Misbah
Ben, adı geçen arifin (Kadı Said Kummi) sözlerine şaşırıyorum. İrfanda yüce bir makama sahip olduğu ve seyr-u süluk yolunda sağlam bir ayağa sahip olmakla birlikte neden büyük ariflerin teveccüh ettiği bu makamdan gaflet etmiştir. Öyle ki Hak Teala’nın sübuti sıfatlarını nefyetmiş ve bütün sıfatların selbi anlamlara geldiğini söylemiştir. Hak Teala’nın sıfatlarının zatının aynısı olduğu hususunda hâşâ demiş ve nefyetmiştir. Bundan da ilginç olanı şöyle demiştir: “ İlahi isimler ile yaratıklar ve aynı zamanda Hak Teala’nın sıfatları ile yaratıkların sıfatları arasında lâfzî bir iştirak söz konusudur.” Bundan da ilginç olanı Bevarik’ul Melekutiye kitabının girişinde takip ettiği yoldur ve orada şöyle demiştir: “Bir sıfatla nitelendirilen her şey, mecburen bir surete sahip olmalıdır. Zira sıfat, mana âleminde eşyayı mahdut kılan en büyük bir haddir ve yüce âlemlerde sıfatın ihatasından daha açık bir ihata söz konusu değildir.”
Ardından da “Allah her hangi bir sıfatla nitelendirilemez”1 rivayetini de kendi sözüne şahit olarak göstermiştir. Oysa kendisi de bu kitapta, daha önceki misbah’larda da okuduğun gibi isimlerden her birinin tüm isimlerin mertebelerini kapsadığı inancındadır. O halde eğer isimlerden her biri eğer tüm hakikatleri kapsıyorsa mutlak bir makama sahip olmalıdır. Nitekim “ismullah” bu makama sahiptir. Eğer isimler böylesine mutlak bir makama sahipse, sıfatlar olan isimlerin mebdeleri de mutlak olmalıdır. Kanaatime göre onu bu yanlışlığa düşüren şey söz konusu rivayetlerin arasını bulamamasıdır. Bu arayı bulamadığı için söz konusu yanlışlığa düşmüştür. Bu tür konular için yazılmayan bu risalede bu tür büyük konuları ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla sadece zikretmekten kendimi alıkoyamadığım sıfatın zat ile ayniyeti hakkındaki sözlerini nakletmekle yetiniyoruz.
Misbah
Kadı Said Kummi (r.a), Şeyh Seduk’un (r.a)1 değerli, nefis ve kendi alanında eşsiz bir eser olan Tevhid kitabının şerhinde, “Esmaullah Teala ve’l Fark Beyne Meaniha ve Beyne Meani Esma’il Mahlukin” adlı bab’da şöyle demektedir: “İkinci makam bu zatî sıfatların kendisine döndüğü şey, yani bu sıfatların nakizi (çelişiği) olan (Allah için birer noksanlık ve kusur sayılan) sıfatları o mukaddes zattan selb etmek hakkındadır. Biz bu uzak hedef için iki delil zikretmekteyiz:
Birinci delil: Daha önce de dediğimiz gibi bizim nezdimizde olan kavramlar vücudî işlerdendir ve bunlar için Hz. Ahadiyet’in kutsal dergâhına bir yol söz konusu değildir. O halde azameti yüce olan Allah nezdinde var olan bu tür sıfatlar, eğer Allah’tan (c.c) gayrisine layık olduğu anlamında ise bu durumda onların tümü vücudî işler, sıfatlar türündendir. Sıfat ise bir şey kendisiyle birlikte olduğu takdirde başka bir halete sahip olmasından ibarettir. Böyle olan bir şey ise hiç şüphesiz zaruret hükmünce o şeyin kendisi değildir. Mebde-i evvelden gayri olan ve de vücudî ve subuti bir şey olan her şey, yüce Allah’ın malulüdür (sonucudur).
Daha sonra delilin sonuna kadar sözlerini sürdürmüş, bu öncüllere dayanan yanlış neticeleri hatırlatmış ve ardından bu delil esasınca başka bir delili daha ortaya koyduktan sonra şöyle demiştir: “Şimdiye kadar söylediklerimiz söz konusu konu hakkındaki akli delillerdir. Şu anlamdaki yaratıcı ve yaratık arasındaki sıfatlar müşterek-i lâfzîdir ve Hak Teala’nın zatı için ispat ettiğimiz sıfatlar da noksanlıklardan ibaret olan karşıt sıfatlara sahip olmadığı anlamındadır. (örneğin eğer Allah’ın âlim olduğunu söylüyorsak, bu ilmin karşıtı ve bir noksanlık sayılan cehalet sıfatından münezzeh olduğu anlamındadır) Ama bu iki konu hakkındaki nakli deliller ise oldukça fazladır, hatta mütevatir derecesindedir.”1
Birinci makamda yani yaratıcı ve yaratığın sıfatları arasında iştirak-i lâfzî olduğunun ispatı makamında da bir delil ortaya koymuş ve bu delilin en iyi delil olduğunu kabul etmiştir. Bu delilin başlıca koşulları ise şu esasa dayanmaktadır ki zat kendi kendine düşünüldüğünde bizzat kendisi olan şeydir ve sıfat ise kendisiyle birlikte olduğu takdirde başka bir halete bürünen şey demektir.
Misbah
Geçen misbahlar hiç şüphesiz kalp yüzünden karanlıkları giderdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiş oldu. Zat, sıfat ve isimlerin birbirinin aynısı olduğunu, Hak Teala’nın sıfatlarının zatına sonradan eklenen halet ve belirtiler olmadığını bilmiş oldun. Sıfatlar, feyz-i akdes ile vahidiyet makamında tecelli ve isimler ve sıfatlar elbisesinde zuhur etmekten ibarettir. Zatlarının batınında isimlerin hakikati ise mutlak gaybî hakikatten ibarettir. Önceki misbahlara müracaat edilecek olursa bu yüce arifin sözlerinde var olan problem de kendiliğinden halledilmiş olacaktır. Zira onun ortaya koyduğu delil, lafzî ve lügavi münakaşa mesabesindedir. Bu tür münakaşalar ise lügat ve etimoloji bilginlerinin görevidir. Kamil ariflerin bu tür tartışmalarla işi olmaz. Bu tür konulara girmesi şanına uygun değildir. Bu tür konular marifetullahın örtüsü ve Allah yolunun hırsızı konumundadır.
Ayrıca süluk ehli arif, bu tür sözler etmekle kaçındığı şeye yakalanmış olur. Zira bu durumda bir kimse ona şöyle diyebilir: Ey arif şeyh! Allah sana cennetin en yüksek derecelerinde yer kılsın, sen Hak Teala ile yaratıkları arasında iştirak-i manevi inancından kaçınan biriydin, Hak Teala hakkında teşbihe düşmemek için bu türlü tenzihe sığınan biriydin. O halde sana ne oldu ki, “sıfat nerede ve hangi varlıkta ortaya çıkarsa, o sıfata sahip olan şey, o sıfata sahip olmadığında içinde bulunmadığı bir halete bürünmüş olur” inancına kapıldın. Bu sözün tek dayanağı da şudur ki yaratıklarda, o da tümünde değil sadece madde ve heyula âleminde bu husus geçerlidir ve sıfatın mahiyeti böyledir. Bu, ismet ve taharet Ehl-i Beyt’inin sözlerinde1 ve hatta aziz Kur’an’da yer alan teşbih değil midir?2 Halbuki her ikisi de teşbihi nefyetmiştir ve sen de bundan kaçınıyordun. Dolayısıyla sonunda sıfatları nefiy örtüsünde kaçtığın şeye yakalanmış oldun. Allah-u Teala’nın, hakkında, “İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkâra) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.”3 Ve hakeza “De ki: "Allah” diye çağırın, “Rahman” diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O'nundur”4 diye buyurduğu sıfatları nefyetme durumuna düşmüş oldun. Büyük hikmet sahipleri ve velilerin (r.a) “Hak Teala’nın sıfatları zatının aynısıdır” sözlerinin senin dediklerinde aynı olduğunu mu sanıyorsun?
Onların maksadı şu değil midir ki hakiki vücud sahip olduğu ahadiyet-i cemî makamıyla bu makamda bütün farklılıklar barış içindedir, bütün kesretler vahdanî cemî hüviyetiyle cem ve birlik halindedir ve her türlü kesret şaibesinden münezzehtir. Bu büyük iş sebebiyle ilahi hikmet sahiplerinin dili konuşmaya başladı ve bu hakikati bilmek en büyük ilahi marifetlerden sayıldı ve buyurdular ki: “Yalın hakikat, ilahi vahdet-i cemî ile tüm eşya demektir.”5 Kamil arifler ise şöyle demişlerdir: Ahadiyet zatı, feyz-i akdes, yanî halife-i kübra ile vahidiyet makamında tecelli etmiş, sıfatlar ve isimler örtüsünde zahir olmuştur. Zahir ve mazhar arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Bir ihtilaf varsa da sadece itibarî bir ihtilaftır. Bu tür hakikatleri tartışmanın yeri burası değildir. Biz bu risaleyi başka bir amaçla kaleme aldık. Dolayısıyla asıl maksadımıza geri dönmek zorundayız.
Dostları ilə paylaş: |