İZLAM Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak.
İZMAM Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma.
İZMAR (Bak: Izmar)
İZMİHLAL Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
İZMİHRAR Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması.
İZMİL Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak.
İZN (İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak.
İZN-İ ÂMM Herkese müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.
İZNİLLÂH Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni.
İZİNNAME f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı.
İZNAB Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma.
İZRA' Korkutma. * Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme. * Altun arama.
İZRA' Arşınlama, ölçme.
İZYAN Süslenme, donatılma.
İZZ Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim.
İZZ Ü ŞEREFLE Güle güle, uğurlar olsun.
İZZET Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
İZZET-İ NEFİS Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.(Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. M.)
İZZET-İ İSLÂMİYE İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti.
İZZETLÛ Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan.
İZZÎ Tahammüllü, sabırlı kimse.
İZZÜ-D-DEVLE Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.
İZZ-ÜD-DİN Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.
J Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında "" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder.
JAJE f. Bâtıl, edebsizce olan söz.
JAJHA f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan.
JAJHAYAN f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar.
JAJHAYÎ f. Mânâsız söyleyicilik.
JAJHOR f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan.
JAJÎ f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli.
JAKETATAY Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket.
JALE f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem)
JALE-İ EŞK Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı.
JALEDAR f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış.
JALERİZ f. Çiğ saçan, kırağı saçan.
JANDARMA Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker.
JAR Zaif, takatsiz, bitkin.
JARDİNİYER Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya.
JARTİYER Fr. Çorap bağı.
JEAN Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli.
JEGALE f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği.
JEGAND f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi.
JEGAR f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra.
JEH f. Siğil, sivilce.
JELATİN Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt.
JENDE f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde.
JENDEPUŞ f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir.
JENG f. Pas, küf, kir.
JENG-ÂLUD Paslı.
JENGAR f. Kir, küf, pas. * Bakır pası.
JENGARÎ f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya.
JENG-BAR f. Pas saçan.
JENG-BESTE f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş.
JENGDAN f. Çan. Çıngırak.
JENG-DAR f. Küflü, paslı, kirli.
JENGELE f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak.
JENG-PEZİR Paslı, küflü, kirli.
JENG-YAB f. Paslı, küflü, kirli.
JENK Yüzde hâsıl olan buruşukluk.
JEOLOĞ yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan.
JEOLOJİ yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
JERD f. Çok yiyen, obur.
JERF (JERFA) f. Derin. Suyun derin yeri.
JERFBÎN f. Dikkat sâhibi, dikkatli.
JERFÎ f. Derinlik.
JERFİN f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak.
JEST Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket.
JETON Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır.
JEY f. Göl. * Irmak.
JIYAN f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.)
JİK f. Yağmur damlası. * Kirpi.
JİKASE f. Kirpi.
JİLE Yelek.
JİMNASTİK (Bak: Cimnastik)
JİMNAZ Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.
JİR f. Göl. Havuz.
JİRNET Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.
JİVE f. Civa.
JİYAN f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.)
JÖN TÜRK Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim.
JUN f. Sanem, put.
JURNAL Fr. İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor.
JÜGAL f. Kömür. Maden kömürü.
JÜLİDE f. Dağınık, perişan, karma karışık.
JÜRİ ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.
K Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
KA' (C.: Akva') Düz yer.
KAA Ev avlusu.
KAA' Acı su.
KAAKI' Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
KAAN Hükümdar, hâkan.
KAARET Derinlik.
KAARET-İ DERYÂ Denizin derinliği.
KAAS Boynu göğüse girmek.
KAAT Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
KA'B Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği. * Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük. * Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim.
KA'B (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.
KAB Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.
KAB-I KAVSEYN İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.)
KA'B (C.: Kıâb) Ağaç çanak.
KAB' Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
KA'B Yemek yemek. Su içmek.
KABA' (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
KABA-YI ÂHENİN Demirden yapılmış elbise. Zırh.
KABAÇE f. Entari. Hafif giyecek.
KABADAYI Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.
KABAHÂT (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
KABAHAT Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
KABAİH (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
KABAİL (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
KABAİL-İ ARAB Arap kabileleri.
KABAKULAK Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
KABALE Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
KABAS Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
KABA'SER (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
KABATÎ (Kıbtî. C.) Çingeneler.
KABAZA Hız. Sür'at.
KABB İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
KABBA İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)
KABBAN Büyük terazi, baskül.
KÂBBE Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
KABBE Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
KABCE (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
KABE Usanmak, bıkmak. * Kırılmak.
KABE Yumurta.
KÂ'BE (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz.
KÂ'BE-İ KEMALÂT Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.
KÂ'BET-ÜL ÂMÂL İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer.
KÂ'BET-ÜL ULYÂ şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.
KABELE (C.: Kıbel) Göz boncuğu.
KA'BERÎ Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
KABES Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
KABET Kederli ve ıztırablı olma.
KÂ'BETEYN İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
KABINA SIĞMAMAK t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
KABIZ Kabzeden, tutan.
KABIZ-I ERVAH Ruhları kabzeden Hz. Azrail.
KABIZ-I MÂL Tahsildar.
KABİA Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
KABİH (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
KABİH-ÜL VECH Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.
KABİHA (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
KÂBİ' Dolu kap.
KABİL Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.
KABİL-İ EMÂNET İnsan.
KABİL-İ GAYR-İ TELAKKUH Gebeliği mümkün olmayan.
KABİL-İ HİTAB Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.
KABİL-İ İNKİSAR Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.
KABİL-İ KIYAS Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan.
KABİL-İ NESH Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.
KABİL-İ TEMYİZ Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar.
KABİL Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.
KABİLE Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.
KABİLE Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı.
KABİLİYET Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
KABİN f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
KABİNE Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
KABİR Büyük, ulu.
KABİR (Bak: Kabr)
KABİS Hızlı giden at. Süratli at.
KABİS Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi.
KABİSA Parmak ucuyla yenen şey.
KABİSE Üveyik kuşu.
KÂBİSE Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
KABKAB Karın, batn.
KABKABA Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
KABKABA-İ İBİL Devenin bağırması.
KABKABA-İ ŞİR Arslanın kükremesi.
KABL Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
KABL-EL BÜLUĞ Büluğdan evvel.
KABL-EL MİLÂD İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel.
KABL-ET TAAM Yemekten önce.
KABL-ET TELAKİ Buluşmazdan önce.
KABL-EL VUKU' Vuku'dan evvel. Olmadan evvel.
KABL-EL VÜCUD Gelmeden önce.
KABL-EZ ZEVAL Öğleden önce.
KABL-EZ ZUHR Öğleden evvel.
KABL-EZ ZUHUR Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.
KABLÎ İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
KABLO Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
KABOTAJ Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
KABR (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
KABR-İ HÂMUŞ Sessiz mezar.
KABRİSTAN f. Mezarlık.
KABS Parmak ucuyla yemek.
KABS Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek.
KABSA Başı büyük ve sivri olan kadın.
KABT El ile bir şey toplamak.
KABTARÎ Yünden dokunan bir elbise.
KÂBUK f. Yuva. Kuş yuvası.
KABUK Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
KÂBUL Avcıların kemendi.
KABUL Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
KABUL-İ ADEM Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.
KABULGÂH f. Kabul yeri.
KABURGA Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.
KABUS Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
KABZ Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
KABZ-I RUH Ruhun alınması. Ölmek.
KABZA Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
KABZA-İ TÎG Kılıncın kabzası, sapı.
KABZIMAL Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
KABZ U BAST Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.
KÂC f. Küçük bir çeşit çam.
KAD Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.
KÂD Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.
KÂD f. Hırs, tamahkârlık.
KA'D Çuval.
KAD' Men etmek, engel olmak.
KADAH Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.
KADAH Küçük toprak çanak.
KADANA Forsaların ayağına vurulan zincir.
KADASTRO Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
KADD Boy, bos.
KADD-İ BÂLÂ f. Yüksek, uzun boy.
KADD-İ BÜLEND f. Uzun, yüksek boy.
KADD-İ MEVZUN Mevzun boy, biçimli boy.
KADD-İ MÜSTESNA Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.
KADD Ü KAMET Boy bos.
KADDA' şiddetli.
KADDAH Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
KADDAHE Çakmak taşı.
KADDESALLAH Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
KADDESE Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)
KA'DE Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.
KADE Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.
KA'DEL Yağhane sepeti.
KADEM Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
KADEM-BUS f. Ayak öpen.
KADEME Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
KADEME-İ ULÂDA İlk basamakta. Başlangıçta.
KADEME KADEME Basamak basamak, derece derece.
KADEMÎ Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
KADEMİYYE Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
KADEMKEŞ f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
KADEMNİH f. Ayak basıcı.
KADEMNİHADE f. Gelmiş, ayak basmış olan.
KADEMRAN f. Adım atan, ilerliyen.
KADEMRENCE f. Lütfen kabul, tenezzül.
KADER Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.)
KADER-İ İLÂHÎ Allah'ın takdiri.
KADERÎ Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
KADERİYE "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
KADH Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
KADIM(A) Kemirici hayvan.
KADIRGA Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.)
KADIZ Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
KADÎ Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
KADÎ-ÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)
KADİ-L KUDAT Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.
KADÎB (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
KADÎD Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
KADİH(A) (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
KADÎH Tencere dibinde arta kalan.
KADÎ İYAZ Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur.
KADİM (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
KADÎM Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
KADİME Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
KADÎMEN Eskiden beri. Kadim olarak.
KADÎMÎ Eskiden beri var olan. Eski.
KADÎ NAİBİ Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
KADİR Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
KADÎR Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)(İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelâli de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebediden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana Hakiki Ma'bud olacak; yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakim-i Zülkemâl olabilir. S.)
KADİR ALAYI Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
KADİR-AŞİNA Değer ve kadir bilen.
KADİRDAN f. Kadirbilir. Değerbilir.
KADİR-DANLIK Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.
KADİR-ENDAZ f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
KADİR GECESİ (Bak: Leyle-i Kadir)
KADİRÎ Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
KADİR-ŞİNAS f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
KADİYE Azlık. Az cemaat.
KÂDİYE Soğuk. * Afet, belâ.
KADKEŞİDE f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
KADR İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
KADR SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
Dostları ilə paylaş: |