Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə176/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   173   174   175   176   177   178   179   180   181

VİLAYET Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.

VİLDAN (Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.(Kur'an-ı Hakîm'de $ sırrı ve meâli şudur ki: Mü'minlerin kabl-el-büluğ vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette dâimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en lâtif bir zevki, ebeveynine te'mine medar olacaklarını.. ve her bir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı" nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel sâfi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saâdeti olduğunu şu âyet-i kerime $ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. M.)

VİLDE (Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar.

VİLE f. Yüksek ses.

VİN f. Siyah üzüm. * Boya, renk.

VİRAD Yol. * (Verd. C.) Güller.

VİRAN f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı.

VİRANE f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı.

VİRANÎ f. Viranlık, haraplık.

VİRASE Mirasyedilik.

VİRAT Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.

VİRD Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz.

VİRD-İ ZEBAN Dilde tesbih. Sık sık tekrar edilen dua, söz, zikir.

VİRD f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. * Talebe, şakird, mürid.

VİRK (VERK) (C.: Evrâk) Uyluk üstü.

VİSAB Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama.

VİSAD(E) Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.

VİSÂDENİŞİN f. Yastığa yaslanıp oturan.

VİSAK Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman.

VİSAL (Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. Hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. L.) Öyle ise Bâki'nin yolunda çalışmak lâzım gelir.

VİSAM (Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar.

VİSATA Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.

VİSAYE Vasiyet etmek.

VİSL (C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ.

VİSME Bir boya otu. * Çivit yaprağı.

VİŞAH (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

VİŞAM (Veşm. C.) Dövmeler.

VİŞAYE Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.

VİŞN-AB f. Vişne şerbeti, vişne şurubu.

VİTAM Çulhaların beze sürdükleri nesne.

VİTAMİN Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır.

VİTAS Kazmak. * Kırmak.

VİTR Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr)

VİZAM Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)

VİZARE Yardım etmek. * Kuvvet vermek.

VİZİTE ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.

VİZR Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek.

VOKAL İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

VOLKAN Fr. Yanardağ.

VOYVODA Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederlerdi. (O.T.D.S.)

VU'AZ (Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler.

VUFUD Gelme, geliş.

VUFUR Bolluk, çokluk, kesret.

VUHUFET Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.

VUHUL (Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar.

VUHUŞ (Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.

VUKU' Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.

VUKU'-İ HÂL Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli.

VUKUAT (Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.(Verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat, verilmeyen mertebeler; imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler, nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler. M.)

VUKUD Ateş alıp yanma. Tutuşma.

VUKUF Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.

VUKUFDÂR f. Haberi olan. Bilgili.

VUKUKA Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması.

VUSAFA (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.

VUSKA (Bak: Vüska)

VUSLA Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.

VUSLAT Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.

VUSTA (Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak.

VUSU' Kudret, tâkat, güç, kuvvet.

VUSUB Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak.

VUSUK (Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar.

VUSUL Ulaşma, erişme, varma, yetişme.

VUU' Tilki.

VUUD Vaidler. Vâdeler.

VUUL şerefliler. * Kuvvetliler.

VUZ' Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.

VUZU' Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.

VUZU' Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme.

VUZUH Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık.

VÜCUB Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak.

VÜCUB-U ZEKÂT Zekâtın vacib, şart oluşu. * Verilmesi Allah tarafından emredilmiş olan zekât.

VÜCUBÎ Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet.

VÜCUD Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.(Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevide ve misâlide hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.İşte $ şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli vâcib-ül-vücuddur. Yâni: O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib râsih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sâir tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler: $ demişler. Yâni: Vücud-u Vâcib'e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. M.)(Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "Vücub" un; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan "mekândan münezzehiyet" in; ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan "vahdet"in sâhibi "Zât-ı Vâcib-ül Vücud"un en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyyeti ve sermediyyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyâde mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyyet isnad etmek ve onları ezeli tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilâf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüzlerinde kat'i bürhanlarla gösterilmiştir. L.)(Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere ilim, irade, kudret sıfatlarını istilzam eder. İ.İ.)

VÜCUD-U HÂRİCÎ Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.

VÜCUD-U HİSSÎ His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed.

VÜCUD-U İLMÎ İlmî varlık.(Vücud-u ilmî, hayat-ı umumiyenin ma'nevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye o ma'nidar ve o canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. S.)

VÜCUDÎ Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.

VÜCUH (Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri.

VÜCUH-U İ'CAZ Mu'ciz olmanın yolları. İ'caz nevileri ve vecihleri.

VÜCUH-U SEB'A Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.

VÜCUM Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma.

VÜCÜR (Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler.

VÜFFED (Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler.

VÜFUD Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler.

VÜFUR Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma.

VÜHUB Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.

VÜKELÂ (Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.

VÜKELÂ-İ DEÂVÎ Dâvâ vekilleri. Avukatlar.

VÜKNE Kuş yuvası.

VÜKUB Yavaş yürüme.

VÜKUL Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.

VÜKUN (Vekn. C.) Kuş yuvaları.

VÜKUR (Vekr. C.) Kuş yuvaları.

VÜLÂT (Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler.

VÜLÂT-I EMR Vâliler. İşin başındakiler, idareciler. İdareye memur zâbitler.

VÜLEYD (Veled. den) Küçük çocuk.

VÜLU' Bir şeye aşırı derece düşkünlük.

VÜLUC Girme, sokulma, duhul etme.

VÜLUG Köpeğin su içmesi.

VÜREYD Çok küçük damar.

VÜRKA Siyahı galip olan bozluk.

VÜRU' Korkaklık.

VÜRUD Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları.

VÜRUK Yan yatma.

VÜRUŞ Yemek yemek. * Ziyafet vermek.

VÜS' (VÜS'AT) Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.

VÜSEMA (Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar.

VÜSKA Çok kuvvetli ve sağlam olan.

VÜSUB (Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma.

VÜSUK Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık.

VÜSUK Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler.

VÜSÜD (Visâde. C.) Yastıklar.

VÜŞUL Mal azlığı. * Zayıflık.

VÜZERA (Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)

VÜZUB Su gibi akma.

VÜZUB-İ DEM Kan akma, kanama.

VÜZUB Lüzumluluk, icab etme, gereklilik.

VÜZUR Tuzak. * Süprüntü sepeti.

YA Kur'ân alfabesindeki son harfin ismidir. Ebcedî değeri 10'dur. Hecâ harflerinin mahmuse kısmındandır. Şedide ile rihve arasında, ortadadır.

YA "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri olur. Kübrâ $ Hüsnâ gibi.2- Harf-i inkâr olur.3- Harf-i tezkâr olur. Bu hâlde elifle olursa "Harf-i nidâ" dır. Bâzen te'kid için kullanılır: "Yâ Allah, Yâ Rabbi" denildiği gibi. Bazen teessüf, istimdad ve istigase ifade ettiği de olur. "Yâ meded Allah, Yâ Allah!" gibi. Yâ, terdif beyan eder. " Ve yahut" manasına: "Ya gelir ya gelmez" gibi. Taaccüb ve istigrab beyan eder: "Ya öyle mi?" de olduğu gibi. Tasdik bildirir: "Evet, hay hay" mânasını ifade eder. "Gider yâ" gibi.

YAB f. "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab $ : Şifa bulan, iyileşen.

YABAN f. Çöl, sahra.

YABANİ Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.

YABENDE f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif.

YABİS Kuru.

YABNAK f. Bulan, bulucu.

YA'BUB Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at.

YÂD f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık.

YÂD-İ HAZİN Hüzünlü hâtıra.

YÂD-I ŞEBÂBET Gençlik hâtırası.

YAD-BUD f. Armağan, yâdigâr.

YADBÜD f. Hâfıza kuvveti.

YADDAR f. Hatırda tutan, unutmayan.

YADDAŞT f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra.

YADE f. Hâtıra.

YADİGÂR Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan.

YADKERD f. Hazırlama.

YA EYYÜHEL HOTO Ey vahşi, kaba dağ adamı!

YAFE f. Saçma ve mânasız söz.

YAFES Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.

YAFTE f. "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte $ : f. Şeref bulmuş.

YAFUF Turaç kuşunun yavrusu.

YAFUH Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.

YA'FUR (C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı.

YAĞFİRULLAH Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).

YAĞMA f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu.

YAĞMAGER (C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba.

YAĞMAGERÎ f. Çapulculuk, yağmacılık.

YAH f. Buz.

YAHAMİM (Yahmum. C.) Kara dumanlar.

YAH-AVER f. Buzlu şerbet, buzlu su.

YAHBESTE Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.

YAHÇE f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri.

YAHMUM (C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne.

YAHMUR Yaban eşeği.

YAHNİ f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey.

YAHPARE f. Buz parçası.

YAHTE f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp.

YAHTEMİL İhtimal.

YAHUD f. İsterseniz, veyâ. İyisi.

YAHUDİ Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî. (Bak: İsrail)Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.(Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzâaf riba yapıp bankaları te'sise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. S.)

YAHYA (A.S.) Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.

YAHYAH "Beri gel" demektir.

YAİS (Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus.

YAKAZA (Bak: Yakza)

YAKAZAN Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak.

YAKIK Katı nesne.

YAKITÎ (YAKUTÎ) Kırmızı üzüm.

YAKIZ (C.: Eykâz) Uyanık.

YAKÎN Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)

YAKÎNEN Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette.

YAKÎNÎ Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.

YAKÎNİYYÂT Yakînî bir surette bilinenler.

YAKTÎN Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.

YA'KUB (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.)

YAKUT Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.

YAKUT-U MÜZAB Erimiş yakut. * Göz yaşı. * Kan. * Kırmızı şarap.

YAKUT-U ZERD Sarı yakut. * Güneş.

YAKZA Uyanıklık. Dikkatte olma.

YAKZÂN Uyanık.

YAKZATEN Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.

YÂL f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan.

YÂL Ü BÂL Boybos düzgünlüğü.

YALAK Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.

YALAN (Bak: Kizb)

YALDIZ t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey.

YALE f. Sığır boynuzu.

YA LEYTE Keşke, ne olurdu.

YALMEND f. Aile reisi. Aile başkanı.

YA'LUL (C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve.

YALVANE f. Kırlangıç kuşu.

YAM f. Posta beygiri.

YAMAK Yardımcı, yardak, muavin.

YA'MELE İşe dayanıklı cins dişi deve.

YA'MUR (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu.

YAMUR Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği.

YAN f. Hastanın sayıklaması.

YANESUN Anason otu.

YANİ' Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.

YA'Nİ (Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.

YANKESİCİ Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.

YÂR f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili.

YÂR-I BÎVEFÂ Vefasız dost.

YÂR-I CİHAR (Bak: Çar yâr)

YÂR-I GAR Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır. (Bak: Sıddık)

YÂR-I KADÎM Eski dost.

YARA f. Güç, kuvvet, kudret, takat.

YÂRÂN f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.

YÂRÂN-I AŞK Âşıklar, aşk dostları.

YÂRÂN-I SAFÂ Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları.

YARANE f. Dostça.

YÂRE f. Bilezik.

YÂRE Yara.

YÂRE-İ HİCRAN Ayrılık yarası.

YAREK f. Dölyatağı. Meşime.

YARI ÜMMİ Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.

YÂRÎ f. Yardım. * Dostluk.

YARMEND f. Dost, muin, yardımcı.

YARRES f. İmdada yetişen.

YASEMİN f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç.

YASIB Yeşim taşı.

YASIF Yeşim taşı.

YASİN Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir. (Bak: Huruf-ı mukattaa)

YASİN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.

YASİR Sol tarafa giden.

YA'SUB Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.(Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. M.)

YÂVE f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan.

YÂVE-GÛ (C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan.

YÂVER f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.

YÂVER-İ EKREM Cenab-ı Hakk'ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)

YÂVERÂN (Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar.

YÂVERÎ f. Yâverlik, yardımcılık.

YAVUZ şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert.

YAVUZ SULTAN SELİM (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz Selim hemen çadırından dışarı fırladı; atına atladığı gibi toplu bir halde duran Yeniçerilerin arasına atını sürdü, öfkeli nazarlarla sert sert baktıktan sonra:" -Bre asker kıyafetli korkak herifler! Askerî itaat, emre muhalefetten mi ibarettir? Zahmete katlanmadan zafer kazanmak kande görülmüştür? Şecaat ve erliğinden şüphe edenler, rahatını düşünenler geri dönüp karılarının yanlarına gitsinler. Ben buraya kadar zahmetler ihtiyar edip, kemal-i zelilâne bir surette geri dönmek için gelmedim. Şemşir-i celâletim altında hamaset ve şecaat göstermek isteyenler benimle beraber gelsinler. Siz gelmezseniz, ben yalnız da giderim...' diyerek atını Çaldıran'a doğru sürmüştür. Neticede Şah İsmail'e galip geldi. Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mani oldu. Daha sonra Tebriz ve Mısır'ı aldı. Hutbelerde "Haremeyn-i Şerifeyn'in Hâdimi" diye ismini okuttu ve ilk Osmanlı Hâlifesi oldu. Osmanlı Devletinin topraklarını iki misline çıkardı. Büyük bir İslâm ittihadı için gayret gösteriyordu. Şirpençe denilen bir çıban vesilesi ile Rahmet-i Rahman'a kavuştu. Türbesi, İstanbul'da yaptırdığı Sultan Selim Camii avlusundadır. (R. Aleyh)

YAZDEH f. Onbir.

YAZDEHÜM f. Onbirinci.

YA'ZİD Acı marul.

YEAKİB (Ya'kub. C.) Erkek keklikler.

YEALİL (Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer.

YEASİB (Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri.

YEBAB f. Yıkık, bozuk, harap, virâne.

YEBAN f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer.

YEBANİ f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani)

YEBES Sonradan kuruyan yaş mevzi.

YEBREM "Gelberi" ismiyle bilinen bir cins demir kürek.

YEBS Islak şeyin kuruması.

YEBUSET Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.

YE'CÜC VE ME'CÜC Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.(Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmâli Kur'anda olduğu gibi, rivâyette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'anın muhkemâtından olan icmâli gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar te'vil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tâbir isterler. Evet $ Bunun bir te'vili şudur ki: Kur'an'ın lisan-ı semavîsinde "Ye'cüc ve Me'cüc" nâmı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir-ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efrâdı onlardandır. Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkıye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette, ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acâib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş. Ş.) (Bak: Mürted)


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   173   174   175   176   177   178   179   180   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin