Kitabımıza dere ettiğimiz «Mevaidü'l-İn'âm fi Berâhini Akaîd'il -İslâm» İsmail Hakkı mefhûmun, Osmanlı orta okulları için yazmış olduğu bir ders kitabıdır. Asken ve Mülki İ'dâdî (ortaokullarında) okunmak üzere yazılmıştır... Yeni yazıya kısmen sadeleştirerûk aktardığımız nüshanın üzerinde şu notlar var:
«Risaleyi Hamidiye» mütercimi olarak şöhret yapan İsmail Hakkı Efendinin yazmış olduğu bu kitap, Maarif Nezareti Celilesinİn ruhsatıyla dördüncü defa tab' olunmuştur. Baskı Sahaif-i Osmaniye Şirketinin Bayezid Camii Şerifi yanında 87 numaralı matbaası.
Karton ciltli küçük boy birinci hamur, krem rengi kâğıda basılmış olan bu kitapçık 160 sahifeden ibaret olup, Son devir Osmanlı yazı üslûbu (Bilhassa ders kitaplarında) na uyarak; konular önce özet olarak veriliyor ve devamında uzun açıklamayla mesele kavratılıyor... Tabii ayrıca dipnotları da var.
Biz buraya sadece öz metni aldık. Ancak çok müphem yerlerine kısa notlar koyduk. BÖylecede en son örneklere yaklaşmış olduk kanaatindeyiz.
Hayatı ve Şahsiyeti:
Askeriye Mütekaitlerinden Sancaktar Yüzbaşı Hacı İbrahim Efendinin oğlu olup 1263 H. de Manastırda doğmuştur. İlk bilgileri ilk mektebte ve kısmende cami ve medreselerde gördükten sonra İstanbul'a gelerek evvela Mustafa Şevket Efendiden Arapça ilimlere başlamış ve sonradan Huzur dersleri Mukarrerlerinden Tikveşli Yusuf Ziyaeddin Efendiden nüshaları ikmâl ederek icazet almıştır. Bundan sonra Fatili camiinde ders okutmaya başlamıştır. 1308 h.de talebelerine icazet vermiştir.
Arapça, Farsça ve Türkçe'nin yanında Bulgarca da bilirdi.
İslam Akaidine dair «Mevaid'ul-İn'âm fi Berahin-i Akaid'il - İslam», İmam-ı Azam'm Menkıbelerine taalluk eden iki cildden ibaret
«Mevahib'ur-Rahman,» Maddecilere karşı İslatai hakikatleri müdafaa eden ve onsekiz cüz üzere mürettep «Risale-i Hamidiye Tercemesî», Akaid-i İslâmiyeye dair «Kaside-i Nuniye Şerhi» ve nikâha dair «Ve-sailü'l Felah» adlî eserleri olduğu gibi Maarifçe basılmıştır. (Osmanlı Müelliflerinde oribir eserinin ismi mezkûrdur. C, I S, 365)
Teşrinievvel 1296 tarihinde dolmabahçe Valide Sultan Camiî Vaizi olmuştur. Selâtin Camileri vaizliklerine tedrici olarak yükselerek, Şubat 1316 da Süleymaniye) Mart 1319 da Sultanahmet ve Ağustos 1325'de Büyük Ayasofya Camii Kürsi Vaizi olmuştur. Eşref Edip «Mevaiz» adı altında vaazlarını toplayıp bastırmıştır.
Mart 1304 de Mekteb-i Hukuk İlmi Fıkıh Muallimi, Haziran 1306' da Mühendishane-i Berr-i Hümayun İslam Akaidi Muallimi, Şubat 1307 de Mekteb-i Mülkiye İlm-i Tefsir, İlm-i Hadis ve Kelam Muallimi olmuştur. Mayıs 1314 de Mekteb-i Hukuk «Kitab'ud-Diyat ve'l-Cinâyali Muallimliğine vekâleten tâyin edilmiştir. Şubat 1316 da yeniden te'sis ve küşad olunan ve Dâru'l-Funûn-i Şahane İlm-i Tefsir Muallimliğine tâyin edilmiştir.
Bu tarihlerde mükâfaat olarak dördüncü rütbeden Osmanlı Nişanı ile taltif olunmuştur.
Sonradan Muallimliği yanında A'yan Azalığı da yapmış olan İsmail Hakkı Efendi h. 1330 (1912) senesi sonralarında ikan&t ettiği Anadolu Hisar'ında vefaat ederek Fatih Camii avlusunda dafn edilmiştir.
Vefaatı: 22 Teşrinisani 1328/25 Zilhisse 1330 (Dosya: 434)
A. N.
«Mevâid'ül-En'âm Fi Berâhin-İ Akaid'il-İslâm» Aislâm Akaidinin Delillerine Dâir Nimet Sofraları»
Bundan sonra bilinmeli ki, şeriat hükümleri başlıca iki kısımdır:
1 - Aklen ve naklen, inanılması vâcib olan yakinî 106hükümlerdir. Bu hükümleri tahsil etmekten maksat da, inancı doğrultmak olduğundan, buna, «itikâdi hükümler» veya «Ahkâm-ı Asliyye» denir.
Bunların isbatını yapan ilme de «İlm-i Tevhid ve Sıfat» adı verilmiştir.
2 - İkinci kısım ise: (Ameli hükümler, Uygulanacak Prensipler) İbâdetler, Muameleler ve Cezalara dair din hükümleridir. Bunların gayesi de, ameli ıslâh olduğundan, «Ahkâm-ı Ameliyye» veya «Ahkâm-ı Fer'iyye» denir. Ve şer'i delillerle açıklanan bu ilme de; «Şeriatlar İlmi» denir...
İşte, din meseleleri, bu iki büyük ve geniş ilimden ibaret olup; kutsal hükümleri konu almaktadır. Bu, Asr-ı Saadetten beri bütün müslümanlarca böylece biline gelmiştir.
İmdi, şu husus başta bilinmelidir: Akıllı ve bulûğ çağma gelmiş her kişi, yerlere göklere ve onlardaki belirtilere nazar ederek, onlardan ibret alarak; itikad köklerini teşkil eden altı esası «Âmentü» ifa-desindeki gibi sayarak, mânasını kavrayarak, kabullenmesi ona farzdır.
O halde (bu altı esası sayıp inanırken) imanm Rükünlerinin de iki olduğunu bilmek gerek: Biri kalben tasdik 107olup asıl rükündür. Hiçbir sebeple de sakıt olmaz108. Diğeri ise dil ile ikrardır ki, buna zaid rükün derler. Bir zaruret olmadıkça bunun da sürekli korunması, (yani açıklanması) gereklidir. Buna göre; zor altında bulunmayan bir kimse, ömründe bir kere bile diliyle (kalpteki) bu imanı açıkla-madıysa (zahirde) mümin değildir. Yine, kendi iradesiyle, küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya ona işaret eden bir fiili işleyen kimsenin; kalpten inanmış olabileceğine itibar edilmez. Küfrüne hükmedilir. Ama Allah korusun din düşmanlarının eline geçen bir müslü-mana; şu küfür sözü söyleyeceksin, yahut şu serpuşu giyeceksin, yoksa seni öldürürüz yahut kolunu keseriz derler. O da, bunu yapacaklarını kesinlikle bilirse; kalbinde iman baki kalmak şartıyla, o sözü söylemesi veya o işi yapmasına, dinen ruhsat vardır. Bu tarzda, imanın bir rüknü fevt olsa da, hükmü bakidir. Yanı mümine bu cihetten, dünya ve âhirette zarar olmaz.
«İslâm» da, usul kitaplarında: Peygamberimiz (s.a.s.) in haber verdiği yakmen malûm olan şeyleri tamamen tasdik etmektir diye tarif olunur. Bu durumda; «İman ve İslâm» lafızları seti anlamıyla aynı şeyler olurlar. O halde, bir kimsenin mü'min olup da müslim olmaması, ya da müslim olup ta mümin olmaması düşünülemez.,.
İmanın farziyyeti, akü olmayıp seridir. Yani, bir Peygamber tarafından, Tevhid-i İlâhiye davet olmadan Önce, sadece akıl ile Allah'ı bilip iman etmek farz olmaz 109ve bu durumda şirk dahi haram olmadığı cihetle, işaret olunan davet, kendilerine ulaşmayan kimseler imansızlıklarından Ötürü ilâhi azaba müstahak olmazlar!.. Eş'ari alim-leriyle, Hanefilerden Buharalı ulemâ bu görüştedir.
Soru:
«Bir gurub var Cennette, bir öteki Cehennemde...» Âyetinin işaretine göre, azaba uğramayanların ehl-i cennet olmaları gerekirdi.
Bu halde, peygamber sesi ulaşmamış müşrikler, bu halleriyle mazur sayılacaklarından, hepsinin cennete girmesi gerekmez mi?
Cevap: Hayır, onların hepsi cennete giremez. Çünkü bir çok sahih hadislerde geçtiğine göre: Fetret dönemlerinde veya peygamber davetinin duyulmadığı yerlerde yaşayanlar, böyle bir şirkle yaşamışsa; kıyamet gününde; Yarabbi bize de bu davet ulaşsa imân ederdik diyecekler. Ama onlara şöyle bir imtihan açılacak tarafı Bâri'den, bu iddiada sadık iseniz, hadi şu ateşe girin buyurulacak. Çoğu bu işten imtina edeceğinden, Zebaniler derhal yakalayıp cehenneme sokacaklar...
Ancak, Resulullah’ın döneminde olsa ve onun tebliğini duysa, buna inanacakları İlm-i İlâhide bilinen kimselerin gönlünde zaten bu emre itaat zevki bulunacağından; hemen o emre uyacaklar ve ateşe girecekler. Ateş ise (Hz. İbrahim'e olduğu gibi) yakmayacak.
İşte bu taife, emri ilâhiye ciddiyetle uyacakları anlaşıldığından, onlar da öbür ehl-i iman gibi cennete gireceklerdir.
Birinci Makale
«Cenabı Hakkın zatı ulûhiyyeti ve sıfat-ı şeniyyeleri, ef al-i ilâhi'ye iman konusunda olup, dört babdan ibarettir.»
Birinci Bab: Zat-ı ilâhiyi tanımaya dairdir ve üç fasıldır.
1- Birinci fosil: (Allah'ın mukaddes zatının düşünülemez ve kavramlamaz
olduğunu bildirir.)
Mâlüm ola ki, Allah'ın zatı, mümkinâttan ve hadiselerden tamamen ayrıdır. Benzerlik veya yakınlık bile düşünülemez. Onun zatı bunlardan beri olduğundan, onu tasvir ve anlatımla sınırlamak, harici ve zahiri Özelliklerle tanıtmat muhaldir.
O halde, Allah'ın zatım ve niceliğini akılla kavramak muhaldir.
Akıl ona ulaşamaz.
Halbuki insan kendi hüviyyet ve zatını (nefsini) bile idrâkten âciz iken, Cenabı Hakkın başlangıçsız ve sonsuz zatını nasıl idrâk edebilir. Zaten biz zat-ı ilâhiyi bilmekle mükellef değiliz. Sadece yarattığı şeylerden onun mukaddes sıfatlarını ve esmasını düşünerek, zatının varlığına hükmederiz. Beşerin güç yetireceği marifet ondan ibarettir. Bu sebepten dolayı da İmam-ı Âzam efendimiz, Fıkh-ı Ekber kitabında «Biz Allah'ı, kendi kitabında belirttiği sıfat ve esmasıyle, gerçek mânada bilebiliriz» buyurur. Yani Cenabı Hakkın ulûhiyye-tini, Kur'an-ı Kerimde kendisinin tarif ettiği şekilde yüce sıfatları ile bildiğimizden, bu marifetimiz haktır.
2- İkinci fasıl: (Vâcib'ül-Vücûd Hazretlerinin varlığını beyana dairdir.)
Bu yüce prensibin en açık delili; Kur'an-ı Kerim'in işaret buyurduğu gibi; Masnuatm bir ezelî sanatkâra ve harika yaratıcıya muhtaç olmasıdır. Çünkü yerin ve göğün ve onlardaki canlı ve cansız; görülen ve bilinen yaratıklardaki akla durgunluk veren özellikleri düşünen kimse;o harika âleme hayran olacak şu hükme varacak: Bu âlemi ancak; ilim ve hikmet, irade ve kudret sahibi bir zat-ı kudsî yaratmış olabilir. Bunda asla tereddüt edilmez. Bazı dehrüer müstesna, bütün akıl sahipleri, hatta hiçbir şeriata bağlı olmayan filozoflar bile ulûhiyyet sıfatının Cenabı Hakka mahsus olduğunu itiraf ederler.
3- Üçüncü fasıl: (Vahdaniyyeti ilâhiyi bildirir.) Bilinen bir şeydir ki; Sani'i âlem, zatında, sıfatlarında, fiillerinde, esmasında, hüküm ve kazasında tekdir. Vahdaniyyet sıfatıyla muttasıftır.
Vahdaniyyet; Parçalardan mürekkep olmayıp; Parçalanma kabul etmekten münezzeh olmak demektir. Bu, «zat» da vahdaniyyettir. «Sıfatta» vahdaniyet ise; sıfatlarında, kendinden başkasına asla benzememektir... Her sıfat esasta birdir. Fakat taallûku itibariyle çok görünür.
Fiilde vahdaniyyet; bütün varlıkları yaratırken kendisine, başka şeyin müessir olmamasıdır. İşinde hiçbir ortak bulunmamasıdır. Yani gerçek fail sadece Allah'dır. Bütün mevcudatı doğrudan doğruya yardımsız ve yardımcısız icad etmiştir. Maddî ve mânevi hiçbir başka sebep ona tesir edememiştir.
İsimde vahdaniyyet ise; Esma-i Hüsnasından hiç birinde benzerinin bulunmamasıdır.
Bükümde vahdaniyyet'e gelince; emir ve nehiylerinde, sebepleri yaratmada, sonuçlan doğurmada sadece kendi hükmünün geçmesidir. «Hüküm yalnız Allah'a mahsustur.»
Dikkat! Âlemin Hâîikini birden fazla saymak aklen muhâî olduğundan, çokluk onun için muhal olur. Yani kahredici kudret ve ekmel ilim ve öbür sıfatlarında kendisine denk başka ilâhın bulunması mümtenidir.
2 - Bâb: «Sıfat-ı Selbiye» Yani Vacib Teâlâ'mn; Kıdem ve Beka sıfatlarıyla Mekân ve Cihet gibi cisimlere has özelliklerden beri olduğunu açıklar.)
Cenab-ı Hak, Kadim olup evveli yoktur. Varlığına yokluk tekaddüm etmemiştir. Ve ebediyyet üzere baki olup âhiri de yokdur. Yani Zat-ı IHûhiyetine adem (yokluk) düşünülemez.
Allah Teâla (c.c.)'nm ezelî ve ebedî olduğu anlaşılınca, mekân ve zamandan da münezzeh olduğu ortaya çıkar. Çünkü, bunlara muhtaç olmak; hareket veya sükûndan birisiyle vasıflanmayı gerektirir. Hareket ve sükûn ise, hadis olduklarından, hareket edenin veya sakin olanın da hadis olması zaruri olur. Öyleyse ezeli olan Allah, mü-tehayyiz ve mütemekkin olamaz. Yine cisim ve onun gerekleri olan; şekil, hey’et, renk, keyfiyet, terkib, mikdar, yön gibi hudûs belirtisi olan bütün hallerden münezzehdir Cenab-ı Hak.
3 - Bab: (Sıfat-ı Zatiyye Hakkındadır)
Bunlar da; Kudret, İlim, Hayat, İrade, Semi, Basar, Kelâm, Tekvin sıfatları... olup, herbiri Allah'ın zatıyla kaim ezeli sıfatlardır.
Allah Teâlâ (c.c.)'nın Ulûhiyyet vasfında; onun gereği olan yoktan varetmede, âlemi tedbirde, zât ve sıfatında mâsivadan müstağni olmak-da ve benzeri kemalâtta tekliğine binaen: ulvî ve süflî herşey onun eseridir. Onlardaki bütün üstünlükler ve incelikler; yukarıda geçen (Semi, Basar ve Kelâm hariç) sıfatlarını isbat eder.
Şöyle ki; Âlem'e baktığımız zaman; önce Kudret ve Tekvin sıfatlarının sonra İlim sıfatının ardından da Hayat sıfatının îsbatı kendiliğinden doğar. Ve kudretin her mümkini icada elverişli olduğu düşünülünce, bunları belli bir zamanda ve belli bir biçimde yaratmak için irade sıfatının gerekliliği anlaşılır.
Kudret: İradeye bağlı olarak mümkinâta etkilidir.
İlim: Bütün eşya ve durumların inkişafını içine alan bir sıfattır.
Hayat: İlim ve kudretle beraber bulunması gerekir.
İrade: Mümkinattan bir şeyin, belli vakitte olması veya yokolmasını tercih sıfatıdır.
Tekvin: Yok olanı icâd, var olanı yok etme gibi ilâhi fiillerde müessir olan sıfattır.
Hayat sıfatının birşeye taallûku yoktur. İlim ve kudretin ezelde olduğu gibi sonraki oluşlarda da tallûku vardır. Yani ezelde neyin, ne zaman, nasıl olacağını bilen Cenabı Hak, oluş anında da nasıl olduğunu da bilir. Burada İlim sıfatının taallûk ettiği §ey değişse de sıfatta bir değişme olmaz.
Kudret sıfatının ezelî te'siriyle mümkün olan herşey meydana gelir. Ancak, işlere te'sir, iradeyle uyum içinde taallûk ederek gerçekleşir.
İrade sıfatı da ezelde bütün dilenecek olan sebep ve vasıtaların oluşuna da taallûk eder. Vakti gelince ikinci bir tallûk gerekmez.
Semi ve Basar sıfatlarının da şer'an subt-i kafidir. Fakat Allah'ın bilmesi bir uzva ihtiyaç göstermediği gibi, görmesi ve işitmesi de uzva muhtaç değildir. Onun görmesi zatıyla kaimdir, onunla görülebilir herşeyi; işitmesi de zatıyla kaim sıfat olup işitilecek her şeyi kendisine inkişaf ettirir. Bu sıfatlar da ezelîdir.
Tekvin sıfatı dahi böyledir. Bu üç sıfatın yalnız taalluk hadislere vardır.
Kelâm sıfatı: Bu sıfat Peygamberlerin, Allah'dan aldıkları emir ve nehiylere dair bize ulaşan mütevatir haberlerle sabit olur. Çünkü emir ve nehiy kelâm-ı ilâhidendir. Bunu ona nisbet etmek bu sıfatı is-bat etmektir.
Kelânı sıfatı da öbür sıfatlar gibi Kadim ve ezelî olması sebebiyle ses ve harfden münezzehdir. Tecezzi kabul etmez. Arapça veya başka bir lügat ile aralamaz. Bu sıfatlar ancak, kelâm-ı ilâhiyi bildiren Nazra-ı Şerifte bulunur. Böylece ve Nazm da, asıî ilâhi kelâma delâlet ettiğinden Kelamullah denir 110Kelam sıfatının kadim olması zaruridir. Çünkü, onun hadis ile kaim olması düşünülemez. Böyle olunca, kelâmı lâfzinin, Zât-ı Bari ile kaim olmaması apaçıktır. Çünkü Harf ve Savtdan ibaret olan kelâm-ı lafzı hadis olduğundan ancak hadis ile kaim olur.
Tekvin sıfatı, fiili sıfatların hepsini ifade eder. Ayrıca da bir ezeli sıfattır. Maturîdî'nin görüşüne göre kudret sıfatı sadece varlığa taallûk etmesinden ibaret değildir. Sonuçların isimlerine göre buna çeşitli isimler verilir. Meselâ; Eseri mahlûk olmak bakımından buna Halk sıfatı, mevsufuna da Hâlık denir. Eseri rızık olunca bu sıfata, Ter-sig, sahibine de Rezzâg denir. Ölüm ve dirim açısından da mevsufuna, Muhyî ve Mümit denir...
4- Bab : (Ef al-i İlâhiyi açıklar)
Allah Teâlâ hazretlerinin fiili kendi dilemesiyledir. Üzerine birşey vacib değildir. Hiçbir fiili kabih olmaz. Hayır ve şer, ne varsa hepsi onun ihtiyariyle, îcâdı ile olmuşdur. Hikmetten uzak hiçbir fiili yoktur... Abesden münezzehdir, fakat esrarı kullarına tamamıyla açılnıa-- dığmdan; her fiilindeki hikmet ve maslahat bilinemez.
Kendisi Hakim-i Mutlaktır. Dilediğini işler, hüküm ve iradesine aykırı birşey olamaz. Kulların işleri de onun iradesiyle vücûd bulur. Kulun, hiçbir fiilinde, müstakil tesiri yoktur... Cenab-ı Hak mü'minin imanını da mutî'in itaatin: da iradesiyle yaratır. Kâfirin inkârını ve isyanını da... Yoksa kâfirin iman etmesini dilemiş de o etmemiş değildir. Aksi halde acz ifade eder ki, bu muhaldir. Fakat kulun fiillerine taalluk eden İrade-i Sübhaniye onların zâtı tercihlerine, yani cüz'i iradelerine talik olunduğundan; hayır isteyene hayır, şer isteyene şer halk edilir. Bu yönden kulun fiili kendine nisbet edilir, ceza ve mükâfat verilir.
Allah Teâlâ kullarına irade sıfatını vermiş, onları muhtar olarak yaratmıştır. Şu kadar ki; kendisi yaratmada ortak kabul etmez. O halde bir kul hayır veya şer, birşeyi tercih ederse onu Cenab-ı Hak kendisi halkeder. Öyleyse, hadis olan kudret (kulun gücü) asıl işe te' sir etmemiş olur.
İste böyleçş Ehl-i Sünnet cebir zihniyetinden uzak bir görüşe sahip olur.
Fasıkm kendi fışkını kaza ve kadere isnad edip kendini mazur sayması mümkün değildir. Çünkü Allah'ın takdiri, olacak şeylerin vakit ve zamanım ve öbür özelliklerini bilmesi; Kaza ise, ilim ve iradeye uygun şekilde eşya olayları icad etmesidir.
Fakat madem ki ilâhi ilim malûma tâbidir; ohalde bir kulun günâhı Allah'ın ilmine taalluk edeceğinden cebr olmaz mı? Olmaz! Çünkü bu ilim mutlaka o işin öyle olmasını gerektirir şekilde esasa te'sir edici değildir. Allah Teâlânın iradesi, kulun ihtiyarına mutabık olacağından, âdetullahm cereyanı esnasında kulun iradesi asıl olur. Bu durumda küfür ve isyan kulun tercihi sonucudur. İradeyi kötüye kullanmakla ilâhi ilmin ve iradenin kötüye taallukuna sebep oluyor.
Kaza ve kader, işlerimize olduğu gibi, rızık ve ecelimize de taalluk eder. Bununla beraber maişet temini ve sağlığı koruma konusunda tembel davranmak, burada kaza ve kaderi bahane etmek doğru olmaz. Gayret zarureti vardır. Durum bu olunca; mükellef kendi hak-kmda kaderin hükmünü bilmediğine göre; ona yakışan, hayır ve meşru olana koşmak, şer ye günah olandan kaçınmaktır...
Dostları ilə paylaş: |