ÇEVREYE UYUM NEDİR
Bir yandan, benlik-self dediğimiz varoluş instanzının, çevreden gelen etkilere karşı canlıların reaksiyon geliştirebilme yeteneği olduğunu söylüyoruz; diğer yandan da, çevreyle ilişkilerde uyumdan bahsediyoruz. Uyum nedir, çevreye karşı reaksiyon göstermek nedir; reaksiyon göstererek mi uyum sağlanıyor?
Hiç bilmediğin, tanımadığın kişilerden oluşan bir ortama giriyorsun. Böyle bir ortama uyum sağlayabilmek ne demektir? Ya da, doğma büyüme bir sıcak ülke çocuğuyken soğuk bir ülkeye göç etmek zorunda kalıyorsun. Yeni koşullara uyum sağlayabilmek ne demektir? Veya, bir fareyi yeni bir kafese koyuyorsun, farenin bu yeni kafese uyum sağlayabilmesi ne demektir?
İkinciden başlayalım. Göç ettiğin daha soğuk olan ülkeye alışabilmek, buradaki koşullara uyum sağlayabilmek bir öğrenme olayıdır. Eğer burada, soğuk havayla birlikte çevreden gelen informasyonu alarak, sahip olduğun bilgiyle bunu işleyip, daha korunaklı bir evde oturmak, daha kalın giysiler giymek vs.gibi bir reaksiyon geliştirebiliyorsan, bu, çevreye uyum sağlayabiliyorsun, yeni çevre koşullarını öğrenmeye başlamışsın demektir. Aslında tabi buradaki öğrenme olayı öyle birden, hiç yoktan gelişmiyor. Daha önce, sıcak ülkedeyken de çevreyle uyum halindeydin. O zaman da, çevreden sıcak havayla birlikte gelen informasyona karşı daha az korunaklı bir evde oturarak, giysilerini ona göre daha serin tutacak şeylerden seçerek karşılık veriyordun. Hava biraz serinleyince, biraz daha kalın şeyler giyiyordun vs. Yani bir ön bilgin vardı. Ama daha sonra yeni koşulların içinde yaşamaya başlayınca, somut olarak oradaki çevrenin ne anlama geldiğini gördün ve eski bilgilerinin üzerine yeni bilgiler de ekleyerek yeni koşulları öğrenmiş oldun. Olay bir yanıyla bir etki-tepki sorunudur. Sonuç olarak da, yeni bir denge durumu çıkıyor ortaya. Dışardan gelen etkiye karşı bir tepki oluşturarak, oluşturabildiğin ölçüde varoluyorsun. Tepkiyi oluşturabilmen için de önce etkiyi somut haliyle tam olarak tanıman gerekiyor. Tanımak ise onu kendi içinde temsil etmektir. Yani ona ilişkin bilgiyi üreterek onu muhafaza edebilmektir.
Ana rahmine düşen embriyonun yaptığı da bundan farklı birşey değildir. İçinde bulunduğu çevre ne ise, sahip olduğu bilgilerle-yeteneklerle- bu çevreden gelen etkilere karşı reaksiyonlar oluşturarak bir denge kurmaya, ortama uyum sağlamaya çalışır o da. Ama bu işleri yaparken, embriyonun, yetişkin bir insan gibi örneğin sırtına daha kalın bir elbise giymesi, veya daha korunaklı bir eve taşınması falan söz konusu değildir! Embriyo, çevreye uyumun gerektirdiği reaksiyonları, biyolojik varlığına buna uygun şekiller vererek, bu reaksiyonları kendi maddi varlığıyla temsil ederek yerine getirir. Yani, çevreden gelen etkiler yönünde gen açılım faaliyeti yaparak-gelişerek oluşur, bu şekilde çevreye uyum sağlamaya çalışır. Sürekli stres ortamında gelişen bir embriyo, biyolojik olarak, bu etkiye karşı bir tepki olarak, onunla bir denge kurabilecek şekilde gelişir. Damar sisteminden kalp atışlarına, midesinden beynine kadar bu ortama bir reaksiyon olarak gelişir. Ha, o bu şekilde gelişirken gene yol haritasının üzerinde kalır, yani gene DNA’larındaki programa göre gerçekleşmektedir yolculuk. Ama embriyo, genetik haritayı izleyerek hedefe doğru giderken, yol boyunca karşısına çıkan koşullara uyum sağlayarak ilerlemiş olur. Olay budur.
BİRLİK İÇİNDE İKİLİ VAROLUŞ
Embriyo, yumurta kanalından rahme girdiği zaman, 16 hücreden oluşan, su altı botu gibi minik bir sistemdir. Bundan sonraki bölünme ve farklılaşma süreci bütün hızıyla burada-rahimde devam eder. Bunun sonunda da, iç kısımdaki hücreler daha sonra gerçek embriyonun ortaya çıkacağı (embriyo haline gelecek olan) “Embriyoblast”ı oluştururlarken, dış kısımdaki hücrelerden de “Plazenta” ortaya çıkar. Artık bundan sonra, embriyo, aynı bütünü oluşturan iki parça olarak gelişmesini sürdürecektir. Burada önemli olan, daha sonra gelişerek fetüs haline gelip doğacak olan embriyonun bütün varoluş fonksiyonlarının içinde gerçekleştiği plazentanın, anneye ait, yani annenin genetik yapısına ait bir organ olmayıp, bizzat embriyoya ait bir “eş” olduğudur. Embriyologlar mevcut “keim”ı bu aşamada “Blastozyste” olarak isimlendiriyorlar. Çünkü o bir köpüğe (Blase) benzer ve orta kısmında da sıvıyla dolu bir boşluk vardır.
Embriyonun, içinde bulunduğu mekâna bağlanma, bu arada da, beslenmek için gıdalara vs. ihtiyacı vardır. Rahmin etrafındaki tabaka bu iş için çok uygundur. Ancak, embriyonun “Endometricum” adı verilen bu tabakaya (Schleimhaut) bağlanabilmesi (Einnistung) için embriyonal gelişme ile bu tabakanın farklılaşma süreçlerinin biribirine sinkron (eş zamanlı) hale gelmeleri gerekir. Bir çok hayvan için olduğu gibi insanlarda da rahmin bu iş için uygun olduğu belirli bir an vardır. Rahmin bu alıcı hassas evresi annenin salgıladığı belirli hormonlarla düzenlenir. Bunu, embriyonun ve Endometricum’un üzerlerinde, bağlantıyı sağlayacak belirli moleküllerin oluşması izler. Döllenmeden tam altı gün sonra bütün bu işler bitmiş olur ve “Trophoblast” aşamasına ulaşılır. Hücreler büyük bir hızla bölünürler ve doku rahme mümkün olduğunca yapışır [8,9].
Plazenta (embriyonal eş) sadece embriyonun besin kaynağı değildir, o, aynı zamanda bütün embriyonal varlığın içinde geliştiği bir ortamdır da. Üçüncü haftadan itibaren plazenta ile embriyo arasında bir “göbek bağı” oluşur. Plazenta, rahme kök salmış, sürekli kollara ayrılan bir damarlar ağı şekline dönüşmeye başlar. Çeşitli hormonlar ve bağışıklık molekülleri üretir. Hamileliğin devamına yarayan ve onu koruyan maddelerdir bunlar. Bunun yanı sıra, annenin kan dolaşımında bulunan bazı maddelerin direkt olarak embriyo tarafından alınmasını da engeller. Çocuk, annenin kanından oksijen, besinler ve sıvılar-su alır. Öte yandan atık maddeleri de gene buraya verir. Çocuğun ve annenin kan dolaşımı sistemleri sadece ince bir zarla biribirinden ayrılmaktadır. Bu zar belirli ölçüde bir filtre rolü oynar. Ancak bu arada çocuk için zararlı birçok maddelerin de buradan içeri girdikleri bilinmektedir. Alkol, nikotin, uyuşturucular ve daha birçok maddeler de buna dahildir.
Hamilelik geliştikçe plazentanın yaptığı birçok işleri bizzat embriyonun kendisi yapmaya başlar. Doğuma yakın zamanlarda da plazenta iyice küçülür. Annenin inkârı olarak doğan çocuk, bu arada, kendi oluşum sürecinin diyalektiğine bağlı olarak, kendi inkârını da gerçekleştirir. Kabuk kırılır, civciv doğar!
Plazentayı eskiyle yeni arasındaki “bağlantı kayışı” olarak görmek gerekir. Eskinin, yani mevcut olanın kendi içinde yeniyi nasıl geliştirdiğini anlayabilmek için mükemmel bir örnektir o. Onu, feodal toplumun bağrında oluşan ve gelişen bir ortaçağ “kent”ine de benzetebiliriz! Kendi içinde kapitalist toplum bebeğini barındıran bir ortaçağ kentinin diyaleiktiğidir plazentanın diyalektiği de. Sürece dışardan baktığımız zaman, o an objektif bir gerçeklik olarak varolan toplum feodal toplumdur. Feodal üretim ilişkileriyle biribirlerine bağlı olan insanlar, çevreyle etkileşerek, kendilerini ve içinde bulundukları toplumu üretmektedirler. Kent toplumu henüz daha kapitalist bir toplum olarak objektif bir gerçeklik konumunda değildir. Kent, kent toplumunun içinde geliştiği, ana rahmi gibi kontrollü bir çevredir; bir gelişme platformu olduğu kadar bir öğrenme platformudur da o. Kentin içinde doğan ve gelişen yeni toplum ve onun güçleri-sınıflar bu kontrollü çevre içinde, o anın gerçekliğine uygun olarak gelecekteki rollerinin pratiğini de yaparlar, yani o anın pratiği içinde gelecekteki rollerini öğrenmeye çalışarak gelişirler. Aynen bir embriyonun yaptığı gibi yani! O loncaları düşününüz, usta-kalfa-çırak ilişkilerini. Bunlar toplumsal genetik açısından feodal topluma ait şeyler değildir. Ama henüz daha kapitalist ilişkiler de değildir bunlar. Ne var ki, kapitalist toplumun insan ilişkileri (işveren-işçi ilişkileri) bu usta-çırak ilişkileri pratiği içinde öğrenilerek gelişecektir. Yoksa nereden çıkmıştır daha sonra o kapitalist toplumlar? Burjuvalar ve işçiler bu rollerini ne zaman-nerede öğrenerek gelişmişlerdir de kapitalist toplum doğmuştur27.
Dostları ilə paylaş: |