Gaybet-i Kübrâ Dönemi: İmâmiyye Şîası’na göre, 328/940 yılından
itibaren Gaybet-i Kübrâ (Büyük Gizlilik) başlamıştır. Dördüncü sefir
Semârrî’nin vefatıylı birlikte başlayan bu dönem liderlik sandalyesinde
büyük bir boşluk yarattı. Bunun üzerine İmâmî alim ve fakihleri, meydana
gelen boşluğu doldurabilmek için büyük çaba sarfederek önceki döneme
(imamlar dönemi) nispetle faaliyet sahalarını daha da genişlettiler.
Başlangıçtaki, gaybetin kaç türlü olacağı ve hangi gaybetin daha uzun
süreceği gibi ihtilaf ve soru işaretlerinin ortadan kalkmasından sonra, Büyük
Gaybet’in kıyamete kadar süreceği konusunda görüş birliğine vardılar.
Bununla birlikte, hayatta farzedilen on ikinci imamın Şiî toplumuyla
doğrudan temas kuramaması nedeniyle, toplumu olası bir dağılmadan
korumak amacıyla hal çareleri aramaya başladılar.
Bu durumda imamın vekilleri olma görevini, ulemâdan başka devralacak
kimse yoktu. 4/10. asrın son çeyreğine doğru Şiî toplumu, alim ve fakihleri
imamın genel temsilcileri gibi görmeye başladı. Onların otoritesi imamın
karizmasına eşit olmamakla birlikte, onlar akide ve fıkıhla ilgili konularda
imamın sözcüleri olarak kabul edildiler. Böylece ulemâ, imâmet
müessesesinin yerinin doldurulamayacağı gerçeğine rağmen, ortaya çıkan
zaruretten dolayı imamın nâibleri konumuna yükseldi. Kısacası imamın
gaybetinden sonra Küçük Gaybet döneminde, niyâbet-i hâssa (imamın özel
temsilcisi olma) prensibine dayanarak sefîrlerin üstlendiği liderlik görevini,
her ne kadar imamla doğrudan teması olmasa da niyâbet-i âmme (imamın
genel temsilcisi olma) esasından hareketle Şiî ulemâ devralmış oldu. Böylece
ortaya çıkan zorunluluğun tabii bir neticesi olarak gaybet döneminin en
önemli özelliklerinden birisi, liderliğin imamlardan ve onların özel temsilileri
olan sefîrlerden Şiî ulemâya geçmiş olmasıdır. Onlar bu konuda, kendi
tezlerini destekleyecek birçok haber ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birisinde
on ikinci imam şöyle demektedir: “Yeni ortaya çıkan olaylarda, bizim
ahbârımızı rivayet edenlere (ulemâ) müracaat ediniz; çünkü onlar, benim
sizin üzerinizdeki huccetlerimdir (delil) ve ben de Allah’ın huccetiyim”.
İmâmiyye’ye göre, ulemânın imamın dolaylı temsilcisi olabilmesi için
sadece iki ön şart gerekir. Birincisi ilim, ikincisi ise adâlettir. Böylece bu iki
vasfa sahip alim kimse, imâmet anlayışında olduğu gibi Hz. Hüseyin’in
135
soyundan gelip gelmediğine bakılmaksızın, imamın temsilcisi olmaya hak
kazanır. Bilindiği gibi, on ikinci imamdan sonra gelen dört sefîr de, Hz. Ali
soyundan gelen kişiler değillerdi. Kanaatimizce Şiî düşüncesinin, soya
bakılmaksızın ulemâ tarafından temsil edilmeye başlaması, Şîa’yı içinde
bulunduğu çıkmazdan kurtaran bir unsur olmuş ve bu bakımdan her ne kadar
kendilerini imamın nâibi olarak kabul etseler de, yaklaşık iki asır sonra,
pratikte Sünnî ulemânın toplumdaki konumuna benzer bir fonksiyonu
üstlenmişlerdir.
260/874 yılındaki imamın gaybetinden ve özellikle 328/940 yılındaki
Büyük Gaybet’ten sonra on ikinci imamın temsilcisi olan Şiî ulemânın
durumu değerlendirilecek olursa, 4/10. asrın sonlarına kadar ulemânın en
önemli hedefi, on iki imamdan geldiği iddia edilen ahbârı (hadis ve haberleri)
doğru bir şekilde kaydedip doktrin ve uygulamada ortaya çıkan meselelere
referans olması için, bunların isnadlarını tespit edip oluşturmaktı. Bilindiği
gibi İmâmiyye Şîası, Peygamber’in vefatından önce, bütün ilmin ve şerî
hükümlerin bilgisinin Hz. Ali’ye geçtiğine ve onun da sırasıyla bu birikimi,
kendisinden sonra gelen imamlara devrettiğine inanmaktadır. Peygamber’in
vefatından sonra imamları yegane merci ve kaynak olarak kabul eden Şîa,
Eh-i Sünnet’te olduğu gibi sahâbe ve tâbiînin Peygamber’den naklettiği
rivayetlere itibar etmeyip sadece imamların ahbârıyla amel etmeyi tercih
etmiştir. Bunun temelinde de, sahâbeye olan güvensizlik yatmaktadır. Bu
sebepten onlar, imamların söz, fiil ve takrirlerini de sünnet kapsamının içine
sokmuşlar ve buna geniş manasıyla sünnet adını vermekle birlikte daha çok
ayrıştırıcı bir tabir olan ahbârı (tekil: haber) kullanmışlardır. Onlara göre
imâmet, nübüvvetin devamı olarak kabul edildiği için, delil olma bakımından
Peygamber’in sünneti ile imamların ahbârı arasında herhangi bir fark yoktur.
İmâmiyye tarafından imâmetin nübüvvetin devamı olduğuna delil olarak
getirilen ve farklı varyantlarla hem Şiî ve hem de Sünnî kaynaklarda geçen
bir rivayette, Hz. Peygamber şöyle demektedir: “Ey insanlar, size iki değerli
hazine bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece asla dalalete düşmeyeceksiniz.
Bunlardan birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise benim ‘itretim, yani Ehl-i
Beyt’imdir… Bu ikisi, (cennette) havz başında bana ulaşıncaya kadar birbi-
inen ayrılmaz; bunu Rabb’imden diledim. Benden sonra bu ikisine yapışır,
sıkıca sarılırsanız ebedî olarak sapmaz ve dalalete düşmezsiniz”. Sekaleyn
hadisi olarak şöhret bulan bu rivayet, farklı şekillerde (mesela “‘itretim”
yerine “sünnetim” ifadesi kullanılıyor) Ehl-i Sünnet kaynaklarında da geçmiş
olması sebebiyle, Şîa tarafından en önemli delillerden birisi olarak kabul
edilektedir. Şiîler’in bu iddialarına rağmen bu ve buna benzer mevcut
rivayetlerden, imamın nassla tayini ve masumiyeti gibi delillerin çıkarılması
mümkün değildir. Çünkü imama ve Şîa’nın dediği gibi imamda mevcut olan
özel bir ilme ve onun masumiyetine inanmak, Kur’ân-ı Kerîm’in müminlerde
bulunmasını istediği hür, akıllı varlıklar olma özelliğini ortadan kaldırır.
İmâmiyye, imamın gaybetini müteakip Küleynî (ö. 329/941), Şeyh Sadûk
(ö. 381/991) ve Tûsî (ö, 460/1067) tarafından telif edilen Kütüb-ü Erba‘a
(Dört Temel Hadis Kitabı) ve daha sonra kaleme alınan bazı hadis
külliyatının, el-Usûlü’l-erba‘umie (dört yüz asıl) adı verilen ve imamlara
nispet edilen asıl cüzlerden teşekkül ettiğini ileri sürmektedir. Fakat bu
asıllardan hiç birisi bugün elimizde bulunmadığı için sözkonusu külliyatta
zikredilen ahbârın bu asıllara nispetini kontrol edebilme imkanından
mahrumuz. Hatta yukarıda zikredilen üç alimin zamanında , bunların sadece
bir kısmının mevcut olduğunu bilmekteyiz.
136
Gaybetin hemen akabinde, Küleynî ve Şeyh Sadûk’un başını çektiği bir
grup ulemâya, dinî bilginin kaynağı olarak sadece imamların ahbârına
dayandıkları, akla ve ictihada karşı çıktıkları için (ehlü’l-hadis, muhaddis,
ashâbu’l-hadis, ashâbu’l-ahbâr tabirlerinin yanı sıra) ahbârî denmiştir.
Tûsî’nin de içinde bulunduğu bunların karşısındaki grup ise, fıkıh, kelam ve
dinî bilimlerde aklı esas alıp bundan geniş ölçüde istifade ettikleri için usûlî
adıyla anılmıştır. Şîa fıkhının kurucusu olarak kabul edilen Tusî’den önceki
iki alim Şeyh Müfîd (ö. 413/1022) ve Şerîf Murtazâ (ö. 433/1041) da usûlî
ekolüne mensup olarak kabul edilmişlerdir. Bu alimler gaybetin uzamasının
getirmiş olduğu problemleri çözmek amacıyla, Mutezile’nin rasyonel
yaklaşımından da istifade etmek suretiyle, İmâmiyye kelamının temellerini
atmışlardır. Böylece İmâmiyye, sadece imamların ahbârıyla yetinen bir
mezhep olmaktan çıkıp, Ehl-i Sünnet’e göre yaklaşık iki asır gecikmeli de
olsa, dinî disiplinlerin temellerini, gaybetten sonra oluşturdukları doktrinin
gölgesinde şekillendirmeye başlamışlardır.
Dostları ilə paylaş: |