“CROSS-FOSTERİNG”
“Şimdiye kadar yapılan birçok araştırmada, farklı çevre koşullarının doğum öncesi ve sonrası gelişme üzerindeki etkileri, bu koşulların özellikle yetişkinlerin daha sonraki davranış repertuarları, onların nörofizyolojik ve nöromorfolojik farklılaşma süreçleri üzerin-deki etkileri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Annenin hamilelik süresinde maruz kaldığı psikolojik baskılar (hastalıklar, metabolik bozukluklar, hormonel değişiklikler, ya da beslenme yetersizliği gibi nedenler), bunların ortaya çıkış zamanına ve derecesine bağlı olarak, hücre bölünmesi, hücrelerin bir yerden başka bir yere göçleri, sinir hücreleri uçlarının (dendritlerin, aksonların) çıkışı ve bunların hedeflerine doğru gelişmeleri, yeni sinaptik bağlantıların oluşması veya gereksiz olanların silinmesi süreçleri üzerinde çok önemli etkilerde bulunabilir”.
“Adına Cross-Fostering denilen bir tekniğin yardımıyla, genetik dispozisyonlarla, doğum öncesinde (pränatal) ve sonrasında (postnatal) geçerli olan çevre koşulları arasındaki karşılıklı etkileşmeleri oldukça açık bir şekilde açıklamak mümkündür. Buna göre, daha kompetent ve dikkatli olduğu bilinen bir nesilden gelen bir fareyle, bunun tersi özelliklere sahip olduğu bilinen bir fare doğumdan hemen sonra değiştirilmiş, bir anneden alınan yavru diğer annenin yanına, diğer yavruların arasına konulmuştur. Burada amaç, yeni doğan bir fare yavrusunun sahip olduğu özelliklerin onun genlerinden mi kaynaklandığı, yoksa sahip olduğu deneyimlerle mi ilgili olduğunun tesbitidir. Yapılan bu türden deneylerin sonunda açıkça görülmüştür ki, örneğin annelik duygusu, annenin yavrularıyla ilgili olarak gösterdiği dikkat gibi kompleks yeteneklerin genetik yapıyla hiçbir ilgisi yoktur”.
“Öte yandan, belirli davranış biçimlerinin, yeteneklerin gelişmesinde ana karnındaki koşulların ne ölçüde rol oynadıklarını araştırmak için de, araştırmacılar, bu kez yeni doğan bebekleri değil, daha ana karnına yeni düşen döllenmiş yumurtaları-embriyoları değiştirme yöntemini kullanmışlardır. Bu araştırmada da gene iki ayrı generasyondan gelen ve farklı davranış biçimlerine sahip olan anne fareler kullanılmıştır. Birinci türe dahil olan fareler, yeni bir ortama girdikleri zaman bu yeni çevreye uyum sağlayabilmek için daha fazla zamana ihtiyaç duyan, daha dikkatli bir türden gelirken, diğer fareler, mekânsal açıdan daha kolay yön bulabilen, bulundukları ortama daha çabuk uyum sağlayabilen, içgüdülerini daha iyi kontrol edebilen bir türe ait olarak bilinmektedir. Bu durumda, değiştirilen embriyoların daha sonra, doğumdan sonraki davranışları incelendiğinde, bunların genetik olarak ait oldukları ilk türün özelliklerini değil, daha sonra içinde-ana karnında geliştikleri diğer türün özelliklerini aldıkları görülmüştür. Böylece, bir türün, görünüşe bakılırsa genetik olarak programlandığı düşünülen davranışlarının, örneğin yeni bir ortama girince sahip olduğu uyum ve öğrenme yeteneğinin, genetik olmayıp, onun ana karnında içinde geliştiği ortamla ilgili olduğu anlaşılmıştır. Bu tür deneylerin en ilginç yanı, hem prä, hem de postnatal olarak (yani hem doğum öncesinde, hem doğum sonrasında) diğer türe ait bir anne tarafından yetiştirilen farelerin, sonunda, genetik olarak ait oldukları anneleriyle değil, onları doğuran ve büyüten üvey anneleriyle aynı karaktere sahip olmalarıdır. Bir neslin belirli bir davranış biçimine sahip olabilmesi, ancak doğum öncesi ve sonrasındaki deneyimlerin bir bütün olarak etkide bulunmasıyla mümkün olmaktadır” [8,9].
Doğuştan olan bir şeyin mutlaka genetik olarak programlanmış olması gerekmez. Bu açıdan, özellikle aynı yumurtadan ikizlerin davranışlarının ve kişiliklerinin genetik olarak programlanmış olduğuna yönelik açıklamalar da yeniden gözden geçirilmek zorundadır. Aslında bir özelliğin genetik mi, yoksa çevre koşullarının etkisiyle mi ortaya çıktığını bunları biribirlerinden ayırarak söylemek imkansızdır. Çünkü her özellik bir üründür. Çevreden gelen informasyonların hammadde olarak alınıp mevcut-varolan bilgiyle işlenilmesi sonucunda ortaya çıkar, oluşur. Siz burada, ham maddeyle onu işleyen bilgiyi biribirinden ayırarak ele almaya kalkarsanız ortada ürün diye birşey kalmaz. Her ürün bir çocuktur, ve her çocuğun da bir annesi bir de babası vardır. En fazla, çocuk en çok kime benziyor diye espri yapılabilir o kadar! Çünkü, taraflardan birini andıran bir özellik bile, gene iki tarafın etkileşmesinin bir sonucudur.
AYNI YUMURTA İKİZLERİ SORUNU
Şimdiye kadar bu konuda birçok araştırmalar yapılmış, değişik koşullar altında gelişen-büyü-
yen birçok aynı yumurta ikizi incelenmiştir. Ortaya çıkan sonuç şudur: Çok az da olsa daima bunların aralarında belirli farklar bulunmaktadır. Yani, aynı genetik yapıya sahip oldukları halde, aynı ana rahminde geliştikleri, aynı aile ortamı içinde büyüdükleri halde, hiçbir zaman bunların ikisi de aynı kişiliğe sahip olmazlar. Neden?
Benim hep, dönüp dolaşıp altını çizmeye çalıştığım bir nokta var ki, o da şu: Olayları ve süreçleri günlük hayatın akışı içinde alıştığımız tarzda, mekanik olarak ele alıp incelemeye çalıştığımız sürece belirli bir sınırın ötesine geçemeyiz! Kapının önüne parkettiğiniz arabanın “evi temel alan koordinat sistemine göre” evden beş metre ötede olduğunu söyleyebilirsizin. Bu, günlük hayatınızda size yararlı olan pratik bir çözümdür de. Ama işin bu yanını unutur da, koordinat sistemi olayını mekanikleştirerek, Einstein’ın dediği gibi, “her katı sabit cismi bir koordinat sistemi olarak” düşünmeye başlar, mekanik dünyanın değerlerini mutlaklaştırmaya kalkarsanız, o zaman iş değişir! İşte sınır tam bu noktadadır! Ama siz eğer sınırın beri tarafında kalmak istiyorsanız, yani hiçbir zaman görünenin ötesine geçmek istemiyorsanız, o zaman bu sizin sorununuzdur. Gelir hep o sınır çizgisine dayanırsınız ve orada kalırsınız.
“Aynı yumurta ikizleri” diyoruz. Yani ikisi de genetik olarak aynı yapıya sahip bunların. Ve aynı ana rahminde gelişiyorlar. Yani, embriyonal ve fetal gelişme süreçleri “aynı ortamda” geçiyor. Doğduktan sonra da “aynı aile ortamında” yetişiyorlar. Toplumsal çevre de “aynı” yani. Ama gene de farklı kişiliğe sahip oluyorlar bunlar, neden? Bu konuda araştırma yapan “bilimadamlarının” herşey aklına geliyor da bir tek şey gelmiyor! O da şu: Ana karnında birarada gelişen bu ikizler bir patates çuvalındaki patatesler gibi biribirlerinden bağımsız olarak gelişmiyorlar! Bunlar, ana karnında karşılıklı ilişki içinde, bir bütünü oluşturacak şekilde, sistem ilişkisi içinde gelişiyorlar. Bu ne mi demek?
İkizler, daha o ilk oluşum anıyla birlikte, ana rahminde, bir yandan iki embriyo olarak çev-reyle ilişki-etkileşim içinde gelişmeye çalışırlarken, diğer yandan da, rahimdeki konumlarına göre karşılıklı ilişki içinde bir bütünü oluşturarak da gelişirler. Yani aralarında, daha başından itibaren çevreden gelen madde-enerjiyi-informasyonu alma ve bunu işleme konusunda belirli bir görev bölüşümü oluşur. Ve öyle olur ki, ikizlerden biri, ikisini de ilgilendiren ve onları bir sistem haline sokan informasyonun alınması, ona karşı ortaklaşa oluşturulacak reaksiyon modelinin belirlenmesi konusunda öne çıkarken, diğeri de, ilişkinin-sistemin birinciye bağımlı, uygulayıcı-tabi unsuru olarak gelişir. Bunun sonucu olarak da, aradaki ilişkiyi-sistemi temsil ettiği için, birinci daha dominant, diğeri de daha pasif bir kişiliğe sahip olur.
Ama bir nokta daha var. Karşılıklı ilişki içinde ortaya çıkan bu görev bölüşümünün yanı sıra, bir de, özellikle ilişkide pasif konumda olanın, bu ilişkinin ve görev bölümünün dışında kalan alanlarda kendisine üstünlük sağlayacak başka yetenekler geliştirmesi olayı vardır. Kişiliğinin karşılıklı ilişki içinde gelişmeyen yanlarını başkalarıyla olan ilişkilerde, başka yetenekler geliştirerek tamamlamaya çalışır o da. Yani olay tamamen ikizlerin kendi aralarındaki ilişkiyle ilgilidir. Görev bölüşümüyle ilgilidir. Kişiliklerinin başkalarıyla olan ilişkilerde alacağı yönü de gene aradaki bu ilişki belirliyor. Aradaki bu görev bölüşümünün nasıl oluştuğu ise, tamamen tesadüfi. İki embriyonun ana rahminde bulundukları yere bağlı. Tamamen tesadüfi olarak gerçekleşen, bu pozisyona bağlı konumdan dolayıdır ki, embriyolardan biri çevreden gelen etkileri-informasyonları alma ve ortak reaksiyon geliştirme konusunda öne çıkarken, bu fonksiyonu onu aradaki ilişkinin temsilcisi konumuna da taşıyor. Diğeri de bu nedenle, daha pasif, birincinin aldığı kararları uygulayan, ona tabi olan haline geliyor.
“Cathy ve Rosy aynı yumurta ikizleridir. Doğumun gerçekleştiği anda Cathy ve Rosy arasındaki tek fark, Cathy’nin kardeşine göre biraz daha ağır-kilolu doğmasıdır. On sekiz yıl boyunca ikizlerin gelişmesini gözleyen Rene Spitz başlangıçtaki bu önemsiz görünen farkın daha sonraki gelişme sürecini de nasıl etkilediğini hiç tartışmaya yer bırakmayacak şekilde şöyle açıklıyor: Diğerine göre daha kilolu doğan Cathy yürümeyi daha çabuk öğrendi ve daha iyi bir motorik geliştirdi. Çok aktifti, iki yaşına kadar geçen süre içinde etrafındaki dünyayı araştırma sürecinde olağanüstü yoğun bir çaba içinde oldu. Diğer ikiz Rosy ise bütün bu alanlarda Cathy’e ayak uyduramadı. O da, ilgi alanını diğer insanlarla ilişkiler üzerine yoğunlaştırdı. Konuşmayı erken öğrendi, diğer insanlarla ilişki kurma konusunda büyük bir ustalık kazandı. Çekici ve sempatik bir kişiliğe sahip oldu. Böylece, beş yaşına kadar geçen süre içinde, ikizlerden birinden, güçlü bir motoriğe sahip bir sanatçı kişilik çıkarken, diğerinden de, terim yerindeyse bir sosyalsanatçı ortaya çıkmış oldu. İkizlerin kişiliğine ilişkin bu farklılık daha sonraki yıllarda da sürdü, öyle ki, bu, daha sonra onların mesleki olarak gelişme çizgilerini de belirleyen başlıca unsur oldu”[8,9].
Dostları ilə paylaş: |