ZEHADET Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
ZEHAİR (Bak: Zahair)
ZEHARİF (Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
ZEH-DAN f. Döl yatağı, rahim.
ZEHDER Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
ZEHEB Altın.
ZEHEB-İ ZÂİB Eriyen altın.
ZEHEBÎ Altına ait. Altından yapılma.
ZEHEN (C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
ZEHEM Yağlı ve kirli olmak.
ZEHER (C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
ZEHF Yeynilik, hafiflik.
ZEHİ (Bak: Zihi)
ZEHİB Altın sürülmüş, yaldızlı.
ZEHİD Az, kalil.
ZEHİM (C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
ZEHK Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu.
ZEHK Yorulmak.
ZEHL (Bak: Zahl)
ZEHL Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma.
ZEHLUL İyi at.
ZEHNA' Düzgün. * Süs, ziynet.
ZEHR(E) Çiçek. şükufe.
ZEHR (Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
ZEHR-İ KATİL Öldürücü zehir.
ZEHRA (Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
ZEHR-AB f. Acı su.
ZEHR-ABE f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
ZEHR-ALUD f. Zehirli. Zehir karışmış.
ZEHR-AMİZ f. Acı, zehirli.
ZEHRAVAN (Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
ZEHR-BAR f. Pek acı, zehir saçan.
ZEHR-BAZ Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran.
ZEHRE (C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet.
ZEHRE f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
ZEHREÇÂK f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
ZEHREDÂR (C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
ZEHR-EFŞAN f. Zehir saçan.
ZEHR-HAND f. Acı acı gülme.
ZEHRİN f. Pek acı, zehir gibi.
ZEHR-NAK f. Zehirli, ağulu.
ZEHUK (Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
ZEHV Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
ZEHZEHE "Zehi zehi" demek.
ZEİM Ayıplanmış.
ZEİR Aslan kükremesi.
ZEİR Öncü, çeri kimse.
ZEKÂ Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma.
ZEKÂ Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü.
ZEKÂB f. Yazı mürekkebi.
ZEKAN (C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.)
ZEKÂRET Erkeklik.
ZEKÂT Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1- Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4- Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat $ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları $ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $ Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler, mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: "Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. " İşte bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler. E.T.)
ZEKÂVET Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
ZEKEN İlim, feraset.
ZEKER (C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
ZEKERİYYA (A.S.) Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.)
ZEKEVAT (Zekât. C.) Zekâtlar.
ZEKİ(YE) Hâlis. Temiz. Hali temiz olan.
ZEKİ(YE) Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
ZEKİK Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
ZEKİR Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
ZEKİYY Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
ZEKK Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
ZEKUN Sivri ve sarkık enekli.
ZEKURET Erkeklik.
ZEKVE Tamamlamak. Kesmek.
ZEKZEKE Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
ZELA' Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.
ZELAHLAH (C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
ZELAK (Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması.
ZELAK Sülük.
ZELAKA (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
ZELALET Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
ZELAZİL Zelzeleler. Yer sarsıntıları.
ZELAZİL (Zilzil. C.) Uzun etekler.
ZEL-CEDD Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd)
ZEL-CUD Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi.
ZELEC Kaymak yer.
ZELEF Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)
ZELEFE (C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
ZELEL Eksiklik.
ZELEME Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
ZELH Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
ZELİC (Ayak) kaymak.
ZELİF Adımını atmak.
ZELİK Düşük oğlan, sakat çocuk.
ZELİL Sürçüp düşen. * Yanılan.
ZELİL Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.
ZELİLÂNE f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
ZELİLÎ Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
ZELK(A) Sürçme, kayma.
ZELL Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
ZELLAT (Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
ZELLE(T) Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
ZELLET-ÜL KARİ' Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.
ZELUH Kaypak yer.
ZELUL Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
ZELULÎ Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
ZELZAL (Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
ZELZELE Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar."Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem, mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.)
ZELZELET-ÜS SÂA Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.
ZELZİL Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
ZE'M Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm.
ZE'M Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak.
ZEMA' Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
ZEMAHŞERÎ (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.
ZEMAİM (Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
ZEMAM (Bak: Zimam)
ZEMAN Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. S.)
ZEMAN-I MEDİDE Pek uzun zaman.
ZEMAN-I VUSÛL Varma zamanı.
ZEMANE f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
ZEMANEN Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
ZEMANE(T) Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
ZEMANÎ Zamanla ilgili, zamana ait.
ZEMANİYAN f. İnsanlar. Beşer.
ZEMAR Kamışa (ney'e) üfleyen.
ZEMARE Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
ZEMCA Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
ZEMCERE (C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
ZE'ME Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
ZEME (C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
ZEMEC Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
ZEMEL Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
ZEMEN Zaman, vakit.
ZEMER İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
ZEMEYAN Acele.
ZEMHA Yaramaz huylu, bahil kimse.
ZEMHARE (C: Zemâhir) Ok.
ZEMHERİ(R) Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
ZEMİL Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit.
ZEMİL Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.
ZEMİM Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
ZEMİME Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
ZEMİN Kötürüm kimse.
ZEMİN f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu.
ZEMİN-İ ŞURE Çorak yer.
ZEMİN-BUS (Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme.
ZEMİN-DÂR (C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
ZEMİN-KUB f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
ZEMİN Ü ZAMAN Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
ZEMİR Bahadır, kahraman, yiğit.
ZEMİSTAN f. Kış. Kış mevsimi.
ZEMİSTANÎ f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
ZEMK Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.)
ZEMKA Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
ZEML Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
ZEMM Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
ZEMMÂM Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
ZEMMAR Düdük çalan.
ZEMN Kötürüm olmak.
ZEMR Düdük çalmak.
ZEMR Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak.
ZEMU' (ZEMİ') Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
ZEMZEM Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp aktığını veya bu kuyunun çok çok akmağa başladığını görünce, "zem zem" diye söylemesi ile kuyunun akması kesilmiş ve bu vecihle kuyu bu ismi almıştır.) *Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek. * Çok bol.
ZEMZEME Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
ZEMZEME-DÂR f. Ahenkli.
ZEMZEME-PİRÂ f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
ZEN f. Kadın, nisa.
ZEN f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan.
ZENA' Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
ZENABİ Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
ZENABİL (Zenbil. C.) Zenbiller.
ZENABİR (Zünbur. C.) Eşek arıları.
ZENADIK (Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
ZENADİKA (Zındık. C.) Zındıklar.
ZENAH (Zenâhdân) f. Çene.
ZENAN Kadınlar.
ZENAN f. "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek.
ZENANE f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
ZENAV (Bak: Avzen)
ZENB Suç, günah, kabahat.
ZENBAK Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
ZENBEREK (Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
ZENBERİYYE Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
ZENBİL İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
ZENBİLLİ ALİ EFENDİ Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu söylenir.
ZENBUC Yabani zeytin.
ZENBUREK f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
ZENC Siyah, kara.
ZENCEBİL Hoş kokulu bir baharat adı.
ZENCERE Parmakla fiske vurmak.
ZENCİ Siyah ırktan olan. Siyâhi.
ZENCİR f. Zincir.
ZENCİR-BEND f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan şâirleri arasında bunun yerine "Redd-ül acz an-is sadr", halk şâirleri arasında ise "Zincirleme" veya "Ayaklı koşma" denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser okunur kenz-i ekberi(Lâ)
ZEND (C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
ZENDEKA Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
ZEN-DOST f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
ZENEB Kuyruk.
ZENED f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
ZENEK f. Küçük kadın.
ZENEN Burundan sümük akıp durmak.
ZENG Zenci. * Kir, pas. * Zil.
ZENGÂR Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
ZENGEL(E) f. Çıngırak. * Çan.
ZENH Yemeğin kokup bozulması.
ZENİM Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir... E.T.)
ZENİN Sümük.
ZENK Bir taife adı.
ZENKA Dar sokak.
ZENME Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
ZENNA' Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
ZENNE Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.
ZENNUN Sümüklü.
ZENPARE f. Zampara. Zenperest.
ZENPEREST (C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
ZENTERE Darlık, şiddet.
ZENUB Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur. (E.T.)
ZENYAN Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
ZER Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
ZER' Ekilmiş. Ekme. Tohum ekme. * Yetişmiş ekin.
ZER' Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil.
ZE'R Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
ZER' Yaratmak. * Yere tohum saçmak.
ZER' Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, kuvvet, tâkat.
ZE'R (ZEİR) Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
ZERA' İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
ZERA' Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük.
ZERA Gölgelik, perdelik.
ZERAA Genişlik. * Hız, sür'at.
ZERAB f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
ZERABÎ (Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
ZERAF f. Zürafa.
ZERAFE (ZÜRÂFA) (C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
ZERAFÎ (Zerafe. C.) Zürafalar.
ZERAK Gök renkli. Mavi.
ZERARE Saçılan şey.
ZERARÎ (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
ZER-BAF Sırma dokuyan.
ZERBE Yüce avazlı, gür sesli olmak.
ZERD f. Sarı. * Soluk, solgun.
ZERD (Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak.
ZERDAB (Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
ZERD-ÂLÛ f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.
ZERDE f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
ZERDEC Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
ZERDEME Yutacak yer.
ZERDFAM f. Sarı renkte. Sarı renkli.
ZERDGUŞ f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
ZERDÎ f. Sarılık. Sarı renkte olma.
ZERDOST f. Cimri, hasis, tamahkâr.
ZERDÜŞT Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
ZE'RE Meşelik.
ZERE' Başın önünde vâki olan beyazlık.
ZEREB (C.: Zerâib) Koyun ağılı.
ZEREB Keskin nesne. * Midenin bozulması.
ZERECUN (Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
ZERED Zırh.
ZEREF (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
ZERENDUD (Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
ZER-ENDUZ Altun kazanan.
ZERGER (C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
ZERGERÎ f. Kuyumculuk.
ZERGÛN f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
ZERH Yemeğe zehir katmak.
ZER-HIRİD (Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
ZERİ' Araya giren, şefaat edici.
ZER'Î (C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
ZERİ' Çabuk ve kolay olan.
ZERİA (C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
ZERİN (Bak: Zerrin)
ZERİR Yanmak. * Parlamak.
ZERİR Zeki, hafif kimse.
ZERİRE (C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
ZER'İYYAT Ekim işleri.
ZERK Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
ZERK Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek.
ZERK-ÂLÛD f. Riyalı, riya karışık.
ZER-KEŞ f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
ZERK-FÜRUŞ f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
ZERM Kesilmek.
ZERNEB Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
ZERNİGÂR f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
ZERR Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak.
ZERR Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
ZERRA' Ekinci, çiftçi.
ZERRAD Zırh ören.
ZERRAK (Zerk. den) İki yüzlü.
ZERRAT (Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
ZERRE (C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
ZERREVÂRİ f. Zerre gibi çok küçük.
ZERREVÎ Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
ZERRİN f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
ZER-RİŞTE f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
ZERŞEK Kadın tuzluğu. Pars anberi.
Dostları ilə paylaş: |