Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə30/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   83

HİCRET


Peygamber Efendimizin, Mekke-i Mükerreme'den, Medine-i Münevvere'ye gitmesine hicret denilmektedir. Mekke müşriklerinin peygamberimizi ve dolayısıyle de, inananları rahatsız etmeleri nedeniyle, evvelâ Peygamberimiz ve Ebubekir Hazretleri Medine’ye hicret etmişler, bunu takiben de, Allah ve Resulüne inananlar Medine’ye göç etmişlerdir. Bu göç edenlere ‘muhacir’, muhacirlere ev ve gönüllerini açan Medine ahâlîsine de ‘ensar’ denilmektedir. Mekke’de iken İslâmiyet, lâyıkıyle yayılmazken, Medine’ye hicret edilince, İslâmiyet çığ gibi yayılmağa başlamıştır. Zâhirdeki hicretle İslâmiyet çok şeyler kazanmıştır.

Bizler de nefis âleminden rûh âlemine hicret yaptığımızda çok şeyler kazanmış olacağız. Nefis âlemindeki kişiler, dünya meşgaleleri, stresler vb. gibi bir çok müşküller yüzünden rahatsız olmakta huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürmektedirler. Peygamberimizin Medine’ye hicret edip de huzur ve mutluluğa ermesi gibi, bizler de Peygamber vârisi bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile rûh âlemine hicret ettiğimizde, ikilikteki huzursuzluk ve mutsuzluğumuzun sona erdiğini göreceğiz.

Kur’ân-ı Kerîm de Mekke âyetleri ve Medine âyetleri olarak iki yerde nâzil olmuştur. Mekke’de nâzil olan âyetler bizlere i’tikad, amel ve nefisle mücadele metotlarını öğretmektedir. Her türlü ikilikteki Allah’ın bütün tecellîlerini öğrenmemizi ve cihad etmemizi emretmektedir. Medine’de nâzil olan âyetlere baktığımız zaman da, Allah’ın Vahdâniyyet deryasında yaşam biçiminin uygulanması ve her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın fark dediğimiz şeriat gözlüğü ile şuhûd ederek, mutluluk ve saadet içinde dâimliği göstermektedir.

Şu halde Cenâb-ı Hakk bizlerden, Mekke ahâlisi olan nefis diyarından, Medine olan rûh diyarına hicret etmemizi istiyor. Bu da Ebubekir'in, Resûlullah'a tâbi olarak Medine’ye hicret ettiği gibi, O’nun vârisleri vasıtasıyla ve elbette bir merâtible mümkündür.

Kul ayrı, Allah ayrı iken, sefere çıkan bir sâlik, üç günlük ef’âl, sıfat ve Zât yolculuğunu yaparak hicret eder. Allah kuluna şah damarından daha yakındır. O halde hicret de kişinin kendinden kendine yaptığı bir seferdir. Yunus Emre'nin “Şeriat tarîkat yoldur varana, hakîkat mârifet ondan içeri” buyurdukları gibi bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. Hakk ve hakîkata hicret etmeyenler, ibâdetlerinde taklîdden öteye geçemedikleri için huzur ve mutluluğa kavuşamamaktadırlar. Onun için bu dört ilmin zâhir ve bâtınını tahsil edip, yaşamak gerekir. İşte o zaman hicret edilmiş olacağından Resûlullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra İslâmiyetin hızla yayılması gibi, bizlerin de gönül âlemine intikalimizle çok büyük zevk ve tebdilâtlarla mutluluğa sahip olacağımız muhakkaktır. Harabi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyurmaktadır:

Şer'i şerif inkâr edilmez amma

Şeriat var şeriattan içeri

Tarîkatsız Allah bulunmaz amma

Tarîkat var tarîkattan içeri

Gördüğün şeriat şeriat değil

Gittiğin tarîkat tarîkat değil

Hakîkat sandığın hakîkat değil

Hakîkat var hakîkatten içeri

Gel vech-i Harabi'ye eyle dikkat

Hakk’ın cemâlini görmek istersen rü’yet

Sadece Hakk var demek değildir mârifet

Mârifet var mârifetten içeri.

Demek ki, şeriat yalnız şekil olarak yapılan ibâdetler, emir ve yasaklardan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murat ettim. Bu halkı halk eyledim” buyuruyor. Zâtından halk dediği, bu Muhammed sıfatlarına tecellî ederek, onlardan da fiilleriyle kendisini şerh etmesi şeriattır. Her ne kadar şeriat Allah’ın emir ve yasakları ise de, tafsilât-ı Muhammediyye'de, Cenâb-ı Hakk’ın fark tecellîsini açığa çıkarmasından ibarettir.

Tarîkat da yol demektir. Bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. İlim yolculuğuna da tarîkat denir. Tarîkat, bizlerde ahlâk ve edeb güzelliğini tesis eder. Bu da ef'al-i İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiye zevkini tadanlarda hâl ile kendisini gösterir. Yoksa isim olarak söylenen şu veya bu tarîkat şeyhlerine tâbi olmak değildir.

Hakîkat ise Kur’ân’ın veya insanın sırlarına vâkıfiyettir. Her şeyin hakîkatini bilmek ve olmaktır. Her şeyin hakîkatini ilimle bilmek değil, bizzat kendinden kendine şuhûd ve müşâhede etmektir. Eşyanın hakîkati ef'al-i İlâhîyedir. Ef'alin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir. Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de Zât-ı İlâhiyedir. Şu halde, eşya Hakk değil, eşyanın hakîkati Hakk’tır. İşte bunu böyle zevk edebiliyorsak hakîkat içindeki hakîkati de zevk etmiş oluruz.



Mârifet zâhirde, az bir işi veya bir fiili mârifetiyle çoğaltmak, sanatın üstünlüğünü göstermekte ise de, mârifet sıfat ve esmâ ilmidir. Cenâb-ı Allah’ın Zâtından cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar mazharlarından nâmütenâhi esmâlar alarak, şeklinde, renginde, tadında, kokusunda, tabiatlarında, sonsuz değişikliklerle ressamlığını, mühendisliğini, nakkaşlığını sergilemesidir. Görüldüğü gibi şeriat basamağından dört merdiven çıkarak yani hicret ederek, nefis müşrikliğinden kurtulup, Medine’de ensarın arasında mutluluğa kavuşmak bizim hicretimiz olacaktır. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime bu hicreti nasîb etsin. Âmin.

HIZIR (A.S.) KİMDİR


Hızır demek “hazır” demektir. Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olan merâtib-i hayat sahibidir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri olan zâhir ve bâtın, bütün müşküllerimizi halleden, Allah’ın görevli kıldığıdır. Bu ne demektir. Tevhîd mertebelerinin tamamına vâkıf olup, esfel olan bu dünya üzerinde ikilikte bulunanlara, her an hâzır ve nâzırlığı ile yol gösteren, onların sırat-ı müstakîmde ilerlemeleri için her ne gerekiyorsa yardımcı olan Allah’ın mübârek kullarındandır. Sûret ve esmâ yönü ile bu âlemden göçseler bile, letâfet âleminde de rûhların seçilmişlerinden olmaları nedeniyle diri olarak dâima görevdedirler. Onlar bizler gibi fiziksel bedenle kayıtlı değildirler. Tayy-ı zaman ve tayy-i mekân olan zamansızlık ve mekânsızlık durumunda oldukları için, bir vakitte bir çok yerde bulunmaları mümkündür. Hatta bazı şuhûd ve keşif sahibi evliyâların bunlarla görüştükleri bilinmektedir. Kesâfet ve letâfet âlemlerine vâkıfiyetleri nedeniyle, bizlerin bilmediği bir çok sırlara ve olağanüstü mârifetlere Cenâb-ı Hakk tarafından sahip kılınmış olmaları onların kesâfet ve ervâh âleminde yetki sahibi olduklarını gösterir. Dünya ve ukbâya ait Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olmaları nedeniyle, insanlar tarafından, bazen Hakk Mürşîdi, bazen Hızır, bazen de evliyâ olarak vasıflandırıldıklarını görüyoruz. Bunların hepsi de doğrudur. Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde anlatılan kıssadan da anlayabileceğimiz gibi, Ulûlazîm peygamber olan Musa (A.S.) ilm-i ledün sahibi olmasına rağmen bazı şeyleri göremezken, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kerâmet-i kevniyye tecellîleriyle, Musa’nın göremediği bazı şeylere Hızır’ın vâkıf olduğunu göstermiştir. Halbuki Musa Ulûlazîm bir peygamber, Hızır ise bir velîdir. Musa’nın bilmediği kevniyye tecellîleri O’nda zuhûr etmemiş olsa idi Cenâb-ı Hakk gönderir miydi. Onun için merâtib-i hayat olarak bilinen Hızır, bekâ âlemleri olan rûhlar âlemine vâkıfiyetleri nedeniyle, melekût âleminden, mârifet âleminden, lâhut âleminden bizlere kevniyye tecellîlerinden de haber getirirler. Onlar dâima hayydırlar. Gittikleri yerlerin yeşermesi de, gönüllere ekilen Muhammedî tohumunun yeşermesi gibidir. Zaten ancak diri olan ölüyü diriltebilir. Yoksa ölü ölüyü diriltemez. Ölümsüzlük suyu olan ab-ı hayatı içmiş, nasibi olup da içmek isteyenlere de dâima içirmekte olan Allah’ın mübârek kullarıdır. Resûlullah Efendimiz bir Hadisinde: “Musa Hızır’a biraz daha sabretmiş olsa idi, O’ndan çok şeyler öğrenecekti.” buyurmuşlardır.

Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin