Avustralya Delil Kanunu’nun 118’inci, 119’uncu ve 120’nci maddeleri müvekkil imtiyazının üç farklı çeşidini, hukuki görüş imtiyazı ve dava imtiyazı, düzenlemektedir. 118’inci maddeye göre hukuki görüş imtiyazı, avukat ile müvekkil arasında teati edilmiş gizli iletileri, aynı müvekkili temsil eden iki veya daha fazla avukatın aralarında teati ettikleri iletileri, avukatın veya müvekkilin hazırlamış olduğu ve diğer tarafa teslim edilmiş olan veya olmayan gizli nitelikli bir belgenin içeriği girmektedir. Sayılan iletilerin veya belgelerin imtiyazdan yararlanabilmeleri için hazırlanmalarındaki asıl amacın müvekkile hukuki görüş sağlamak olması gerekir. Sayılan koşulları haiz olan bir belge veya iletinin, müvekkilin mahkemede yapacağı bir itiraz üzerine mahkemeye delil olarak sunulmaması mümkün olacaktır.
119’uncu madde ise dava imtiyazını düzenlemektedir. Söz konusu madde uyarınca dava imtiyazı kapsamına, müvekkil üçüncü bir kişi arasında veya müvekkili temsilen hareket eden bir avukat ile üçüncü bir kişi arasında teati edilmiş gizli iletiler veya gizli belgelerin içerikleri girer. Sayılan iletilerin veya belgelerin imtiyazdan yararlanabilmeleri için hazırlanmalarındaki asıl amacın müvekkile Avustralya veya denizaşırı bir usulde (mahkeme önlerindeki usuller de dahildir) profesyonel hukuk hizmeti sağlanması olması veya müvekkilin Avustralya’da veya denizaşırı bir ülkede açılması muhtemel olan veya halihazırda derdest bulunan bir davada taraf olması gerekir. Tıpkı hukuki görüş imtiyazında olduğu gibi dava imtiyazında da sayılan koşulları haiz olan bir belge veya iletinin, müvekkilin mahkemede yapacağı bir itiraz üzerine mahkemeye delil olarak sunulmaması mümkün olacaktır.
Kanun’un 120’nci maddesi ise herhangi bir usulde avukat aracılığı ile temsil edilmeyen bir kişinin sahip olduğu imtiyaz hakkını düzenlemektedir. Eğer böylesi bir kişinin üçüncü bir kişi ile teati ettiği iletini veya gizli belge söz konusu usule hazırlanmak veya bunu yürütmek amacı ile hazırlanmış ise imtiyaz kapsamında değerlendirilecektir. Mahkemede imtiyaz itirazında bulunulması halinde böylesi bir iletinin veya gizli belgenin delil olarak sunulmaması mümkün olacaktır.
Kanun’un 121, 122, 123, 124, 125 ve 126’ncı maddeleri imtiyazın kaybedilmesini düzenlemektedir. Müvekkilin hukuki imtiyazını kaybetmesi ile kastedilen müvekkilin bu hakkından vazgeçmesi ve kural olarak sunmak zorunda olmadığı delilleri mahkemeye sunması anlamına gelir. Öncelikle bir müvekkil (veya 120’nci madde anlamındaki bir kişi) imtiyaz hakkından kendi rızası ile feragat edebilir. Ayrıca söz konusu Kanun’un 122’nci maddesi uyarınca bir kişi bilerek ve isteyerek imtiyazlı delillerin içeriğini üçüncü kişilere ifşa ediyorsa söz konusu haktan feragat edilmiş sayılır. Ancak söz konusu ifşa gizli bir ileti veya belge oluşturmak amacı ile, hata veya ikrah nedeni ile veya hukukun zorlaması nedeniyle meydana gelmiş ise feragat sayılmayacaktır. Ayrıca belirtilmelidir ki delilin içeriğinin bilinerek ve istenerek ifşa edildiği kişi müvekkilin veya avukatın çalışanı veya temsilcisi ise söz konusu kural uygulanmayacaktır, yani ifşa feragat anlamına gelmeyecektir. Ancak söz konusu çalışanın veya temsilcinin öğrendiği bilgileri ifşaya yetkili olmaması gerekmektedir. Aksi taktirde ifşa feragat sayılacaktır. Benzer şekilde bilinerek ve istenerek ifşada bulunulan kişi müvekkilin avukatı ise veya Avustralya Kanunlarına göre kurulmuş bir kamu kuruluşu (veya memur) ise söz konusu ifşa feragat sayılmayacaktır.
Kanun’un 124’üncü maddesi medeni usulün başlamasından önce ikiden fazla kişinin birlikte aynı avukatı tutmuş olması halinde bunlardan birinin avukata yapacağı iletilerin veya hazırladığı gizli nitelikli belgelerin ifşasının feragat anlamına geleceğini düzenlemektedir. 123’üncü madde ise cezai usullerde meydana gelen ifşaların hangi koşullarda feragat niteliği taşımayacağını ortaya koymaktadır.
Kanun’un 125’inci maddesi uyarınca avukat ile temsil edilmeyen kişinin, müvekkilin, avukatın veya müvekkilin ve avukatın birlikte hazırlamış olduğu bir iletinin veya belgenin suç işlemek veya sivil para cezasına neden olacak bir eylemi işlemek amacına matuf olması durumunda söz konusu belgelerin veya iletiler imtiyazdan yararlanamayacaklardır. Benzer şekilde eğer belgeyi hazırlayan yukarıda sayılan kişiler söz konusu belgenin hazırlanma amacının Avustralya kanunlarınca ihsan edilmiş olan gücün kötüye kullanılması olduğunu biliyorlarsa veya bu durumu bilmeleri gerekiyorsa söz konusu belge veya ileti imtiyazdan yararlanamayacaktır.
Kanun’un 126’ncı maddesi ise 121 ila 125’inci maddelerden herhangi biri nedeni ile imtiyazdan yararlanamayan dolayısıyla mahkemeye delil olarak sunulması gereken bir belge veya ileti ile bağlantılı olan ve söz konusu belgenin veya iletinin anlaşılmasını sağlayacak olan diğer dokümanların da imtiyazdan yararlanamayacağını ve delil olarak sunulması gerekeceğini ifade etmektedir.
Müvekkilin hukuki imtiyazı kapsamında Avustralya hukukunda iki konu son derecede tartışmalıdır. İlki şirket içi avukatlar ile söz konusu şirket arasında gerçekleşen iletilerin koruma kapsamında olup olmadığıdır. Avustralya Federal Mahkemesi’nin vermiş olduğu bir kararda12 şirket içi avukatın müvekkili ile arasındaki istihdam ilişkisi nedeni ile bağımsız davranamayacağı gerekçesi ile söz konusu iletiler imtiyaz kapsamında sayılmamıştır. Avustralya Başkent Temyiz Mahkemesi ise şirket içi avukatlar ile teati edilen iletilerin sadece söz konusu avukatın avukatlık mesleğini sahip oldukları bir faaliyet belgesi ile icra edebiliyor olduğu durum ile sınırlı olarak imtiyazdan yararlanacağına hükmetmiştir13.
Avustralya hukukunda tartışmalı olan bir diğer konu ise yarı yargısal süreçlerde (idari) avukat ile müvekkil arasındaki iletilerin veya belgelerin korumadan yararlanıp yararlanmayacağıdır. New South Wales Temyiz Mahkemesi’nin konuya ilişkin vermiş olduğu bir kararda14 İdari Temyiz Divanı önündeki usullerde imtiyazın uygulanamayacağına karar verilmiştir. Söz konusu kararın nedeni Divan’ın mahkeme niteliğinin bulunmaması ve idari bir kurum olması, Divan önündeki usullerde karşılıklı iki taraf bulunmaması ve Divan’ın delil kuralları ile bağlı olmaması gösterilmiştir. Söz konusu karar çok tartışma yaratmış ve bizzat İdari Temyiz Divanı tarafından ciddi biçimde eleştirilmiştir ve halen de eleştirmektedir15. Bunun üzerine yine aynı mahkeme verdiği bir diğer karar ile imtiyazın İdari Temyiz Divanı önündeki süreçlerde de uygulanması gerektiğine hükmetmiştir16. Ayrıca Avustralya Hukuk Reformu Komisyonu da müvekkilin hukuki imtiyazının yargısal olmayan usulleri de kapsayacak biçimde genişletilmesini tavsiye etmektedir17.
REKABET KÜLTÜRÜ
Nazlı Pınar AYDIN - Çağatay CENGİZ
ODTÜ-İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrencileri
ODTÜ İİBF’de Yrd. Dç. Dr. Gamze ÖZ tarafından verilmekte olan ADM430 Rekabet Hukuku dersi kapsamında Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğrencilerinden Nazlı Pınar Aydın ve Çağatay Cengiz tarafından dönem ödevlerinin bir derlemesi olan bu çalışmanın amacı, toplumumuzda rekabet kültürünü irdelemek, rekabet politikasının başarıya ulaşmasında rekabet kültürünün önemini vurgulamak ve bulunulan seviyeden daha ileri gitme yollarını araştırmaktır. Yazıda, her ne kadar toplumda batılı anlamda bir rekabet kültürü gelişmese de, toplumun eklektik yapısından mütevellit farklı bir rekabet kültürünün varlığından da söz edilmektedir. Bu bağlamda ilk olarak toplumdaki rekabet algısı irdelenecek; olumlu ve olumsuz yanları tespit edilen bu algının daha da geliştirilerek nasıl bir rekabet kültürüne dönüştürülebileceği tartışılacaktır.
Türk toplumunun genetik bir dokusunu oluşturan “devlet baba” anlayışı eklektik bir yapıya sahiptir. ‘Devlet’, bir yandan yüceltilen, fetişleştirilen, saygı duyulan ve ondan korkulan bir olgu iken –ceberut devlet anlayışı-, öte yandan “devlet” soyulması gereken, rüşvetin bir gelenek haline döndüğü, kurumlarında ancak rüşvetle iş yaptırmanın mümkün olduğu bir yapıdır. Bu toplumsal bilinçaltı düzeyi Osmanlı’dan kalan ve kuşaklar boyunca aktarılan bir mirastır aslında. Ve her kuşak, red-i miras yapmak yerine, kültürel kabullenme yolunda bu algıyı taşımışlardır. Mehmet Altan’ın Rekabet Kurumu Perşembe Konferansında
18 (21 mayıs 2008) belirttiği gibi; Osmanlı toprak düzeni devletin toprak üzerinde mutlak egemenliğine dayandığından, ve müsadere yolu ile devletin toprağa el koyma hakkı bulunduğundan, de jure olmasa de facto olan feodal yapıyı ve klientalist toplumsal örgütleniş ve toplumsal ilişki ağını kıracak bir sermaye birikimi sürecine izin vermediğinden, toprak bir meta olarak varlığını yüzyıllarca sürdürmüş ve mevcut durumun korunması gibi statükocu bir model benimsenmiştir. 15. yüzyıl şairlerinden Fuzuli, Osmanlı’nın en güçlü dönemlerinde bile rüşvetin devlet dairelerinde çok önemli bir yere sahip olduğunu ‘
Şikayetname’ adlı eserinde belirtmiştir:
Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Eğerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.
Dedim: - Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?
Dediler: - Bizim adetimiz böyledir.
Sadece Osmanlı’nın ilk dönemlerinde değil, son dönemlerinde de “rüşvet” olgusu varlığını sürdürmüş ve bu durum, ünlü yönetmen Atıf Yılmaz tarafından 1983 yılında ‘Şekerpare’ filmiyle gözler önüne serilmiştir. Şener Şen’de cisimleşen ve varlık bulan Daver karakteri, bürokratik kamu görevlisi imajını kurnazlık, köşeyi dönmecilik, işini bilme, astına ve üstüne karşı hiyerarşik ilişkileri koruma özelliği gösterir ve bu bağlamda aslında statükoyu koruyan bir komiser tablosu çizer. İlyas Salman da karakterize edilen Cumali ise tam tersi namuslu, dürüst, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan, kurallara uyan bir zabıttır. Şekerpare filmi, Osmanlı’nın toplumsal düzenini ve ilişkiler ağını gözler önüne sermesi bakımından bir başyapıt niteliğindedir.
Toplumun bu ilişkilerini düzenleyen bir başka olgu da dinsel öğretidir. Hayatın her alanına nüfuz eden din olgusu feodal yapının bir tutunum ideolojisi19 olarak karşımıza çıkar. Dinsel öğreti tıpkı toplumun yapısındaki çelişkiler gibi eklektik bir yapı gösterir. Bir yandan çalışmayı överken bir yandan da fakirliğe düşüldüğünde bunun bir Tanrı isteği olduğu belirtilir. Alınyazısı ve kaderci anlayış herkesin rızkının Tanrıda olduğunu buyurur. Umut fakirin ekmeğidir, atasözünde yoksul insanın tanrısal bir umutla geleceğe bel bağladığı görülür. Bu toplumsal bilinçaltını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer toplumlara bakıldığında da benzer süreçler görülecektir. Ortaçağ Avrupa’sı dini dogmaların ve feodal yapının egemen olduğu bir coğrafyayı betimler. Geçirilen Rönesans ve Reform Hareketleri dinin toplum üzerindeki etkisini kırmış ve yeni bir kırılma noktası yaratmıştır. Batı kapitalizminin kökenine bakıldığında Katolisizme başkaldıran bir Protestan ahlakın olduğu görülecektir. Protestanlık, özü gereği çalışmayı teşvik eden dünyevi bir dindir. Çünkü özünde insan aklına dayalı, dogmatizme karşı bir rasyonelleşmeyi de beraberinde getirir. Max Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde, kapitalizmin özellikle Protestanlığın ahlaki ilkelerinden aldığı güçle meşruluk kazanarak yaygınlaştığını ayrıntılı bir şekilde dile getirmiştir. Mukadder Yakupoğlu20’nun da belirttiği gibi “Protestanlık, her türlü koşul altında dünyevi ödevin yerine getirilmesinin tanrıyı hoşnut kılan tek yaşama biçimi olduğu ve tanrının dileğinin de ancak bu olduğu ve bu yüzden de kabul görmüş her mesleğin tanrı katında aynı değere sahip olduğu görüşüdür.”(2001, s.69). Protestanlık kapitalizmi Tanrı istencine bağlayarak ona ruh kazandırmıştır. Weber’e göre kapitalist ahlak çalışmayı temel alan, onu yücelten bir ahlaktır ve bu nedenle gerçek kapitalist içgüdülerini baskı altına alan bir çilekeştir. “Kapitalistlerin sürekli çalışmayı gerekli kılan işleri yaşamlarının kaçınılmaz parçasıdır. Bu, aslında en uygun güdülenmedir ama bu güdülenme kişisel mutluluk açısından bu yaşam biçiminin ne kadar usdışı olduğunu gösterir çünkü bu yaşam biçiminde insan iş için vardır, tersi geçerli değildir.” (s.61).
Görüldüğü gibi, feodal kalıntılar ve egemen din, toplumun yenilikçi reform geçirmesi yönünde negatif etkiye sahip olmuştur. Bu iki olgu, kalıplaşmış ve toplum zihninde bir yer etmiştir. Türki el Hamid21’in de dediği gibi “Geri kalmışlık-ilerleme veya üstün olup olmama sorunu mali, ekonomik, sosyal veya siyasi sorunlardan ziyade zihin yapısıyla ilgili. Neticede tüm bunlar belirli bir tavır, kavram, kültür ve zihnin tezahürüdür. Japon mucizesini, öncesinde Amerikan ve İngiliz gücünü, daha öncesinde Fenikelileri oluşturan şey, meydan okuma mantalitesidir”. Bu mantalitenin en güzel örnekleri atasözleri ve deyimlerde kendini gösterir. Atasözleri, Ali Püsküllüoğlu22’nun tanımıyla “ataların uzun denemelere, gözlemlere dayanan yargılarını genel kural, bilgece düşünce ya da öğüt olarak veren ve kalıplaşmış bir biçimi olan, kamuca benimsenmiş kısa özlü söz”dür ( 2002, s. 7). Buradan da anlaşılacağı gibi, atasözleri toplumsal bir deyiş ve toplumsal bilinçaltının dışavurum örnekleridir. Rekabet hakkında söylenen aşağıdaki atasözü rekabetin toplumdaki algısını göstermesi bakımından önemlidir.
Rakip ölsün de ne yüzden ölürse ölsün: Her işte önemli olan engelin yok olmasıdır, bu da ne yoldan olursa olsun önemli değildir.
Kimi atasözleri ise rüşvetin toplumdaki doğal bir olgu olduğunu ve devleti yönetenlerin sürekli maddi anlamda beslenmesi gerektiğini ve çıkar ilişkilerinin egemen olduğunu söyler.
Bal tutan parmağını yalar: Başkalarına yararı dokunan yerlerde çalışan, onlara iyi ve güzel şeyleri sunmakla görevli bulunan kimse, ürettiğinden ya da dağıttığından kendisi de faydalanır. Genellikle bu tutum da hoş görülmeye çalışılır. Çünkü o görevi yapan bunu hak ediyor kanaati yaygın hâle gelmiştir.
Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez: Büyük bir çıkar elde edilen yere ufak tefek bir şeyler vermek gerekir.
Bu atasözlerimiz ayrıca yolsuzluğun nasıl yapılması yönünde didaktik bir yol izler.
Gammaz olmasa tilki pazarda gezer: Yasadışı yollarla çıkar sağlayan, gizli işler çeviren kişi, yakayı ele vermekten çekinmese bu işleri daha sık ve açıktan yapar.
Minareyi çalan kılıfını hazırlar: Bir yolsuzluğu yapan kimse, onun ortaya çıkmaması için gereken önlemi de önceden alır.
Tutulmayan uğru, beyden doğru: Yakayı ele vermeyen suçlu ya da hırsız dürüst insanlarla dürüstlük yarışında bulunabilir.
Bazı atasözleri ise risk almanın yanlış olduğunu belirtir ve kanaatkar bir tutum sergiler.
Bugünkü tavuk yarınki kazdan yeğdir: Bugün elde edilmiş olan, yarın elde edilmesi olası bulunan daha iyi bir şeyden iyidir, çünkü yarın o gerçekleşmeyebilir, onun için eldekini yeğlemek doğrudur anlamında kullanılır.
Bazı atasözlerimiz ise toplumsal bilinç akışını göstermesi bakımından önemlidir. Kaderci anlayış bazı deyişlere rengini verir.
Umut fakirin ekmeğidir: Yoksul kişi yakında bolluğa rahata kavuşma umuduyla yaşar.
Garip kuşun yuvasını Allah yapar: Kimsesizleri Tanrı darda bırakmaz.
Kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar: Bir şeyi elde etmeye çalışan, uğraşan kimseye Tanrı neyi ne kadar kısmet etmişse, kişi ancak onu ve o kadarını elde eder.
Kısmet ise gelir Hint ten, Yemen den; kısmet değil ise ne gelir elden: Tanrı kısmet etmemişse, istediğiniz şeyi elde edemezsiniz anlamında kullanılır.
Görüldüğü gibi, atasözlerimiz tarihe ışık tutmaları bir yana, toplumun zihinsel yapısını göstermeleri bakımından önem arz eder. Yalnız buradaki konu, toplumun bu yapıları ne düzeyde gelecek kuşaklara taşıdığı ve bunu nasıl sistemleştirdiğidir. Eğer bir toplum değerler sistemine yenilikçi düşünceden daha fazla önem veriyorsa orada rekabetin gelişmesi söz konusu olmaz. Hüsnü Erkan’ın23 da belirttiği gibi değerler sistemi bize sadece bir yorum getirebilir, onun ötesinde bir açıklama yetisinden yoksundur çünkü değerlerin yapısı gereği yenilikçi bir uzantısı yoktur. Türk toplumunu da bu bağlamda değerlendiren Hüsnü Erkan Türk toplumunun bireyci değil, sosyal bir kişi olduğunu yani kendisini topluluk için feda eden, topluluk için çalıştığına inanan bir kişilik özelliğine sahip olduğunu belirtir (1999, s.45). Bu yapı bir yandan sosyal dayanışmacı bir toplumsal yapıyı öngörürken, öte yandan da aile gibi sosyal kurumlar aracılığıyla kendisini yeniden üretir ve birey “namus” uğruna kendini feda edebilir. Sosyal dayanışmacı düşünce, bir liderlik nosyonu üzerinden şekillenir. Kişi egemenliği bunun bir doğal sonucu olarak karşımıza çıkar. Ailede anne babaya karşı duyulan bağımlılık, okulda öğretmene, iş yaşamında patrona, siyasi katılım süreçlerinde siyasi parti liderine bağımlılık gibi kendini gösterir. Hüsnü Erkan, günümüzde bu sorunu eğitim sistemiyle ilişkilendirir ve Türkiye’de özgür bireyin değil, terbiyeli bireyin yetiştirilmeye çalışıldığını söyler. “Biz insanları eğitirken, özgür insan yetiştirmiyoruz, biz terbiyeli insan yetiştiriyoruz. Ve bir üst düzeydekiyle bir kişi tartışmaya kalktığında, "vay terbiyesiz, bana saygısızlık ediyor" diyor. Yani o, kendi fikrini savunuyor, görüşünü ileri sürüyor, "benim görüşümü ciddîye aldığı için karşımda yeni bir görüş ortaya koyuyor" demiyor, "bana saygısızlık ediyor,terbiyesiz" diyor. Çünkü, bizde eğitmek, hep terbiye etmek; deminki şekilde gördüğünüz gibi, hep değer yargısı vermek anlamına gelmiştir. Bugünkü sıkıntılarımızın bir kısmı da zaten burdan geliyor”(1999, s.52-53). Bu sıkıntıların çözümü ilişkilerin demokratikleştirilmesinden geçmektedir çünkü Erdal Türkkan’ın24 da belirttiği gibi “Demokrasi, siyasi alanda, rekabet de iktisadi alanda seçme ve seçilme özgürlüğünün en ileri düzeyde yaşanmasına imkan sağlar” (2006, s.2). Türkiye’deki rekabet etmeme sorunu sadece iktisadi bir sorun ayrıca demokratik de bir sorundur. Türkiye’nin demokratikleşmesi, rekabeti de beraberinde getirecektir.
Kültürümüzde olan eklektik öğeler rekabet açısından iki yönlü bir oluşum sergilemektedir. Daha önce de belirtildiği gibi bir yandan bireyselciliğe karşı toplumsalcılık, bir yandan da tarihsel açıdan bakıldığında özel mülkiyetin olmamasının devlet babaya karşı yarattığı bağımlılık bu coğrafyada bir rekabet kültürünün oluşmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak ironik bir şekilde yine bu noktalardan yola çıkarak kültürümüzde rekabet olgusunu destekleyen öğeler bulmak da mümkündür.
Hüsnü Erkan25’ın yaptığı bir sunum bu konuda bize çok aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır (Erkan, 1999). Erkan sunumunda Türk toplumunda önceden beri var olan ve ‘insani değerlerin ön planda olması’ ve ‘dikey akışkanlığın kolaylığı’nın rekabeti olumlu yönde etkilediğini iddia etmektedir.
İlk başta bakıldığında batılı toplumlara nazaran bizde daha fazla olan insani değerlerin öneminin rekabet için bir avantaj olmadığı düşünülebilir. Ancak giderek gelişen bilgi çağında insani değerlerin önemi de artmaktadır. İnsani değerler bilimsellikle birleştiği oranda toplumda rekabeti olumlu yönde etkileyecektir. Ayrıca bireysellik/toplumsallık ayrımında toplumsal bir noktada duruşumuz başarı rekabetini değilse de çıkar rekabetini yerleşik kılmıştır. Daha detaylı anlatmak gerekirse, batılı toplumlardaki ‘birey’ hâkimiyeti onları haklı olarak yaşamak için başarmak zorunda bırakmıştır. Hâlbuki Türk toplumunda bireyler kendilerini tek başına değil de; bir aile, sosyal grup içinde tanımlamışlardır. Böylesi bir toplum üzerinden tanımlama haliyle bireysel başarısızlıklar olsa dahi yaşamayı mümkün kılmıştır. Bu durum başarı rekabetini baltalasa da gruplar üzerinden gelişen çıkar rekabetini körüklemiştir.
Erkan’ın üzerinde durduğu diğer bir nokta da Türk toplumundaki dikey akışkanlık oranının batıya göre çok daha yüksek olması ve bu durumun rekabeti çok olumlu etkilediğidir. Türk toplumunda kalıplaşmış bir sınıf yapısı bulunmadığından sosyal hareketlilik oldukça yüksektir. Sadrazamlık makamı bunun en güzel örneklerinden olmuştur. Küçükten alınan bir devşirme idari anlamda en yüksek noktaya kadar gelme şansına sahiptir. Böylesi kökleşmiş engellerden arınık bir ortamda başarılı bir şekilde rekabet etmeyi bilen insan şüphesiz başladığı yerden çok daha yükseklerde hayatını tamamlama şansına ulaşabilir.
Yukarıda değinilen örneklerden de anlaşılacağı gibi yıkılmaz duvarları olmayan, eklektik bir yapıda olan Türk kültüründe aynı anda rekabeti baltalayan ve onu tetikleyen öğeler bulmak mümkündür.
Peki, geçmişten getirdiğimiz bu farklı noktalarla bugün rekabet kültürü açısından çok geri bir noktada olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Yaşanan olumlu gelişmelere bakarak iyimser bir tablo çizilebilir. Aynı gazetenin bir sütununda sabit fiyat uygulamasının olumlu bir şey gibi yansıtılması talihsizliğini görürken, yan sütunda da rekabetin yetersiz olduğundan yakınan bir dernek başkanının söylemlerini26 okumak mümkün. Benzer bir şekilde başka bir dernek başkanı da perakendecilik sektöründe iyileşmenin reçetesini adil rekabette bulmaktadır27. Bu örnekler Türkiye’de rekabet kültürünün belli bir seviyenin üzerine çıktığını ve artık insanların rekabeti olumlu bir şey olarak benimsemeye başladıklarını gösterir.
Şüphesiz rekabet kültürünün yaygınlaşması için yapılması gereken birçok şey vardır. Hürriyet Gazetesi’nde yazdığı yazılarla bu amaca büyük katkılar sunan Ercan Kumcu’nun bir dizi önerisi vardır (Kumcu, 2007). Kumcu öncelikli olarak tam işleyen bir piyasa mekanizmasının önemini vurgular. İşleyen bir piyasa mekanizmasının içinde ‘rant’ın azalmasıyla rekabetin artacağını savunur. Rant ne kadar azalırsa verimlilik o kadar öne çıkacaktır ve para kazanmak zorlaşacaktır. Böyle zor şartlar altında da doğru yerde doğru kişilerin çalışması sağlanacaktır. Bu durum da otomatik olarak toplumdaki rekabeti besleyecektir. Kumcu rantın azalmasında da Avrupa Birliği gibi dışsal faktörlerin önemli bir rol oynadığını söyler.
Birçok akademisyen üniversitelerin önemli bir rolünün olduğunu vurgulamaktadır. Üniversitelerde oluşturulacak hukuk ve iktisat karması disiplinler arası çalışmaların gerek toplum gerekse Rekabet Kurumu açısından besleyici olacağı düşünülmektedir. Üniversitelerde verilecek olan “Rekabet Hukuku” derslerinin de büyük ölçüde fayda sağlayacağı kesindir. Bu konuda oldukça ümit verici gelişmeler yaşanmaktadır. 10 yıl öncesine kadar birkaç üniversitede açılan Rekabet Hukuku dersi bugün çok sayıda hukuk fakültesinde bulunmaktadır.28 Bununla doğrudan ilişkili olarak, rekabet konulu sempozyumların ve Rekabet Kurumu’nun kararlarının yayınlanmasının bu kültürün oluşumunda etkili araçlar olacağı söylenmektedir.
Rekabet kültürünün oluşturulması gayesinde en önemli görev şüphesiz Rekabet Kurumu’na aittir. Esas olarak kurumun, ekonominin çeşitli sektörlerinde rekabetin oluşturulması, korunması ve geliştirilmesi gayelerini taşıdığı bilinmektedir. Rekabet Kurumu başkanı Nurettin Kaldırımcı29 konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta “Teşebbüslere, girişimci ve yöneticilere, rekabetin niçin önemli olduğunu, rekabetçi düzenlemenin niçin gerekli olduğunu, uygulamaların nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalıştıklarını” ifade etmiş ve “Rekabet Kurulu olarak, düzenleme yapan ve yaptırım uygulayan bir otorite olmanın yanı sıra; eğiten ve rekabet kültürünü benimseten, rekabet bilincini yaygınlaştıran bir kamu kurumu olmayı” da hedeflediklerini belirtmiştir. Bütün bu amaçların ışığında sadece vuku bulan rekabet ihlallerine müdahale etmenin ötesinde Rekabet Kurumu pro-aktif bir rol de üstlenmelidir. Gelen bütün ihbarlarla ilgilenerek kaynaklarını tüketeceği yerde; riskli gördüğü alanlarda detaylı bir piyasa analizi yaparak herhangi bir şikâyet olmadan da rekabet açısından duyarlı alanları saptayabilmelidir. Elbette bütün bunlar Kurum’un elindeki sihirli bir değnekle başarılmayacaktır. Devletin rekabet otoritesini doğru algılaması ve onun eylemlerine destek olması şarttır. Bu durum da bizi rekabet savunuculuğunun alt başlığı olarak gelişen ‘rekabet kültürünün oluşturulması’ noktasından, ‘kamu otoriteleri ile olan işbirliği’ noktasına taşımaktadır. Kısaca bu başlığı açacak olursak, burada amaçlanan, rekabet otoritelerinin rekabet politikası ve kuralları hakkında devletin diğer kurumlarına danışmanlık yapmasıdır. Geçmişten gelen büyük devlet geleneğiyle bulunduğu alanlarda bizzat devletin rekabeti bozduğu düşünülecek olursa, bu konuda devletin eğitilmesinin ve devletle işbirliği içinde faaliyetlerde bulunulmasının çok büyük faydalar getireceği muhakkaktır. Elbette, devletin bazı kamu politikaları rekabet politikasıyla çatışacaktır. Ancak burada önemli olan rekabeti bozmanın siyasi tercih olmaktan çıkarılmasıdır. Günümüz şartlarında siyasi tercihin sınırlandırılması iktisadi fayda açısından zorunludur. Siyasi otoritelerden bağımsız rekabet kurumlarının oluşturulmasındaki ana hedef de budur. Bunların sonucu olarak devlet, gerekli gördüğü alanlara müdahalede bulunmadan önce rekabet kurumunun fikrini almalı ve mümkün olduğu ölçüde sunulan önerileri uygulamalıdır (Katırcıoğlu, 2005)30.
Şimdiye kadar geliştirilen öneriler Türk toplumunun geçmişinden yola çıkarak kendi iç dinamiklerimizle şekillenen önermelerdir. Kafamızı biraz daha yukarı kaldıracak olursak başlangıçta bizimle benzer konumlarda olan, devamında da rekabet politikalarını başarıyla uygulamış devletlerle Türkiye’yi karşılaştırabiliriz. Bu ülkelerin rekabet kültürünün yayılması sürecini nasıl yönettiklerine bakarak kendimize dair bazı ipuçları almamız mümkün. Koreli akademisyen Lee31, Amerika’ya nazaran Avrupa ve Japonya’da daha kolektivist ve belirsizlikten kaçınan bir kültürün hâkim olduğunu ve bu durumun ülke insanlarını kartellerin kötü olduğu konusunda ikna etmekte bazı zorluklar yaşattığını iddia etmektedir (Lee, 2007). Benzer bir kolektivistlikten çokça nasibini almış Türkiye için de bu durumun geçerli olduğu düşünülebilir. Bu soruna Kore’nin bulduğu çözüm bizim için de pekala geçerli olabilir. Rekabet politikalarının uygulanmaya başlandığı ilk dönemlerde Kore, kartellerle ve birleşmelerle çok uğraşmayıp, daha çok ekonomik yoğunlaşma ve haksız rekabet konularına eğilmiştir. Bu yolla ‘Kore Adil Ticaret Komisyonu (KFTC)’ toplumdan büyük bir destek almıştır. Benzer bir örnek olarak Lee, eski komünist ülkelerdeki rekabet hukuku denemelerine de değinmiştir. Bu ülkelerin kültürlerinde büyük değere sahip olan ‘teknolojik buluş’lar, rekabet kültürünün geliştirilmesinde ‘yenilik için rekabet’, ‘işbirliği için rekabet’ gibi söylemlerle işlevsel bir araç olarak kullanılabilmektedir.
Özetleyecek olursak, rekabet kültürünün geliştirilmesi konusunda kültürde rekabet yanlısı taraflar bularak öncelikli olarak bu tarafların üzerinde durup insanları rekabet olgusuna alıştırmak daha faydalı olacaktır. Rekabet nosyonunun bilinçlere yerleşmesiyle kalan eksiklikler zamanla tamamlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki bizim gibi kolektivist bir kültürden gelen toplumlar için yerleşik bir rekabet kültürünün tesis edilmesi uzun bir maratondur.
Dostları ilə paylaş: