ben, Atatürk Rousseau'yu okumamıştır demedim - kendisi okuduğunu söylüyor. Erker'in dediği gibi, Locke'u, Hume'u okuduğunu ise, hiç sanmam. (Kaldı ki, "Cumhuriyet Fazilettir" sözü Locke'tan değil, Rousseau'dan gelmektedir!) Atatürk'ün Çankaya'daki özel kütüphanesinde bir tek Rousseau vardır: Eski harflerle, 1913 tarihli bir Mukavele-i Içtimaiyye çevirisi.

268

Eleştirel Tarih Yazdan

Yayımlanmış olan katalogta, bu kitabın bazı sayfalarında "not­lar ve işaretler" bulunduğu kayıtlı (sıra no. 451). Fakat, Millî Kütüphane'nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, Ön-söz'ünde "Katalogun hazırlanması sırasında Sayın Prof. Afet İnan işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir" diyor. Onuncu Yıl Söylevinin Atatürk'ün kendi elinden diye posterleri basılan yazmalarının bile, onun elyazısı ile olmadığı ortaya çıkalı (bu konuda, Hasan Rıza Soyak'ın Yapı ve Kredi Bankası'nca yayımlanan anılarına bakınız), böyle bir kanıta, korkarım güvenilemez.

Erker, daha ileri gidip, Rousseau'nun Kuvvetler Birliği'ni savunmadığını söylüyor ve herhalde öğrencilerime de bu gibi yanlış şeyler öğreti yorumdur diye, beni fakültemin dekanına, üniversitemin rektörüne şikayet ediyor. Bu saçmalığa "Kargalar da güldü mü bilemem?" diye ekliyor. Kargalara karışmam, ama benim bildiğim şu ki: Rousseau'da yasama, yürütme ve yargılama işlevlerini ayrı ayrı organlar kullanacak olsa da (Locke'un ve Montesquieu'nün tersine, Atatürk'ün 1921'de savunduğu gibi), halk egemenliğinin bölünmezliği inancından ötürü, bütün bunlar o egemenliğe tümüyle uyruktur ve kuv­vetler arasında bir ayrılık ya da denge olması söz konusu bile değildir. Atatürk'ün sözleri ortadayken, bu yazarı "doğru tanımadığı"ndan başka ne söyleyebilirim?"

Görüldüğü gibi, Tanyol’un bilimsel ciddiyetle bağdaşmaz, yakışıksız ve haksız diye nitelediği yargıma daha önce de itiraz edilmiştir. Ne yazık ki, sayın profesörün itirazı, eskilerine dişe dokunur bir şey eklemiyor. Benim dediğimi çürütmek için, ya Atatürk'ün muhaliflerinin Kuvvetler Ayrılığı ve Dengesini değil, Kuvvetler Birliğini savunduklarını ya da Rousseau'nun Kuvvet­ler Birliğini savunmadığım kanıtlaması gerekirdi. Tam tersine, Adıvar'dan aktardığı öyküde, Adnan Beyle arkadaşlarının, Mustafa Kemal'in kurduğu "millî iradeye dayanan meclis"in (Anayasa yazınındaki Meclis Hükümeti, yani konvansiyon sis­teminin) nazariyatçısının -ne söylediğini okumamış olsalar da-Rousseau olduğunu bildikleri görülüyor.

269

Mele Tuncay

Eleştirel Tarih Yazıları

Şimdi biraz akademik bir iş yapalım ve Rousseau'nun Ata­türk'ün kitaplığındaki Mukavele İçümaiyye çevirisinde Kuvvet­ler Ayrılığını alaya aldığı bir parçanın çevrim-yazısını verelim:



"İkinci Kitap -İkinci Bap: Hâkimiyet Gayr-i Kâbii İnki-samdır.

Hâkimiyet ne esbaba mebni gayr-i kâbil-i ferağ ise yine o esbaba mebni gayr-i kâbil-i inkisamdır. Çünkü irade ya umumîdir ya da değildir. Ya heyet-i ahalinin veya yalnız bir kısmının iradesidir. Birinci şıkta, resmen beyan ve izhar olunan bu irade, hâkimiyetin bir fiili olup kanun hükmünü iktisap eder. İkinci şıkta ise, bir irade-i hususiye veya bir fill-ı adlî olup gaytî bir karardan ibaret kalır.

Fakat siyasiyûnumuz hâkimiyeti as! ve unsur itibariyle taksim edemediklerinden kuvvet ve iradeye, hükûmel-i teşriiye ve hükûmet-i icraiyeye, hukuk-u tekâlif ve hukuk-u adliye ve hukuk-u harbiye, idare-i dahiliye ve münesebad-ı hariciye hukuklarına, taksim ederler. Bütün bu kısımları kâh yekdiğerine karıştırırlar kâh taksim ederler. Hâkimiyeti muhtelif parçalardan müteşekkil bir vücud tahayyül suretinde tasvir ederler..."

* Mukavele-i İçlimaiyye yahut Hukuk-u Siyasiyye Kavaid-i



Esasiyyesi

Müellifi: Fransa Meşahir-i Ulemasından Jan Jak Ruso

Mütercimi: Mütekaidîn-ı Hariciyeden Ayın

İstanbul: Kütüphane-i İslâm ve Askerî - İbrahim Hilmi, 1329.

Bu dil yeni kuşaklarca anlaşılmayacağından, ayrıca yanlışla­rını görmek için, bir de en yeni çevirisinden aynı parçayı okuya­lım:**

"Bölüm il: Egemenliğin Bölünmezliği

Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına bağlana-mazsa, yine aynı nedenlerden Ötürü bölünemez. Çünkü istem ya geneldir (buradan, ilk çeviride atlanmış önemli bir dipnotu çıkıyor!) ya,da değildir; ya halkın tümünün istemidir, ya da sadece bir bölüğünün. Birinci durumda, açığa vurulan bu istem bir egemenlik işidir, yasayı meydana getirir; ikincideyse sadece

özel bir istem ya da bir yönetim işidir; çok çok bir ka­rarnamedir.

Ama bizim politika yazarlarımız egemenliği ilkesinde parçalara ayıramadıkları için, konusunda ayırıyorlar. Onu güç ve istem, yasama gücü ve yürütme gücü, vergi, adalet ve savaş hakları gibi birtakım parçalara bölüyorlar; iç yönetim ve dış ilişkilere girmek yetkisi diye bölümlere ayırıyorlar: Kimi zaman bütün bu parçaları birbirine karıştırıyor, kimi zaman birbirinden ayırıyorlar. Egemen varlığı ayrı ayrı parçalardan eklenerek meydana gelen gerçeksiz bir varlık haline sokuyorlar..."

** Toplum Sözleşmesi, Vedat Günyol çevirisi (İstanbul: Çan Yay., 1965).

Günyol çevirisiyle karşılaştırınca görüyoruz ki, kitabın kimi yerlerinde cümleler, hatta paragraflar atlayan emekli Osmanlı diplomatı, "bir yönetim işi"ne (un acte de magistrature) "bir fiil-ı adlî" dediği gibi, ("hukuk" sözcüğünü "hak"kın çoğulu olarak kullanmış saysak bile) "münesebat-ı hariciye hukuku" derken, Günyol’un "yetki"yle karşıladığı pouvoir'ı doğru çevirmemiş oluyor. Ama en vahimi, Rousseau'nun kuvvet, erk ya da güç anlamına puissance sözünü "hükümet " diye aktarıyor: "hü­kûmet-i teşriyye ve hükûmet-i icraiyye ... taksim"den Kuvvetler Ayrılığının reddedildiğinin anlaşılması, Osmanlıca iyi bilen biri için bile herhalde kolay olmazdı.

Sanıyorum ki, bu küçük çeviri incelemesi, benim yakaladığım yanlış-anlama ile buna karşı yükselen Tanyol’unki gibi duygusal tepkiler (Atatürk okudum derken hâşâ yalan mı söylüyor, yoksa maazallah okuduğunu anlayamayacak kadar akılsız mı?) ara­sındaki çatışmayı çözüyor. Mustafa Kemal Paşa Rousseau'yu bu bozuk çeviriden okumuş olmalı!

Bütün bu kıssadan -daha başka birçokları çıkar ya- bir de şu hisseyi çıkaralım: bilgi üreten ya da aktaranların sorumluluğu büyüktür. Aydın geçinenlerin işlerini doğru dürüst yapmamala­rını, geçmişte kalmış bir günah sanırsak, çok aldanırız.

270

271


r

O Zaman Öyle [mî] Gerekiyordu [?]*

ABD Üniversitelerinde Amerikan Tarihi okutulanlara "theologians ofcivic religiori" diye takılırlar: yanı, yurttaşlık di­ninin ilâhiyatçıları. Onlara haksızlık etmemek için, çoğu Ameri­kan Tarihi kitaplarının, Marxist-Leninist-Stalinist parti tarihi metinlerine benzemediği, iki yüzyıl Önce yaşanmış olayların bütün kıvrım ve büklümlerini yansıttığı ve tartıştığı eklenmelidir. Yine de, devrim tarihi konuları -bir karşı-devrim olmadıkça-dünyanın her yerinde bir çeşit laik din oluşturuyor. Bu dinin de türlü rütbelerde görevlileri oluyor. Kardinal’den mahalie papa­zına ya da Şeyhülislâm'dan cami imamına kadar inanç ve anla­yış aynıdır; ancak aralarında incelik (refinement) farkları vardır.

Bizim laik dinimizin "hademe-i hayraf'ının en iyilerinden biri, eski meslektaşım (eski olan benim; o meslekte devam edi­yor), siyaset bilimci, (Ecevit'in bir kabinesinde Kültür Bakanlığı görevinde de bulunmuş olan) Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'dır. Geçen ilkbaharda çıkan "Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Ha­fifliği" kitabı, art arda birçok baskı yaptı. (Kışlalı, çoğu daha önce Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılarını dört bölümde top­lamış: 1- Kemalizm, 2- Sol, 3- Kürt Sorunu, 4- Kültür, Siyaset ve Ordu. Ben bu yazıda, ilk bölüm üstünde duracağım.)

Milan Kundera'nın ülkemizde de pek tutulan "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanının adından esinlenerek kitaba başlık yapılan bu sözler, aslında birinci makalenin de başlığı. (Kundera'nın romanını okuyanların, en azından filmini görenle­rin bildiği gibi, o yapıtın Kemalizmle falan ilgisi yoktur. Geri planında Rus işgaline ve sosyalist rejime yönelik eleştiriler bu­lunmakla birlikte, leitmotiv'\ hiç de siyasal değildir.)

Kışlalı'ya karşı, birisi çıkıp da Atatürk konusunda muteber tutumun "kaldırılmaz ağırlığı" diye bir kitap yazsa, iyi olurdu. Ben kendi payıma "kişi tapısı" (kültü) hakkında hayli duyarlı­yım, ama böyle bir şey yapmaya niyetim yok. Bu konuda eleşti-



Eleşıirel Tarih Yazılan

rel bir yaklaşımı savunmakla, başıma yeterince belâ açtım- Üste­lik, benim paylaşmadığım gerekçelere dayanarak Atatürk'e karşı çıkan başkalarıyla aynı çuvala sokulmak hoşuma gitmiyor.

Kışlalı, benim yol arkadaşlığı etmekten tedirginlik duyduğum İslamcılarla Kürt ayrılıkçılarına değiniyor. Ama, bunların Ata­türk'e saldırmalarını "tutarlılık" açısından anlayışla karşılıyor. Onun asıl kızdığı, kendileri "çağdaşlaşma" yanlısı olup da, yîne Atatürk'ü eleştirmeye kalkanlar: Özellikle Mehmet Altan, ba­bası, kardeşi vb. Hemen belirtmek isterim ki, ben bu 2'nci Cum­huriyetçilerden değilim. Onların yakın geçmişe yönelttikleri eleştirilerin çoğunu haklı buluyorum. Fakat öngördüklerı siyasal demokrasinin ancak liberal kapitalizm temeli üstünde varolabile­ceği inançlarını paylaşmıyorum. (Hatta, benim yorumuma göre, Atatürk'ün kendisi bu konuda onlara yakın düşünüyordu.) Bense, Türkiye'nin koşullarında siyasal liberalizme evet eko­nomik liberalizme hayır diyorum. Maddî nimetlerin hakça dağı­lımı açısından eşitlikçi, sosyalist değerlerimi muhafaza ediyo-

rum.


Kışlalı bir de, "orijinal olabilme uğruna, Atatürk'ü demokrasi karşıtı gösterebilmek için kendi düşüncelerine bilim kılıfı giy­dirme çabasına girenler"den söz ediyor. Ben ne
Yüklə 1,08 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin