Orijinal adı: Şerh-i Hadis-i Cunud-i Akl ve Cehl Merhum İmam Humeyni (r a)



Yüklə 1,28 Mb.
səhifə9/66
tarix24.02.2018
ölçüsü1,28 Mb.
#43328
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   66

Nükte


Akıl ve cehalet askerlerini bu özel sayı ile sınırlandırmak, tümel ve önemli şeylerle sınırlandırmak türündendir. Yoksa genişlik ve detay açısından bu yetmiş beş asker ile sınırlı değildir. Nitekim sayma ve detay makamında, yetmiş beşten fazla sayılmıştır. Gerçi bunlardan bazısını diğerlerine döndürerek, bu sayı yetmiş beşe de indirilebilir. Ama bu söylenilenler ışığında, artık bu zorluğa ve zahmete düşmek de gerekmemektedir.

Örneğin aklın veziri olan hayır ile cehaletin veziri olan şer, fazilet ve rezaletlerin önemli olanlarındandır ki onların tümü bu ikisine dönmektedir. Bununla birlikte hadis-i şerifte diğer askerler karşısında bir takım askerleri saymıştır. Aynı şekilde askerlerden sayılan adalet ve zulüm de önemli ve genel askerlerdendir ki, bir çok askerler bu iki melekenin altında toplanabilir ve bir çok askerler de zaten sayılmamıştır.

Burada asıl söylenmesi gereken husus şudur ki, Peygamberlerin, velilerin ve hatta Kur’an-ı Kerim’in dili, tümel kavramlar etrafında araştırma, teftiş, tartışma ve cedelleşme, sözü güzel bir yöntemle yorumlama makamında kısıtlama ve sayılı kılma amacını taşıyan diğer yazarların dili gibi değildir. Zira bu iş de insanın Allah’a doğru seyr-u sülukunda kalın perdelerinden biri sayılmaktadır ve de, “yolcuyu yolundan alı koymaktadır.”1

Bu yüzden, Kur’an-ı Kerim, bütün marifetleri, isim ve sıfatlar hakikatini içerdiği halde, hiçbir semavi ve diğer kitaplar, Kur’an gibi Hak Teala’nın zat ve sıfatlarını tanıtmadığı halde, aynı zamanda ahlak, yaratılış, ahiret, züht, dünyayı terk etmek, tabiatı reddetmek, alemden soyutlanmak ve hakikat konağına doğru yola koyulmak gibi bütün boyutları benzeri düşünülemeyecek şekilde taşıdığı halde, diğer kitaplar gibi bir takım bablara, fasıllara, önsöz ve sonsöz gibi bölümlere ayrılmamıştır. Bu da sahibinin kamil kudretini göstermektedir ki kendi hedefini açıklamada bu tür araçlara ve vasıtalara ihtiyaç duymamaktadır.

Bu açıdan görüyoruz ki bazen yarım satırla filozofların birkaç, önsözle beyan ettikleri bir konuyu burhana benzemeyen bir şekilde oryaya koymaktadır. Örneğin Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Yerde. Gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı bunların ikisi de mahvolup gitmişti2 Hakeza, “her ilâh, kendi yarattığı ile giderdi ve bazıları bazısı üzerine yükselirdi3 ki bu ayetler tevhit hakkında çok ince deliller konumundadır. Bunların her birini açıklamak, ehli tarafından da bilindiği gibi bir çok sayfaya ihtiyaç duymaktadır. Ehli olmayan kimselerin ise bu konuda tasarruf hakkı bile yoktur. Çok kapsamlı sözler olduğu için de herkes anlayışı miktarınca bu ayetlerden istifade etmektedir.

Hakeza Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.4

Hakeza: “ve her nerede olsanız sizinle beraberdir5

Hakeza: “Her nereye dönerseniz vech-i ilahi oradadır6

Hakeza: “Gökteki İlâh da, yerdeki İlâh da O'dur2

Hakeza: “O; hem Evvel'dir, hem Ahir'dir, hem Zahir'dir, hem Batın'dır3

Bütün bu ayetlerin her biri, tabiat öncesi (metafizik), yüce felsefi ilimlere irfani bir şekilde işaret etmektedir. Herkim, ismet ve taharet Ehl-i Beytinin hadislerine müracaat edecek olursa, özellikle de Usul-i Kafi, Şeyh Seduk’un4 Tevhit kitabı ve aynı şekilde Nehc’ül-Belağa5 ve Ehl-i Beyt’ten nakledilen dualar, özellikle de Sahife-i Seccadiye6 üzerinde derince bir düşünecek olursa, bir çok ilahi ilimleri, Rabbani marifetleri ve yüce Hak Teala’nın isim, sıfat ve işlerini ihtiva ettiğini çok kolay bir şekilde görecektir.

Bütün bunlar da, canlar üzerine birer örtü olan kavramlar, ve terimler örtüsü olmaksızın beyan edilmiştir.

İmam (a.s) sözünün devamında şöyle buyurmuştur: “Cehalet, Allah’ın akla verdiği bu yüceliği ve kendisine bağışladığı şeyi görünce, içinden akla karşı bir düşmanlık besledi.”

Eğer cehaletten maksat, emir aleminde İblis’i hakikat ise, onun akli orduları görmesi –ki akılla birliktelik ve beraberlik içindedir. Onları görmek aklın cemalini görmeksizin mümkün değildir ve cehaletin onu ihata etmesi mümkün değildir- , ister istemez ya kamilin nakısa yansıması şeklindedir yada noksanlığı kemal ve zıddın zıt hakkındaki anlayışının karşılaştırılması esasıncadır. Nitekim içinde düşmanlık beslemek de iki hakikat arasındaki zati çelişki ve aykırılıktır. Bu ikisi gerçi hadisin örfi zahirinden uzaktır, ama zahiri batına ve kabuğu öze döndürmekle bu uzaklık da ortadan kalkmaktadır.

Eğer cehaletten maksat, İblis’in mazharları ve cahillerden maksat da cehalet ashabı olursa, -ki bu da insandaki vehimden ibarettir. - şu iki anlamdan birini ifade etmektedir:

Evvela insanların her birinde bulunan vehim ve akıl kuvveti arasındaki çelişkiye işaret etmektedir. Aklın ve askerlerinin cehalet ve askerlerinden önce yaratılması ve aynı şekilde her birinin askerlerinin kendinden sonra yaratılmış olması da yüce melekut aleminin düşük melekut aleminden ve zatların sıfat ve melekelerden, zati olarak önce yaratıldığına delalet etmektedir. O halde insan bireylerinin her birinde bütün cehalet ve akıl askerleri fıtrat ve batın yoluyla gerçekleşmiş haldedir. Tek farkla ki akli askerler, asaleten; cehalet askerleri ise buna bağımlı olarak mevcuttur. Cehaletin aklı ve ordularını görmesi de bu iki anlamdan biridir.

İkinci olarak da insanlardan iki taifeye işaret etmektedir ki birisi saadet ve kemalat sahibi, diğeri ise şekavet ve noksanlıklar erbabıdır. Bu iki grup arasındaki çelişki de zati ve görünür bir çelişkidir. Bu makamdaki görmek yaygın anlamıyla eserlerini görmekten hasıl olmaktadır. Allah daha iyi bilendir. İmam (a.s) hadisin devamında şöyle buyuruyor: “Böylece cehalet şöyle dedi: “Ey Rabbim! O da benim gibi bir yaratıktır.”

Cehaletin akıl ile benzerlik iddiası, tıpkı İblis’in Adem’den (a.s) üstün olduğu iddiası gibidir ki şöyle dedi: “Beni ateşten yarattın ve onu ise topraktan yarattın.”1 Bu da cehaletin akıl makamından örtülü olması, bencilliği ve egoistliği sebebiyledir. Şüphesiz bencillik ve sadece kendisini görme örtüsü, öylesine kalın bir perdedir ki bu perdeye mübtela olan herkes, bütün hakikatlerden, bütün güzelliklerden ve başkalerının kemalatlarından habersiz kalmakta, kendi çirkinlik ve noksanlıklarını görememektedir. Bu hicap, İblis’in mirasıdır. Her kimde güçlenirse, her ne kadar suret ve mülki doğuş olarak Adem’in evladı ve soyu olsa bile İblis’in zürriyetine katılır. Zira ki nesnenin, nesnelliğini ifade eden, melekut ve insanlık aleminde ölçü, melekuti doğumudur. Nitekim melekuti doğuma sahip olan İsa Mesih (a.s) şöyle buyurmuştur: “İki defa dünyaya gelmemiş kimse, göklerin melekutunda seyredemez.”1

Göklerin melekutu olarak ifade edilen yüce melekuta giriş noktası olan bu ikinci doğum, İblis’in miras ile olan bu örtüden çıkmayla ve Adem’in (a.s) mirası olan isimlerin hakikatleriyle gerçekleşmektedir. Akli askerlerin hakikati ile gerçekleşmek de, isimlerin hakikatleri ile gerçekleşme basamaklarından sayılmaktadır.

Daha sonra cehalet şöyle dedi: “Onu yarattın, yüce kıldın ve güçlendirdin, ben ise onun zıddıyım. Ama ona karşı bir gücüm yoktur. Bana da ona bağışladığın gibi askerler bağışla.”

Tahkik ehli kimseler şöyle demişlerdir: “Cehaletin bu müzakeresi ve akılla çatışmak için ordu istemesi, kabiliyet dili iledir; söz dili ile değil.”2

Elbette bu, daha önce zikrettiğimiz akıl ve askerleri ile cehalet ve askerlerinin bağımsız bir yaratılışla yaratıldığını ifade eden açıklamalara uygun değildir. Yani, önce akıl, askerlerinden soyut olarak yaratılmış, ondan sonra da askerleri yaratılmış değildir. Aynı şekilde, cehalet de bu şekilde yaratılmamıştır. Aksine aklın yaratılışı, onun bütün zati işleriyle yaratılışı anlamındadır. Nitekim bu akli ilimlerde de sabit kılınmıştır. 3 Yani akıl için genel anlamda mümkün olan her şey, kendisi için o ilk yaratılışla farz olmuştur. Zira, akli alem için bekleme, kabiliyet ve kuvvet haleti söz konusu değildir. Dolayısıyla kabiliyet dili ile ifade edilmesi, araştırmadan uzaktır, meğer ki maksat hal dili olsun.

Hadis daha sonra şöyle devam etmektedir: “Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Evet, eğer bundan sonra isyan edersen, seni ve ordunu rahmetimden uzaklaştırırım.” Cehalet şöyle dedi: “Şüphesiz ben de buna razıyım.”

Bilmek gerekir ki, bu isyan ve rahmetten çıkış, tümel cehalette belli bir şekilde gerçekleşmektedir ve o da zati noksanlık ve yüce ilahi dergahtan fıtri çıkışı ifade etmektedir. Nitekim daha önce de buna işaret ettik. Tikel cehaletlerde ise, ilineksel fıtri askerlerin bağışlanmasından sonra da isyan, noksanlık ve akıl ordularına mukabelede bulunma cihetinde, kuvveden fiile çıkıştır. Bu fiiliyetten sonra da şekavetin kemaline ulaşmakta, Allah’a yakınlık makamından ve Hakk’ın rahmetinden çıkmaktadır. Şeytanların ve asilerin hizbine, katılmaktadır.

Hadis şöyle devam etmektedir: “Böylece Allah ona da yetmiş beş asker verdi.”

Bil ki, akla ve onun askerlerine karşı koymasını güçlendiren bu askerlerin cehalete bağışlanması, azaplandırmak ve rahmetten uzaklaştırmakla çelişmemektedir. Zira bu askerler, bildiğin gibi akli askerlerin bir gereğidir. Yaratılış ve tabiat aleminin icadının gereği, çelişki ve karşıtlıktır. Ama bu asla, iradeyi ortadan kaldırmamaktadır. Hatta eğer, kemallerde ve akli askerlerde karşıtları irade altında olmadığı taktirde, onlara galip gelen kemaliyet ortadan kalkacaktır.

Örneğin, adalet, insanın kendi iradesiyle sahip olduğu taktirde kemali sıfatlarından biri sayılmaktadır. Aksi taktirde zalimin zulmetmesine engel olunur, tecavüzleri engellenir ve mecburi olarak adalete sahip olursa bu kimse artık adil sayılmaz. Bu kemal sıfatları, karşıtlarıyla birlikte insanın yaratılışında bizzat ve ilineksel olarak yoğrulmuştur. İnsan her birini aktüelliğe geçirişte bir irade sınırında bulunmaktadır. Bu her ikisinden birinin aktüelliği ise saadet ve şekavetin başlangıç karşıtıdır ve de Rahman’ın hizbine ve aklın ordularına ya da şeytanın hizbine ve cehaletin ordularına giriş sebebidir. Bu açıdan hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Eğer bundan sonra isyan edersen, seni ve ordunu rahmetimden uzaklaştırırım.”

Bunun sebebi de şudur ki, eğer isyan aktüelliğe ve nefsani rezil melekelerin zuhuruna sebep olmayacak olursa, onun sahibi Allah’ın rahmetinden ve yakınlık dergahından asla uzak düşmez. Ama eğer, günah fıtri rezaletleri ortaya çıkarır, aktüelleştirir ve insanın batınını cehalet ordularının sureti haline dönüştürürse, insan, Allah’ın rahmetinden uzak düşer. Nice defa ilahi fıtri nur tümüyle söner, bu durumda da sahibi şeytana arkadaş olur, ebedi cehennemde kalır ve Allah’ın rahmetinden uzak düşer. Bu açıdan hakikatte İblis’in sultasından ve şeytanın hükümetinden uzaklaşmak olan nefsin tezkiyesi ve ahlakın temizlenmesi ile uğraşmak, en önemli büyük işlerden ve en gerekli olan akli farzlardandır.

Şu husus da kendi yerinde ispat edildiği üzere nefsin üç neş’eti, yani zahiri ibadetler yeri olan dünya ve mülk neş’eti, kalbi ibadetler ve batıni tehzipler yurdu olan berzah ve melekut alemi ve de ruhi ibadetler, tecrit, tekleme ve tevhit, mahzarı olan ceberut ve ahiret neş’eti, bu kutsal hakikatlerin tecellileri ve ilahi bir nurun mertebeleridir.

Nefsin gaybının onun şehadet ve berzahına olan nisbeti, zahiriyet ve mazhariyet nisbeti de değildir. Aksine bir tek şeyin zuhur ve batın nisbetidir. O halde üç alemin hükümleri, o neş’et münasebetiyle kendi dostuna da sirayet eder. Örneğin şer’i zahiri ibadetler, eğer, şekilsel ve Batıni adaplara gelecek olursa, batının tehzib sebebi olur. Hatta ruha tevhit ve tecrit tohumunu eker. Nitekim batını tehzib etmek de, taabbud kuvvesini güçlendirir, insanı tevhit ve tecrit hakikatlerine ulaştırır. Batın tevhidinin sırrını temizler ve ubudiyet boyutunu kemale erdirir. Bu açıdan salik olan insan, nefsin üç neş’etinin her birinde güçlü bir adıma sahip olmalı ve hiçbirinden asla gaflet etmemelidir.

Bazen mümkündür ki namahreme bakılan bir tek bakış veya dil ile söylenen en küçük bir hata bile uzun bir müddet tevhit hakikatlerini ve sırlarını insandan alıkoyar ve marifet ehlinin göz nuru olan sevgilinin cilvelerinden ve istenilen halvetlerinden alıkoyar. Dolayısıyla bu aşamaların her birinde durmak, itinasızlık göstermek ve neş’etlerden her birine fazla teveccüh etmemek, insanı mutlak saadetten mahrum kılar ve de İblis’in tuzaklarından biridir. Örneğin zahiri ibadetlerin ehli olan ve bu ibadetlere büyük bir itina gösteren bir kimseye şeytan, zahiri ibadetleri, onun gözünde güzelleştirir. Bütün kemalatları onun gözünde, zahiri ibadetlerde gösterir. Böylece diğer marifetleri ve kemalleri onun gözünden düşürür. Hatta onlara ve sahiplerine oranla, bu kimseyi kötümser kılar. Dolayısıyla marifetler ashabı onun gözünde küfür ve zındık olarak görünür. Üstün ahlak ve nefsani riyazet sahipleri, tasavvuf ve benzeri şeylerle itham edilir, şeytan böylece o her şeyden habersiz zavallıları yıllarca ibadetlerin suretine hapseder. Onları sağlam aldatma zincirleri ve vesveseleriyle bağlar. Bu açıdan bazen görüyoruz ki bu kimselerden bazısında ibadet, tam tersine bir sonuç vermektedir. Tevazu ve huşunun hakikati olan namaz ve özü bencilliği terk etmek, Allah’a doğru yolculuk etmek ve müminin miracı olan1 bir namaz, böylesine kimselerde kendini beğenme, kibir, bencillik ve tekebbüre sebep olmaktadır.

Bu kıyas üzere batını tezkiye etme, temizleme ve ahlakı güzelleştirme ehli olan kimseleri de şeytan tuzağa düşürür. Onlara da zahiri ibadetleri, resmi ilimleri ve ilahi marifetleri küçük gösterir. Böylece onların gözünde bütün saadet ve kemalleri, süluk, riyazet ve batın tevhidinde özetler. Bu makamlara sahip olan kimselere karşı kötümser kılar. Öyleki şeriat alimlerine, diyanet erkanına, hikmet sahiplerine ve ruhani fakihlere (r.a) karşı edepsizlik eder ve dil uzatırlar. Oysa bu kimseler kendilerini, batın sefası, güzel ahlak sahibi sayar ve de ehlullahtan olduklarını lanse ederler.

Bütün nefsani rezaletlerin kaynağı olan nefsi ile gururlanma, tekebbür ve şeytanın mirası olan insanlara karşı kötümserlik, onların kalbinde öylesine bir güçlüdür ki, kendileri ve de ehlullah olarak adlandırılan, şeraitin bırakın batını zahirinde bile haberi olmayan kendileri gibi bir avuç kayıtsız derviş dışında başkalarını bir meteliğe saymazlar. Bu da sadece bir neş’ette durmak ve bir mertebeye hapsolmaktır ki insanın bütün mertebelerden mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Hatta insanı, içinde olduğunu iddia ettiği ve kendine özgü olduğuna inandığı makamdan bile gafil kılar. Nefis ne kadar şaşılacak bir şeydir!

Aynı şekilde eğer bir hikmet sahibi veya arif bir kimse, şeytanın zincirine vurulur, hapsolur ve akli şeylerde duracak olursa, diğerlerine karşı aşağılayıcı ve küçümseyici bir gözle bakar, şeriat alimlerini kabukçu ve bırakın diğerlerini, İslam fakihlerini sıradan kimse olarak görür, kendisi ve de kavram ve itibarların anbarı konumunda olan arkadaşları dışında hiç kimseyi hesaba katmaz. Bu da İblis’in sultasından ve donukluktan başka bir şey değildir.

Eğer bunlar, kutsal şeyleri koruyan ve neş’etlerde seyreden kimseler olsalardı, en azından ilim ve burhan olarak gayp derecelerini, nefis şuhudunu, batın ve zahir neşetlerini tanır, mertebeler arasındaki irtibatı bilir, Allah’a doğru seyrin nefis ve tabiat evinden çıkış niteliğini derk ederlerdi. Böylece de İblis’in bir tuzağına ve şeytani karanlık hapse düşmezlerdi. Her biri diğerini reddetmez, birbirine karşı hüsn-ü zanda bulunur, onlar arasında batın sefasının tasfiyesinin ve nefis tezkiyesinin kaynağı olan İslami kardeşlik, muhabbet ve imani uhuvvet1 güçlü olurdu. Şeytani hilelerden ve nefsani rezaletlerin en önemlilerinden olan kibir, büyüklenme ve bencillik gibi şeyler, onlar arasında bulunmazdı. Biz şimdi de, yüce Allah’ın isteği, verdiği başarılar ve teyitler esasınca bu hadisin şerhi hakkında asıl maksadımızı açıklamaya başlamak istiyoruz.
Altıncı Makale


Yüklə 1,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   66




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin