Sevilcan Başak Ünal fatih Fen Lisesi eskiŞEHİr derecesi : 1


Umur Mutlu Antalya Anadolu Lisesi ANTALYA



Yüklə 159,82 Kb.
səhifə2/3
tarix29.07.2018
ölçüsü159,82 Kb.
#62106
1   2   3

Umur Mutlu

Antalya Anadolu Lisesi ANTALYA

Derecesi 5
Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”

Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.

ARAÇSALLAŞTIRILMIŞ ADALET VE OTORİTENİN HUKUKU
İnsanoğlunun yüzyıllardır içine düşmüş halde kurtulmayı beklediği ya da amaçsızca içinde çırpındığı nihai uğraş, kuşkusuz ki “Doğaya egemen olma” isteğidir. Varlığını doğayla uyum içinde yaşayarak sürdürdüğünün farkında olmayan insanlık, anarşizmin kuramcılarından Bakunin’in “doğaya itaat et” öğretisini alaşağı ederek, doğaya egemen olma gafletine düşmüş ve bir nevi kendi geleceğine “şah” çekmiştir. Bu ilkel ve bir o kadar da manevralara açık satranç oyununun, kuşkusuz ilk açılımı Adorno’nun “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde belirttiği gibi “doğaya egemen olma uğraşının git gide daha sert bir şekilde insanın insana olan egemenliğine” dönüşmesidir. Bu uğraşın -doğaya ve insana egemen olma uğraşının-en nihai ve kesin sonucu: özel mülkiyet kavramı, sınıf oluşumu ,sınıf hiyerarşisini belli bir dengede tutan şiddet kavramı ve tüm bu kavramları organik bir şekilde kendinde barındıran ve tüm şiddet eylemlerini kendi içinde meşrulaştıran devlet kavramının durumudur.
Hobbes, devlet kavramının gerekliliğini “Leviathan” isimli yapıtında şöyle dile getiriyor. Doğanın içinde bilinçsizce dolaşan ve şiddeti kontrolsüzce kullanan bireyin kontrolü ancak tiranlığın hüküm sürdüğü ve bilinçli bir şiddetle bireyi kendine itaate zorlayan devletin görevidir. Hobbes’a göre uygarlığın devamı için devlet otoritesinin birey üzerindeki baskısının gerekliliği yadsınamaz. Öyleyse şiddet kavramıyla iç içe geçmiş bir devlet kavramı için şu soruyu sorabiliriz: Şiddetiyle bireyi baskı altına alan ve itaate mecbur kılan devlet “adalet”i uygarlığın devamı için mi yoksa “ uygarlığın” devamlılığını sağlayacak “devlet” otoritesinin mutlaklığı için mi vardır?
Skolastik düşüncenin egemen olduğu Ortaçağ döneminde , devlet ve mutlak güç, bu gücün “ilahi” bir şekilde kendinde olduğunu öne süren kilisenin denetimindeydi. Ve belki de “egemenlik satrancının” ilk büyük hamlesi de bu döneme aittir. Devlet kavramı ve onun yarattığı şiddet, kilisenin tekelinde “ilahi” bir boyutta değerlendirildiğinden ne sorgulanabilir ne de karşı çıkılabilir nitelikteydi. Tanrı devlet anlayışının bir numaralı öğretisi “Tanrının doğruluğundan emin ol” ve onun ajandası olan “kurallara itaat et” öğretisiydi. Gücünü Tanrı’nın mutlaklığından alan ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi “zillulah” olduğunu öne süren kilisenin “amaçların ölçütü”nde kullandığı adalet kavramı da nerede olduğu bilinmeyen bir gücün gölgesine yüklediği sorumluluktan başka bir şey değildir. Öyleyse Ortaçağın devlet otoritesi ve bunun uzamında yer alan salt “devlet araçları” haline gelmiş adalet ve hukuk insanın, bireyin ya da toplumun çıkarlarına değil, Güneşin doğmadığı bir çağda varlığını sürdürme gayreti gösteren “Tanrı’nın gölgesine” ışık tutma çabası içindedir. Aydınlanma döneminin düşünce kuramcılarından Kant’ın “Aklını kullanma cesaretini göster” ve “Düşünüyorum, öyleyse varım” öğretileri Ortaçağ skolastik felsefesinin çöküşünü müjdeliyor ve bireylerin ereklerinin “aklı kullanmayla” gerçekleşeceğini öne sürerek Aydınlanma Çağı’nın temellerini atıyordu. Aklı kullanmanın ve bu yolla doğanın anlamına ulaşma ereği pozitivizmi öne çıkarıyor ve skolastik düşünmenin “mit” doğmasını alaşağı ediyordu. Ancak ne var ki Adorno ve Horkheimer aydınlanmanın “mit”i farklı bir formda yeniden değerlendirdiğini ve kendi mitlerini yarattıklarını “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde açıkça dile getiriyordu. Aklın ortadan kaldırdığı “mit” düşünce kisvesiyle aydınlanmanın üzerinde gezinmektedir. Bu tespitle aslında taban tabana zıt durumların nasıl bir “suç ortaklığı” kavramıyla iç içe geçtiğini görebiliriz. Aydınlanmanın getirdiği teknik donanım ve aklı kullanma gücü satranç oyununun görkemli bir hamlesi olarak akıllara kazınmıştır. Aklı kullanmanın neticesinde yerle bir olan “Tanrı devlet” anlayışı yerini Fransız Burjuva Devrimi ile “araçsallaştırılmış aklın” karanlığına bırakıyordu. Gittikçe hız kazanan “doğaya hakimiyet” anlayışı gücünü ve varlığını “araçsallaştırılmış aklın ve nesneleştirilmiş doğanın” senteziyle bir kez daha ispatlıyordu. Burjuva devletinin daha hızlandırdığı bu erek kendi öğretilerine ve adalet kavramına sıkı sıkıya bağlanmak zorundaydı. Bireye verilen özgürlüğün yine bireyden alınması, mutlaklığın ve “doğa hakimiyetinin “ devlete ve onun bir aracı haline gelmiş bilime bırakılması, ancak devletin özüne bağlı adalet ve hukuk kavramlarının oluşturulmasıyla mümkündü. Engels’in “Antiduhring”de belirttiği gibi devlet araçlarıyla tutarlı olmayan bir şiddet, baskı ve otoriteyle devletin doğrudan kendisine yönelir. Öyleyse modern anlamda adalet, hukuk, eşitlik gibi kavramlara dayanan Fransız Burjuva Devleti, önce kendi çıkarlarını korumalı ve insanın belli bir otoriteyle başka bir insana üstünlüğünü perçinleyerek alışılmışın dışında bir baskı formu yaratmalıdır. Konusunu Fransız Devrimi’nin adalet ilkesinden alan Kieslowski filmi Trois Couleur- Blanc , bu durumu çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Özünde amaçların bir ölçütü olan adalet kavramı tabiri caizse “mutasyona uğrayarak “ otoritenin ve totaliter eylemlerin bir numaralı sığınağı haline gelmiştir. “XX.yüz yıl Lenin’in öngördüğü gibi devrimlerin ve dolayısıyla savaşın ekseninde değerlendirildiğinde şiddetin yüzyılı olmuştur” diyor Hannah Arendt. Haklı da. Marx’ın öngördüğü “tarihin evrimselliği ve Sosyal Darwinizm kuramları, 20.yüz yıl ideolojileri, bu ideolojilerin baskıları ve özünde yine her seferinde baştan başlanan “egemenlik satrancı” öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki Hobbes’un söylediği gibi sözleşmelerin anlamı, kılıçlar olmadan anlamsızlaşıyordu. Bununla paralel olarak giden ve şekilden şekle sokulan hukuk ve adalet kavramları, liberal kapitalist toplumların ereklerine hizmet etmekten kendini alamıyordu. Öte yandan bireyin adalet karşısında “boynunun kıldan ince” olması, sistemin bireyin özüne olan baskısını kolaylaştırıyor ve adaleti çok farklı formlarda Foucoult’nun dediği gibi bireyin adalet ekseninde cezayla normalleştirilmesi adına kullanılıyordu. Foucault, ceza sisteminde bireyin çoğunluğa katılımına, tek tipleştirilmesine adalet ve hukuk sisteminin yadsınamayacak rolü olduğunu düşünüyordu. Ona göre modern devlet, ilkel devletten aldığı köleleştirme misyonunu üstü kapalı bir şekilde adalet ve hukuk sayesinde gerçekleştiriyordu.
Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal” kitabında bahsi geçen, bireyin şiddetini önleme ve itaatini sağlama amacı tam da bu eksende “sistemi amaçlarının” ölçütü olan ve yine “sistem araçlarının uygunluğunda” karar kılan adalet ve hukuk kavramlarının bireye yönelik örtülü şiddet eylemleriyle sağlanıyordu. Toplum içinde sesini ve varlığını hissettirme amacıyla her türlü şiddet eylemini meşru gören Alex, sistem trafından ehlileştirilmiş hale getiriliyor ve otoritenin şiddetine boyun eğmeye zorlanıyordu. Tüm bunlar sisteme itaati haklı gören adalet ve yöntemlerin uygunluğunu tasdik eden hukuk eliyle yapılıyordu. Özünde hiçbir haklı gerekçesi olmayan işkence, devlet otoritesi sarsılmaya başlayınca ortaya çıkıyor ve amacında ve araçlarında sakınca görülmeksizin uygulanıyordu.
Uluslararası hukuk ve adalet kavramları da doğaya karşı egemen olan süper güçlerin boyunduruğundan kurtulamamıştır. Özünden uzağa itilmiş bu kavramlar, sadece bu güçlerin hamle yapma sıraları geldiğinde kendisini göstermekte ve bu güçlerin çıkarlarına hizmetten kurtulamamaktadır. Yakın tarih, Slavaj Zizek’in dediği gibi “işlenmiş cinayetlerin tarihidir.” Bu sözü örneklendirmesi hiç zor olmayacaktır: Birleşik Devletler’in ve onun hukuksal ve askeri aracı haline gelmiş uluslar arası örgütlerin Ortadoğu’da amaçladığı “hukukun üstünlüğü ve adaletin sağlanması” amacı, bunun en güzel örneğidir.
Postmodern kapitalist sistem anlayışının başını çektiği kavram karmaşası günümüz insanının karşı karşıya kaldığı üstesinden gelinmesi en zor durumlardan biridir. Öyle ki burjuva kapitalist sistem yapısı kelimelere indirgenen soyut kavramların yanlışlığını ya da doğruluğunu, haksızlığını ya da doğruluğunu dildeki genellemelerle belirsizleştirmektedir. Böylesi bir durumda devletin dayattığı yasaların ve uyguladığı adaletin yanlışlanmas, değer yargılarıyla apolitikleştirilmiş toplumun namlularını üzerimize doğrultacak ve bizi yanlışlanan hukuk ve adalete boyun eğmeğe zorlayacaktır.
Devlet kavramının meşruiyeti için çabalayan ve devletin ereğine hizmet eden bütün amaç ve araçlarda herhangi bir sorun görmeyen adalet ve hukuk öz anlamından uzaklaşmış ve devlet tarafından icat edilmiş salt sentetik kavramlardır. Yazının başında belirttiğim gibi “uygarlığın devamlılığı” bir yana dursun, devletin mutlaklığına hizmet etmektedir. Savaşın ve şiddetin altında imzasını bulduğumuz bu tür “adalet ve hukukun” uygarlığın sonunu getireceğini Arendt’in şu sözüyle anlayabilir ve “egemenlik satrancının” sonunu kestirebiliriz: “Süper güçler ya da uygarlığın en üst düzleminde oynanan kıyametsi (apokaliptik) satrancın nihai sonucu şudur: İçlerinden hangi güç galip gelirse bu durum hepsinin sonu olacaktır.”
İşte tüm sorunun kaynağı olan doğaya egemen olma anlayışının yarattığı sentetik yargı ve kavramlardan vazgeçmek, insanın insana egemenliğinin zorunlu kıldığı zincirleri kırmak gerekir. Ancak o zaman uygarlığın devamı, asıl gücüne bürünmüş adalet ve hukukun doğanın kontrolüne geçmiş amaç ve araç değerlendirmeleriyle mümkündür.

Cem TÜRKÖZ

Hisar Okulları İSTANBUL

Derece : 6
Kültürün ataerkil oluşumu, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin kullanımında kendini gösterir.”

Luce Irigaray, Ben, Sen, Biz-Farklılık Kültürüne Doğru, Çev. Sabri Büyükdüvenci-Nilgün Tufal, İmge Yayınları, Ankara 2006, s. 17.  

CİNSİYETLERİN EVRİMİ ÜZERİNE
İnsanoğlunun evrimi irdelenirken mekanikleştirdikleri rasyonalitenin kurbanı olan birçok akılcının düştüğü hatalardan birisi de evrime salt biyolojik düzlemde bir yaklaşım göstermeleridir. Birey, yüz binlerce yıllık evrim sürecinde salt biyolojik değil, aynı zamanda kültürel bir evrim sürecinin de içinde bulmuştur kendisini. Nitekim varoluşun amaçları yerine getirildikçe, doğan her yeni birey bu süreçlerin içinde yer almaktan da kurtulamayacaktır.
Söz konusu biyolojik evrim iken insanoğlunun evrimine Darwin’den bu yana yapılan çalışmalar bağlamında göz atmakta fayda vardır. Tarihsel arka planıyla (arkeolojik ve paleontolojik çalışmaların son iki yüzyılda incelenmeleriyle) insanoğlunun evrimi ilk insanları takiben homo erectus, homo habilis, homo sapiens ve son olarak günümüz insanından biyolojik hiçbir farkı bulunmayan homo sapiens sapiens ile devam etmektedir. (Bu noktada homo sapienslerce kıyıma uğratılan homo neandarthalisi unutmamak gerekir.) Sırtını kaçınılmaz bir şekilde tarihe dayayan evrimcilerin araştırmalarına göz atacak olursak, çerçeve bizi biraz şaşırtacaktır: M.Ö. yaklaşık sekiz bine kadar insanlar yalnızca mağara duvarlarına çizdikleri birkaç resim ve bilenmiş, kesici, taş av aletlerinden ve kendi fosillerinden başka bir şey karalamamıştır uygarlık adına. M.Ö. beş yüz binlerden M.Ö. sekiz bine kadar geçen sürecin şunun şurasında on bin senesi yeni dolmuş uygarlığımıza kıyasla, ne büyük bir süreç olduğunun farkında mısınız? Tam da bu soruya verebileceğimiz cevap “evet” iken ABD’li tarihçi Prof. William Hardy Mc Neill söz alıyor : “İnsanoğlunun evrimi iiç içe geçen iki süreçte irdelenmelidir. Bunlar, biyolojik ve kültürel süreçlerdir.”
Mc Neill’in üstünü açmaya pek yanaşmadığı bu iddia pekala irdelenmeye değer. Sorulacak soru şudur : “Yüz binlerce yıl boyunca kaplumbağa hızıyla ilerleyen kültürel evrim, biyolojik evrimin hızını önce nasıl yakalamış, sonra nasıl ona fark atmıştır?” İlk insanlardan homo sapiens sapiens’e dek insan dört büyük biyolojik evrimi yaşamış (ikinci paragrafta bunları saymıştık), nitekim yarattığı kültürel birikimiyle biyolojik evrimin bu yavaş hızına dahi erememiştir. Altı haneli sayılarla ifade edebildiğimiz devasa zaman dilimleri içine kayda değer neredeyse hiçbir ilerlemeyi sığdıramamıştır. Her jenerasyonda kendini tekrar eden kesici av aletleri ve biraz daha geç dönemde mağara duvarlarına çizilmiş birkaç resim (tascaux buna bir örnektir) dışında elimize geçen herhangi bir kültür ürünü yoktur, ta ki insanoğlu bugünü hazırlayan iki büyük devrimi gerçekleştirene dek. Bu milat taşlarıyla insanın kültürel evrimi, biyolojik evrimini önce yakalayacak yakalamasıyla da onu ezip geçecektir.
Şimdi cevap aradığımız soru ise şudur: “Pekala, günümüz kültürünü inşa eden bu büyük dönüm noktaları nelerdir ve toplulukların uygarlık tarihine nasıl zemin hazırlamışlardır” Birincisi ve bence en önemlisi Afrikalı ilkel kabilelerin yemek adına etraftan topladıkları tohumları toprağa ekmeleri ve ürün aldıklarını görmeleriyle başlayan tarım toplulukları sürecidir. Bu sayede daha fazla insanı doyurabilen tarım toplulukları, yerleşik yaşama adım atmışlar, önce sulama kanalları ardından kara saban vs. derken şehir devletleri örgütlenmeleri baş göstermiştir. Elbette bu süreç karmaşık toplumsal bir örgütlenmeyi de beraberinde getirdiğinden denetleyici organlarını doğurmuştur. Tahmin edebileceğiniz gibi bu denetleyici organ, en ilkel haliyle devletin ta kendisidir. İşte tam da bu noktada tarım öncesi toplulukların ilişkilerinin binlerce yıllık geleneğinin cinsiyet bağlamında bir çözülmeye uğradığı görülecektir. Tarım vesilesiyle artı ürün elde edilebilmesi kadının toplumdaki toplayıcılım rolünü yok ettiği, üretimin ve yerleşik hayatın getirdiği ev hayatının vazgeçilmez koruyuculuğu görevini kadının sırtına yükleyecektir. Öte yandan üstüne her geçen gün yeni bir şey konan ve bir müddet sonra kontrol edilemez hale gelen, Durkheim’ın da dediği gibi kendi yasalarıyla, bireysel bilinçten bağımsız işlemeye başlayan toplum, kültürünü merkezi erkek olan kurallar vasıtasıyla inşa etmeye başlamıştır. Durkheim, geç tarım öncesi ve erken tarım topluluklarını mekanik dayanışmalı topluluklar olarak tanımlamıştır. Sanıyorum bu tanımıyla Durkheim görece az karmaşık, olaylara aynı tepkileri veren, tek tipleşmiş toplulukları işaret etmekteydi. Bu noktada toplumda cinsiyet ilişkilerini biraz daha açmak için Durkheim’ın “mekanik dayanışmalı” bu topluluklarından bugünün karmaşık toplumlarına geçişte bahsettiğimiz tarımla gelen bir nevi cinsiyetler arası ilişkilerin evrimi nosyonuna değinmekte fayda var: Tarımla beraber gelen toplumsal örgütlenme bu mekanik dayanışmalı toplumların kültürel evrim süreçleri içerisinde toplumsal bilinç inşa etmeye başlamıştır. Bu bilinç, bireyden bağımsız olmadığı gibi, bireye bağımlı da olmayan ve kendi kendini devam ettiren bir hal almış, bu sırada kendi altında toplumsallığa işaret eden sayısız nosyonu üretmeye başlamıştır. Nitekim bu alt nosyonlardan birisi de toplumsal cinsiyettir.
Toplumsal anlamda cinsiyet kendisini besleyecek kanalların inşasına tarım devriminin bahsettiğimiz sonuçlarıyla başlamıştır. Nüfus artışı, devlet örgütlenmesinin erkek kontrolünde gelişim göstermesi, geçimi sağlayanın aile yaşamında salt erkeğin mesuliyeti haline gelmesi ve tüm bunlar olurken kadının konumunun binlerce yıl boyunca yuvaya sahip çıkma, nüfusa çocuk verme ve ev hayatını çevirme görevleriyle sabitlenmiş. Kadının toplumsal cinsiyetinin (sex- gender) ilişkisi olmakla kalmayıp uygarlığın ve onu inşa eden kültürün bir parçası haline gelememesi sonucunu doğurmuştur.
Bu noktada geriye dönüp bakıldığında kültürün ataerkil oluşumunu besleyecek, toplumsal ilişkilerin zaten erkek egemenliğinde sürdürülmeye başladığı dönemde, ikinci büyük dönüm noktasının altını çizme vaktinin geldiğini görüyoruz. Bu ikinci büyük devrim, yazının icadıdır. Ürünlerinin bir listesini tutma ihtiyacı hisseden bu ilk tarım toplulukları her ürün için ayrı bir şekil ve miktarlarını gösteren sayı belirten ideograflar kullandılar. Bu, zaman içinde önce aristokrasinin ardından (ki, bunun gerçekleşmesi yüzyıllar almıştır) toplumun (yine erkek olmak üzere) neredeyse her kastına inmiştir. Elbette tarımla beraber toplumun yöneticilerinin ve toplumun daha ufak parçalarının (aile gibi) reislerinin erkek oluşu, icat olan yazının yalnızca erkekte var olan bir niteliğe bürünmesine yol açmıştır. Nitekim M.S. beş yüzlerin Tang Çin’inde dahi (ki dönemin en ileri uygarlığı olarak gösterilir) arşivlerde kadınlarca yazılmış bugüne kalabilen metinlerin sayısı toplam metinlerin yüzde birini bile oluşturmaz. Tarihsel arka planda kolay hazmedilebilir gözüken bu devrim, uygarlık tarihinin ana maddesi yazının, erkek idaresinden uzun süre çıkamaması sebebiyle, kadını kültür inşasının dışına atmış ve ataerkil bir kültürün inşasını kaçınılmaz kılmıştır.
İşte bu iki büyük dönüm noktası, kültürel evrim süreci içinde cinsiyetler arası ilişkinin yeniden yapılanmasına ortam hazırlamıştır. Bu, öncelikle yerleşik toplumda kurulan yeni ilişkilerin, sonrasında ise toplumsal örgütlenmede erkeğin başı çekişinin tarihi ve dolayısı ile kültürü inşa olanağını elinde tutmasının bir sonucudur. Ve unutmamak gerekir ki, yazıp çizdiklerim kültürel evrim üzerinde, asla yetişemeyeceğim bir hızda şekillenmeye devam etmektedir. Öyle ki, biyolojik evrimimiz ağır adımları ile kadını ve erkeği denkleştirmeyi hâlâ başaramasa da, kültürel evrimimizin hızıyla, insanlık bu yolda çok şey kat etti. Cinsiyetler arası ilişkinin evrimi, nasıl bir zamanların ataerkil kültürünün bugün bilinmesine ve yaşamasına sebep olduysa, cinsiyetler arası ilişkide son birkaç yüzyılda meydana gelen devrimler, evrime yön verecek ve ataerkillikten uzak bir kültürün bundan binlerce yıl sonra irdelenmesine ortam hazırlayacaktır.

Aslı Deniz Eke

Özel Işıkkent Anadolu Lisesi İZMİR

Derece :7
Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”

Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine,

Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 20. 




İNSAN BULUTLARI İZLERKEN…
İnsanoğlu, başına gelen talihsizliklerin ardından tepesinde duran kara bulutlara haykırır: “İlahi, mutlak bir güç, yaratan gerçekten varsa, bunlar nasıl benim başıma gelebilir? İlahi adalet var mı?” İnsan, bu sorgulamalarıyla adaletin bir dizi mutlak yasalara dayandığı inancının ardına gizlenir. Oysa ki, adaletin ölçütünü tepesindeki kara bulutlara “Yaratan’ın doğruluğu ve hakkaniyetini” sorarken bir kavramlar çelişkisinde bulur kendini. Bu durum, insan toplum içindeyken uğradığı bir haksızlığın ardından da yineler kendini. Ağızdan dökülecek sözcükler “Nerede bu devlet? Nerede adalet?” olacaktır. Ancak, adaletin sadece hukuka uygunlukla sağlanacağı düşüncesi bir yanılgıdır. İnsanoğlu düştüğü haksızlıklarda da gerek “Yaratan’a” gerekse “yöneten”e haykırırken, belirli yasalarla korunurken dahi “adaletsizliğin” kaçınılmaz olduğunu kanıtlayacaktır.
Bir zamanlar bu bakir topraklar üzerinde sadece insan ve onun “doğal hakları” vardı, diye dile getirir John Locke “Two Treaties on Government”ta. İnsanın, bu doğal haklarının güvence altına alınması için bir toplum sözleşmesiyle, belirli özgürlüklerini onu “yönetecek” olan güce aktarmaya karar verdiğini belirtir. Bu durumla beraber insan, bireysel adalet anlayışını – veya intikam anlayışı olan vendetta –yöneticiye ve “hukuk” biliminin yüceliği ve mutlak doğruluğuna emanet etmiş olur. Bu durumda yöneticinin amacı, adaletli bir şekilde halkının “doğal haklarını” korumak ve onlara yapılacak bir haksızlıkta hukuksal yöntemlerle adaleti tekrar sağlamaktır. Bu örnekle beraber görebiliriz ki, toplum ve yöneticinin korumasına sığınmak için bu sözleşmenin altına imza atan bizler, aynı zamanda adaletin ölçütü olarak “yöneteni” uygun buluruz. Ancak yönetenin “tiranlığını” idealize eden Machiavelli, “The Prince “adlı çok ses getiren eserinde, hukukun da adaletin de “Prens’in” inisiyatifiyle, gerekirse fiziksel şiddetiyle sağlanacağından bahseder. Bu durumda adalet ve hukukun salt ölçütü Prens olacaktır. Locke’ın deyişiyle, sözleşmeden önceki “kaos” halinden düzene geçişte birey hukuk ve adaletin tanımını Prens’inin, koruyucusunun, hakanın ellerine bırakacaktır. Amacını adalet olarak belirleyecek olan bu “güç” de, hukuku istediği gibi uyarlamakta özgür olacaktır. Buna bir örnek de Joseph Heller’in Catch 22 adlı eserinden verilebilir. Hikayenin ana karakteri olan Yossarian, kendini içinde bulduğu “savaş” adlı paradoksun içinde gizli daha onlarcasını bulur. Bunlar yaşarken ölmek, gülerken ağlamak ve deliyken mantığa başvurmaktır. Yöneticilerin Yossarian gibi “ikilemlerin mahkumlarını”, hem cepheden uzak tutmak hem de cephede kalmalarını sağlamak için bir “savaş yasası” bulunur: Catch 22. Burada belirtilir ki Yossarian gibi “akli dengesi” yerinde olmayan askerler cephede olmaya uygun değillerdir; ancak cepheden alınmaya, savaştan uzak olmayı tercih ettikleri anda “akli dengeleri” yerinde demektir ve savaşabilecek bir kondisyondadırlar. Birey, aynı Catch 22 adlı yasada olduğu gibi bir ikilemde bulacaktır kendini; deliyken mantıklı olmak gibi, adalette hukuk arayacaktır. Ancak hukukun adaletsizliliği , “Yönetici” tarafından belirlenmiş bu denli küçük detaylarda saklıdır. Bu noktada da, aslında Prens’in koruyucunun, hakanın ve insanın adalet hakkında tek bildiğinin onun hakkında hiçbir şey bilmediği olacaktır. Çünkü hepsi adaleti hukukun, hukuku da adaletin içinde ararken Catch 22’ye hapsolmuşlardır. Amaçla aracın, adaletle hukukun, yöneticiyle bireyin savaşı devam edecektir.
Düşünürler asırlar boyunca aynı soruyu yineleyip durmuşlar ve birbirlerinin yer yer değiştirilmiş yansımaları olan benzer cevapları vermişlerdir: “Doğru yönetim biçimi nedir?” Düşünürlerin hemen hemen hepsinin cevabının ölçütü olan bir kavram vardır ki, bu kavram yönetimin varlığı için kaçınılmazdır: yönetilecek olanlar Platon Atina’daki demokrasiyi eleştirirken çoğunluğun tiranlığından bahsedecektir. Ona göre bir Devlet’te, hiyerarşik yapılanma gerçek adalet, bilgi ve güzelliğe ulaşmanın tek yoludur. Tabanından tepesine doğru dar olan bu “adaletsiz” üçgenin en tepesine oturtulacak Filozof Kral’ın en önemli özelliğiyse suretleri idealardan ayırma yetisine sahip “yüksek” insan mertebesine yakın bir yönetici niteliğine sahip olmasıdır. Nietzsche’in Zerdüşt’ü de çoğunluğun tepesine pür ve hür bir güneşmişcesine doğacaktır. Hobben, ideal “yönetimi” anlattığı eserinin adını Leviathan koyduğunda da kaçınılmaz olan adaletsizliklerin farkındaydı: Leviathan, Tevrat’ta bahsedilen büyük, hatta devasa bir su canavarı. Böylesine “canavarı” bir dünyaya tekil bireyin kendi hakkını, adaletini araması da çoğu faydacı düşünüre, bir “deve-cüce” durumuyla veya “Leviathan-birey” karşılaşmışcasına gülünç gelir. Faydacıların da bu düşüncesini bir örnekle açıklayacak ve “bireyin” gülünçlüğünü, onu bir “kurban” halinde gösterirken dile getirdiğini örneğin, tüm toplumun iyiliği ve güvenliğini tehlikeye atan bir bireyin varlığından söz ediyoruz. Yöneticiler toplumun içinde dolaşan bu bireyi yakalamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor, ancak başarılı olamıyorlar. Gün geçtikçe ”kaos” ortamı büyüyor ve tüm toplumu sarıp, çoğunluğun güvenliği ve haklarını tehdit edecek bir düzeye ulaşıyor. Bu durumda bir kurban seçip onu “suçlu” olarak göstermek ve onu işlemediği suçlardan yargılamak doğru olacaktır. Toplumun iyiliği ve “isteği, tekil bir bireyin haklarından ve adaletinden daha önemli olacaktır. Jonathan Wolff, “Introduction to Political Philosophy” adlı eserinde bireyin kurbanlığı, toplumun “adaleti” için uygulanan bir “araç” olarak gösteren faydacı yaklaşıma seslenir. Eğer Rousseau’nun da belirttiği gibi çoğunluğun “istenci” ve “iyiliği”, bireyin adaletinden ve iyiliğinden önce geliyorsa, amaç olan adaletin bireye hukuk aracılığıyla getirildiği gerçekten bahsedilebilir mi? Yoksa bireyin adaleti de Leviathan’ın muazzamlığın ardında göze batamayacak kadar ufak bir “detay” mıdır? Faydacı bir yaklaşımla üçgenin tepesindeki Kral’ın, sudan yeni çıkmış Leviathan’ın veya “üstinsan” olarak tanımlanması istenen Zerdüşt’ün amacı değil, aracı adalettir. Çoğunluğun adaleti aracılığıyla, amaç olan bireyler arası mutlak adaletsizlik sağlanmış olacaktır. Kurbanlaşan birey, devletin “adaletsizlik” kavramı ve amacı üzerine kurulduğunu anlayamadığı takdirde, tepesindeki kara bulutlara bakmaya devam edecektir.
Düşünürler arasında devletin “adaletinin” adaletsizliğine baş kaldıranlar da bulunur. Ancak bu baş kaldıranlar tepesindeki kara bulutları yumruklamaya çalışan bir bireyi anımsatır bizlere. Harvard Üniversitesi’nde profesörlük yapmış olan Robert Nozick, çoğunluğun iyiliğine bir darbe indirmek istermişcesine : “Vergi yanlıştır!” demiştir. Burada Nozick’in aslında çoğunluğun adaletine karşı herkesin adaletsizliğini savunarak anarşist bir yaklaşım sergilediğini görebiliriz. Benden alınan vergilerle hayatında bekli de bir gün dahi çalışmamış bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması yanlıştır, haksızlıktır, köleliktir. Diğer ikilemler gibi Nozick’in ikilemi de eşitliğin adaletsizliği veya eşitsizliğin adaletidir. Eşitlik bazı bireylerin haksızlığa uğramasına yol açacaktır; bu nedenle topluluğun adaleti yerine, herkesin adaletsizliği tercih edilebilir. Bu noktada birey kara bulutların üzerine oturarak kendi talihsizliklerini dağıtmaya başlayacaktır. Ne araç amaca, ne de hukuk adalete hizmet edecektir. Nozick, Locke’un “kaos” ortamından korkan insanlara bir tezat niteliğinde “kaos”un, “doğal hakların” ve “adalet”in efendisi olan insanı takdim eder. Artık üçgenin tepesine, gökyüzüne, devlete ve kara bulutlara haykırmak gerekmeyecektir. İnsan, adaletin de hukukun da ölçütü olacaktır.
İkilemlerin arasında kalmış olan insanın sığınabileceği bir “ölçüt”tür adalet; ama amaç olup olmadığını bulutlara sormak gülünçtür, yanıltıcıdır. Bulutlar bir gün insanın üzerine şimşekler yağdırırken, ertesi gün yerini pür ve hür bir güneşe bırakabilir. Gılgamış Destanı’nda olduğu gibi bir gün göklerden tüm insanlığa seller içinde sürüklenerek yağmurlar da yağdırabilir bulutlar. Belki de hepsi çoğunluğun adaleti içindir; belki de adaletin dayandığı “mutlak yasalar” gerçekten bulunuyordur. Ancak bunu “bulutlara”, hem adaletin hem de hukukun, hem amacı hem de aracı olan “ölçüte” haykırmak Catch 22’deki önergeye benzeyecektir: İnsan bulutlara haykırdığında adalet isteyecektir; ancak haykırdığı zamanda da adaletin ölçüsünün kendisinde olmadığını, “bulutlarda” olduğunu anlayacaktır. Böylece “adaleti” tanıyamayacağı bir durumda olduğunu kabul edecektir. Bu durumda insanı boğan sel de, üzerinde parlayan güneş de “adalet” olabilir. Adaleti arıyor olmamız onu bilmediğimizi, bilsek bile anlatamayacağımızı, anlatsak bile uygulayamayacağımızı kanıtlar. Yapabileceğimiz tek şey, üzerimizden geren kara bulutlara bakarak “adalet istemiyorum!” diye haykırmak olacaktır, adaletin adaletsizliğinin, amacın amaçsızlığının, iyiliğin kötülüğünün ve hakkın haksızlığının tam ortasında “kaos”un içinde durduğumuzda.
Yüklə 159,82 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin